HERAKLEİA ANTİK
KENTİNİN ÖYKÜSÜ
Yazan: Yavuz İşçen
ÖYKÜMÜZ GÜNÜMÜZE
YAKLAŞIK 2000 YIL KALA BAŞLADI
Büyük Menderes Nehri’nin
Latmos Körfezi’nden denize döküldüğü yıllarda Herakleia, Ege Denizi üzerinde
Latmos Körfezi’nin kuzeydoğu kıyısında küçük bir liman kentiydi. Öykümüz 2000
yılına yaklaşık 2000 yıl kala bu körfezde başladı. Büyük Menderes o yıllarda
bıkıp usanmaksızın Latmos Körfezi’ne alüvyon taşıyordu. Taşınan bu alüvyonlar o
kadar çoktu ki, körfezin iki ucu zamanla birbirine yaklaştı ve birleşti.
Böylece içerde ufak bir göl oluşmuş oldu. Çok sonraları bu yörede yaşayan
insanlar, artık denizden epeyce içerde yer
alan bu göle Bafa Gölü adını verdiler.
Bugün
bile suları kısmen tuzlu olan bu gölün oluşumunun tek tanığı olan
Herakleia’lılar, bir liman kenti olarak inşa ettikleri şehirlerinin denizden bu
şekilde uzaklaşmasına pek şaşırdılar. Geçimlerini deniz ticareti ve balıkçılık
üzerine kurmuş olan kent sakinleri, körfez ağzının yavaş yavaş kapanması
karşısında gittikçe fakirleştiler. Bir zamanlar Latmos Dağı’ndan (Beşparmak
Dağları) çıkartılan mermerlerin Herakleia limanından gemilere yüklenip,
Didim’deki ünlü Apollon tapınağının yapımı için götürüldüğü o görkemli günler
artık geride kalmıştı. İşte öykümüz de bu konuyu yani, bir gölün oluşumu ve bir kentin yok oluşunu
anlatıyor. Kısaca bu öykü, Bafa Gölü ve Herakleia Antik Kentinin öyküsüdür.
ÖYKÜMÜZÜN ASIL
KAHRAMANI BAFA GÖLÜ
Karayolu ile Söke’den
Midas’a doğru gidilirken zeytinlikler içersinden kıvrıla kıvrıla ilerleyen yol,
buğulu bir gölün yanından geçiyor. Çamiçi gölü adı ile de bilinen Bafa Gölü’nün
Söke’ye olan uzaklığı yaklaşık 30
km . kadar. Aydın’ın Söke ilçesi sınırları içersinde
bulunan Bafa Gölü’nün kıyısındaki Kapıkırı Köyü’nde ise, Herakleia Antik
Kenti’nin kalıntıları yer alıyor. Söke–Milas karayolunu gölün kenarından
izlemeye başladığımızda önce Pınarcık’tan geçiliyor. Pınarcık’tan 4 km . sonra Çamiçi Köyü’ne
geliniyor. Çamiçi Köyün’den sola Kapıkırı Köy’ü yolu ayrılıyor. Yol ayrımında “
Herakleia ” tabelası var. Ayrımdan 10 km . sonra, Herakleia kalıntılarının
bulunduğu Kapıkırı Köyü’ne ulaşılıyor. Herakleia’nın Söke’ye olan uzaklığı 65 km . İzmir’e olan uzaklığı
ise, 170 km .
Ege
bölgesinin en büyük gölü olan Bafa Gölü’nün yüzölçümü 60 kilometrekare, rakımı
ise, 5–10 m. kadar. Maksimum derinliği 25 m . kadar olan gölün suları hafif tuzlu.
Sualtı bitkileri açısından son derece zengin olan gölün kuzey – güney kesimi
kayalık ve dağlık, doğu – batı kesimleri ise alüvyonlu düzlüklerle çevrilidir.
Akdeniz bitki örtüsünün hakim olduğu yörede zeytinlikler geniş yer kaplıyor.
Beşparmak Dağlarına doğru çıkıldığında makiler yaygın. Göl çevresinde ise çorak
ve tuzlu toprakları seven ılgınlara (Tamarix Smyrnersis) rastlanıyor.
2000
yıl kadar önce Ege Denizi’nin büyük körfezlerinden biri olan Latmos Körfezinin
önünün Büyük Menderes nehrinin taşıdığı alüvyonlarla kaplanması sonucu, Bafa
Gölü doğal bir set gölü olarak ortaya çıkmış. Bu yüzden gölün kıyıları da Ege
Denizi’nin kıyıları gibi girintili çıkıntılı. Aslında bu durum göle ayrı bir güzellik
katıyor. Göl üzerinde yer alan irili ufaklı birçok ada da bu güzelliği adeta
tamamlıyor. 1970 yılına kadar Bafa Gölü özel mülkiyet altındaydı. 1970 yılına
kadar Bafa Gölü özel mülkiyet altındaydı. Yöre köylülerinin ve balıkçıların
yoğun çabaları sonucunda göl, bu tarihten itibaren hazineye devredildi. Bugün
yaklaşık 450 üyeli bir balıkçılık kooperatifi göldeki balıkçılığı denetliyor.
BAFA GÖLÜ S.O.S SİNYALLERİ VERİYOR
Gölde
avlanan balık ve kerevitlerin büyük bir bölümü son yılları kadar yurt dışına ihraç
ediliyordu. Ancak bugün hatalı bazı planlamalar ve yanlış avlanmalar sonucu
gölde balık hayli azalmış durumda. Levrek gölün en lezzetli balığı, ancak
lokantalarda her zaman bulunmuyor. Levrek yemek istiyorsanız önceden sipariş
vermenizde yarar var. Kefal gölün en çok rastlanan balığı. Bir de yılan balığı
var. Sakın adına bakıp da bu balıktan yememezlik etmeyin. Eskiden göl kıyısında
yıkıntılar arasında pek çok yılan balığı görülebilirken bugün artık tek tük
görünür hale gelmiş. 1987 yılında gölde balık üretimi 328 ton iken 1991 yılında
bu rakam 14 tona kadar düşmüş. Balıkçıların avlanırken kullandıkları kazıma
yöntemi nedeni ile gölde artık kurbağa bile kalmadığı söyleniyor. Bunun yanı
sıra gölün ekosisteminde meydana gelen bazı değişikliklerin de balık üretimini
olumsuz etkilediği belirtiliyor.
1985
yılında Büyük Menderes’in taşkınlarını önlemek ve nehrin göle girişini
denetlemek amacı ile, gölün kuzey tarafına suni bir set inşa edilmiş. Setin ne
kadar işlevsel olduğu ciddi bir tartışma konusu. Setin yapımından sonra gölün
seviyesinde 2 m .
lik bir azalma olduğu saptanmış. Bu azalma gölün ekolojik dengesi üzerinde birçok
olumsuzluğu da birlikte getirmiş. Tatlı su kaynağı kesilen gölde, tuzluluk
oranı yükselmeye başlamış. Tabi ki gölde yaşayan çanlıların bu durumdan hoşnut
oldukların söyleyemeyiz. Ayrıca göl seviyesinin düşmesi, göl kenarındaki
sazlıkların ve ılgınların kuruması ile birlikte burada yaşayan canlıların,
özellikle de kuluçkaya yatan kuşların beslenme ve barınma merkezlerinin yok
olmasına neden olmuş. İşte Bafa Gölü o günden itibaren imdat çığlıkları atmaya
ve S.O.S sinyalleri göndermeye başlamış, bu sinyallerin gerekli alıcılara
ulaşıp ulaşmadığını hala bilemiyoruz.
ÜLKEMİZİN VE
DÜNYANIN ÖNEMLİ KUŞ ALANLARINDAN BİRİSİ
“
37 derece 31 dakika kuzey, 27 derece 27 dakika doğu ” bu koordinatlar uluslar
arası önemli kuş alanları listesinde de yer alan Bafa Gölü’nün yerini
belirtiyor. Bafa gölü’nde 208 kuş türü saptanmış. Bu türlerden 68 tanesi burada
kuluçkaya yatıyor. Pelecanus Crispus Latince adı ile bilinen Tepeli Pelikan’ın
bütün dünya üzerindeki sayısının 2000 civarında olduğu saptanmış. Nesli
tehlikede olan bu türün dünyadaki üçüncü büyük kolonisi Bafa Gölü’ndeki deltada
kuluçkaya yatıyor. Gene dünya çapında nesli tehlikede olan Cüce Karabatak (Phalacrocorax
Pygmeus) 10 çift, Deniz Kartalı
(Heliatus Albicilla 2–3 çift
civarında burada kuluçkaya yatıyor.
Bafa
Gölün’de kuluçkaya yatan diğer türler arasında, Küçük Balaban, Leylek, Gece
Balıkçılı, Alaca Balıkçıl, Küçük Ak Balıkçıl, Erguvan Balıkçıl, Angıt, Yılan
Kartalı, Saz Delicesi, Kızıl Şahin, Küçük Kerkenez, Uzunbacak, İzmir Yalı
Çapkını ve Alaca Yalı Çapkını sayılabilir. Ayrıca, Çeltikçi, Kaşıkçı ve
Tavşancıl’ın da büyük olasılıkla bölgede kuluçkaya yattığı tahmin edilmektedir.
Bölgede sık olarak görülen türler arasında, Tepeli Batağan, Tepeli Kutan, Büyük
Ak Balıkçıl, Boz Ördek, Kılıçgaga ve Sakarmeke sayılabilir. Bölge av komisyonu
kararı ile hafta sonları bölgede av yapmak serbest bırakılmış. Bölgenin özel
bir koruma statüsünün olmaması hafta sonları avcıların buraya akın etmesine
neden oluyor. Kaçak avlanmanın yaygın olması ve aşırı avlanma gibi etkenler de
eklendiğinde bölgedeki kuş türlerinin ciddi şekilde tehlikede olduğu
söylenebilir.
BALIKÇI
LOKANTALARINA UĞRAMADAN SAKIN DÖNMEYİN
Yörenin,
kendi imalatları olan zeytinyağına yatırılmış yeşil çizik zeytinini ve balını
tattıysanız eğer sıra balıkçı lokantalarına uğramaya gelmiş demektir. Bafa
Gölü’nün güney kesimlerinde karayolu üzerinde çeşitli lokantalar ve turistlik
tesisler yer alıyor. Bunların içinde en bilineni Mersinet İskelesi olarak adlandırılan
yerde bulunuyor. “Çeri’nin Yeri” adı ile
bilinen bu lokanta, eski bir yağ imalathanesinin yanına kurulmuş. Pınarcık
Yayla ya da Yağhane adı ile de anılan Mersinet iskelesi’nden göl yolu ile karşı
kıyıdaki Kapıkırı Köyü’ne (Herakleia) gitmek için tekne kiralanabiliyor.
Söke–Milas
karayolu üzerinde Bafa Gölü’nün bitiminde, bugün içinden geçilen tünel
yapılmadan önce Kapıkırı Köyü’ne ulaşım tamamen bu şekilde sağlanıyordu. O
günlerden birinde, Halikarnas Balıkçısı (Cevat Şakir Kabaağaçlı) Mersinet
İskelesi’nde tekne beklerken, yanındaki Azra Erhat’a muziplik olsun diye, köyün
kahvesinde köylülere Mehmet Ağa’yı tanıyıp tanımadıklarını sormuştu. Nasıl olsa
her köyde bir Mehmet Ağa bulunurdu ve onu sormak köylülerle ahbap olmak için en
iyi yollardan biriydi. Çeri’nin Yeri’ne geldiğinizde Mehmet Ağa’yı sorup
sormamayı size bırakıyoruz. Ancak göl ürünlerinden levrek, kefal ya da
yılanbalığından tatmadan sakın dönmeyin. Çeri’nin Yeri’nde her şey zeytinyağı
ile yapılıyor. Zeytinyağı buradaki yerel atölyelerde ve kendi ürünlerinden elde
ediliyor. Burada konaklamak isterseniz, Çeri’nin Yeri’nin pansiyon kısmı da
var.
Kapıkırı
Köyü’ne ister Mersinet İskelesi’nden tekne ile isterseniz karayolundan gidin
köyde bir çok pansiyon ve balıkçı lokantası bulacağınızdan emin olabilirsiniz.
Köyün girişinde sizi ilk olarak Pelikan Restaurant karşılayacak. Gölden biraz
uzakta, gölü yukardan gören, daha çok bir kır lokantası görünümündeki
Pelikan’ın sahibi Yusuf Dönmez, müşterileri ile ayrı ayrı ilgileniyor. Arabanız
varsa hemen park yeri ayarlanıyor. Herakleia hakkında bilgi veriliyor, eğer
isterseniz tekne, rehber ve pansiyon ayarlanıyor. Köyün içine göl kıyısına
indiğinizde diğer balıkçı lokantaları ile karşılaşıyorsunuz. Köşk Restaurant,
Kaya Restaurant, Selene’s Restaurant, Köy Gazinosu, Zeybek, Duran ve Agora
bunlardan bazıları. İçkili olan bu lokantaların hemen hepsinde fiyatlar makul.
Karpıkırı Köyün’de pansiyonda kalmayı düşünüyorsanız Selene’s Pansiyonu önerebiliriz.
Göl kenarındaki lokantasının özellikle akşam güneş batarken manzarası çok
güzel. Bu güzelliklere kapılıp ta sakın içkiyi fazla kaçırmayın. Çünkü
Herakleia antik kentini gezmeye başladığınızda hayli yorulacaksınız.
BAFA GÖLÜ VE
HERAKLEİA ANTİK KENTİ’NİN ÖYKÜSÜ
İlk
önce peşin peşin şunu söyleyelim; Bafa Göl’ü ve Herakleia Antik Kenti
kalıntıları, Bodrum’a giderken ya da Bodrum’dan dönerken sarı tabelalı yol
ayrımını görünce “hadi şöyle bir bakalım”
denilecek yerlerden değil. Açıkça ifade etmek gerekiyorsa Bodrum’a gidiyorsanız
Bodruma gidin, ama Bafa Gölü ve Herakleia’yı gezmek istiyorsanız, ki bu ayrı
bir amaç olmalı. O zaman amaca uygun bir ön çalışma ve birikime gereksiniminiz
var demektir. Sonradan yarım kalmış bir şeylerin içinizi kemirmesini
istemiyorsanız eğer, buraya hakkını vermek durumundasınız. Bunun için de en az
3 gün ayırmanız gerektiğini belirtmeliyim.
TARİHTE HERAKLEİA
Herakleia’nın
yerleşim tarihinin M.Ö. 8.yy’a kadar gittiği, burada elde edilen bulgulara
dayanılarak saptanmış durumdadır. Yunan mitolojisinin ünlü kahramanlarından
biri olan Herakles’in adı Anadolu’da birkaç kente verilmiştir. Bunlardan biri
de Bafa Gölü kıyısındaki Herakleia’dır. İlk çağ coğrafyacısı Strabon, kentin
ilk adının Latmos olduğunu belirtmektedir. Bugün, Beş Parmak dağları olarak
adlandırılan kentin kuzeyindeki Latmos Dağları, o dönemde kente ve kıyısında
bulunduğu körfeze de adını vermiştir.
M.Ö.
5.yy’da önemli bir İonya kenti olan Latmos’un, eski Yunanlılar arasında bir
savunma paktı olan Delos Birliği’ne Latmos Kenti adı ile katıldığını ve her yıl
bir talent vergi ödediğini gene Strabon’dan öğrenmekteyiz. M.Ö. 4.yy’da kent,
Pers imparatorluğu’nun Halikarnassos (Bodrum) valisi Mausolos’un eline
geçmiştir. Sonraları Mausolos’un yönetiminden çıkan kenti, bir hile ile onun
karısı Artemisia tekrar ele geçirmiştir. Anlatıya göre, Artemisia, ketten biraz
uzaktaki Kybele kutsal koruluğunda bir ayin düzenlemiş, halk bu ayin için
koruluğa geldiğinde, ordusu hareket ederek kenti ele geçirmiştir. Bu anlatılandan
o dönemde kentte bir kybele kültü olduğu düşünülebilir. M.Ö. 3.yy’da kent,
Büyük İskender’den sonra gelenler tarafından bir süre yönetilmiştir. Bu dönemde
deniz ticareti sayesinde gelişen kent, eski Latmos’un hemen yanında ve biraz
batısında olarak yeniden inşa edilmiştir. Yeni kurulan kente, Helenistik
dönemin de etkisiyle Herakleia adı verilmiştir. Bu dönemden itibaren kent,
“Latmos Eteğindeki Herakleia”olarak anılmaya başlanmıştır.
M.Ö.
2.yy’da komşu kent Miletos ile dostluk kuran Herakleia, bazı savaşlara birlikte
katılmış ve Miletos ile karşılıklı olarak vergileri kaldırarak birbirlerine
vatandaşlık hakkı tanımışlardır. Bu yüzyıldan kalma bazı şehir sikkelerinde,
kente adını veren Herakles ve onun koruyucu tanrısı olan Atena’nın tasvirlerine
rastlanmaktadır. İskender’in Asya seferi sırasında M.Ö. 323 de 33 yaşında
tropik bir sıtmaya yakalanıp ölmesinden sonra Herakleia, Miletos’la birlikte
bir süre yerel valilerin yönetiminde kalmıştır. Seleukos’ların kısa bir süre
kente hakim olmalarının ardından, Attalos sülalesinin hakim olduğu Bergama
krallığı kenti ele geçirmiştir. M.Ö. 133’de Bergama Krallığı’nın Roma
İmparatorluğu’na bağlanması ile birlikte Herakleia’da Roma egemenliğine
girmiştir. M.Ö. 1.yy’ın sonlarına doğru Büyük Menderes Nehrinin taşıdığı
alüvyonlarla Latmos Körfezi’nin ağzının tıkanmaya başlaması ile Herakleia’nın
denizle olan ilişkisi yavaş yavaş kesilmiştir. M.Ö. 1.yy’ın son dörtlüğünde,
Herakleia’nın denizde hala bir demirleme yerinin olduğunu Strabon
belirtmektedir.
Miladi
yıllarda Herakleia’nın denizle olan bağlantısı tamamen sona erdi. Kent bu
tarihten itibaren gittikçe fakirleşti ve önemini yitirdi. Bu doğal olayın diğer
bir olumsuz etkisi de Büyük Menderes Nehri’nin ağzında oluşan bataklığın,
hastalığı, ölümü ve göçleri de beraberinde getirmiş olmasıdır. Bu arada
Miletos’luların deniz ticaretine tamamen hakim olmaları, Herakleia’nın iyice
terk edilmesine yol açtı. Bu dönemden sonra kentin tarihinde büyük bir boşluk
vardır.
YÜZYILLAR SONRA
HERAKLEİA’NIN YENİDEN KEŞFİ
Gökyüzüne
doğru uzanmış beş parmağı andırdığından “Beşparmak Dağları” olarak
adlandırılmış olan Latmos Dağları, deniz kıyısından birdenbire 1300 m . yüksekliğe ulaşan
dorukları ile görkemli görünüşünün yanı sıra, kayalık ve engebeli arazisinin
ulaşım güçlüğü ve iyi saklanma olanakları sağlaması nedeni ile Hıristiyan
rahipler tarafından yeniden keşfedildi. M.S. 7.yy’da Sina Yarımadası’ndan ve
Yemen’den gelen Hıristiyan rahipler burada ilk manastırı inşa etmeye
başladılar. 8 ve 9.yy’larda bölgede kurulan manastır sayısı hızla arttı.
9.yy’da bölgenin bir psikoposluk merkezi haline geldiğini biliyoruz. Bu dönemde
Beşparmak Dağları üzerinde, Bafa gölü çevresinde ve gölün üzerindeki adalarda
pek çok manastır bulunuyordu. Bu manastırların çevresinde ise keşişlerin tek
başlarına çile doldurdukları bir çok küçük mağara ve çilehane yer alıyordu.
Manastırlarda
yaşayan keşişler, Kapadokyalı Büyük Bazilyos’un koyduğu “Dünyevi sorunlardan
uzak huzurlu bir yaşam” felsefesine göre hayat sürüyorlardı. Manastırlara kabul
edilecek keşişlerin bu amaca uygunlukları ve bu konudaki samimiyetleri çeşitli
sınavlarla denendikten sonra karar veriliyordu. Herakleia 9.yy’da Arap akınları
sırasında korkulu günler yaşadı. Bu dönemde manastırların çevresine bir koruma
duvarı örüldü. Bu surlar bugün hala görülebilmektedir. Bazı manastırlarda ise
bir iç kale ya da hemen yanında bir koruyucu kale bulunmaktadır. Kuşatmalarda
su sorununu çözebilmek için kale içlerine su sarnıçları inşa edilmiştir.
Manastırlar fazla zengin değillerdi. Ancak vergi ödemediklerinden rahipler
kısmen rahat bir yaşam sürüyorlardı.
Bölge
11.yy’da Türk akınlarına sahne oldu. Daha sonra merkezi Milas’ta bulunan
Menteşe Beyliği bölgeye hakim oldu. Böylece Herakleia 1280 yılında Menteşe
Beyliği’nin eline geçmiş oldu. Bu tarihten itibaren manastırlar tamamen terk
edildi. Menteşe Beyliği döneminden bölgede kalan tek yapı, gölün güney
kıyısında harap durumda olan bir kervansaraydır.
HERAKLEİA’NIN
ANTİK DÖNEM KALINTILARI
Bugünkü
Kapıkırı Köyü ile iç içe olan Herakleia kalıntılarının çok iyi durumda
oldukları söylenemez. Mimarının adına ithafen “ Hippodomik Sistem ” denilen
ızgara planlı kent modeli, Herakleia’nın da yapımında kullanılmıştır. En güzel
örneklerinden birini Priene’de gördüğümüz bu planda, kentte cadde ve sokaklar
birbirlerini kuzey–güney ve doğu - batı doğrultularında dik açı oluşturacak
şekilde kesecek şekilde tasarlanmışlardır. Bu haliyle Hippodomik planlı
kentlerin, günümüz modern kentlerinin ilk örneklerini oluşturduklarını
söyleyebiliriz. Herakleia kalıntıları, Kapıkırı köyü ile iç içe geçtiğinden
fazlasıyla tahrip olmuştur ve ne yazık ki bu planı görebilme şansını bize
sunmamaktadır.
ATHENA TAPINAĞI
Herakleia’nın
en dikkat çeken yapısı olan Athena Tapınağı, Helenistik dönemde M.Ö. 3.yy’da
Dor düzenine uygun olarak inşa edilmiştir. Tapınağın çevresinde bulunan ve
bugün de aynı yerde bulunan bir yazıta dayanılarak yapının kentin baş tanrıçası
olan Athena adına yapıldığı anlaşılmıştır. Sadece ön cephesinde iki sütun
bulunan Temlum in Antis cepheli tapınakta cella ve pronoas hemen hemen aynı
büyüklüktedir. Eski limanın biraz gerisinde şehre tam hakim kayalık bir tepe
üzerine inşa edilmiş bulunan tapınak, Kapıkırı İlkokulu’nun biraz üzerinde yer
alıyor.
Athena
tapınağına gittiğinizde, burada 50 yıldır bekçilik yapan Mehmet Gümüş’ü mutlaka
görürsünüz. (Eğer hala yaşıyorsa!) Buraya Malatya’dan askerlik için 50 yıl önce
gelen Mehmet Gümüş, terhis olunca memleketine gitmeyip burada bekçilik yapmaya
başlamış. İlk önceleri kendisine bağlanan maaş sonradan kesilmiş. Bugün tahta
masasında sergilediği deniz kabukları, eski para, vida, somya yayı gibi şeyleri
satarak geçimini sağlamaya çalışan Mehmet Gümüş 50 yıldır bu tapınaktan
kimsenin bir taş bile almasına izin vermediğini söylüyor.
AGORA
Athena
Tapınağının batısında biraz aşağıda, bugünkü Kapıkırı İlkokulu’nun bahçesinin
bulunduğu alan Herakleia’nın agorası idi. Agoranın güney tarafı düzgün örülmüş
ve güzel bir işçilik sergileyen duvar ile teras haline getirilmiştir. Helenistik
dönemde yapılmış olan agora, dikdörtgen şekilde bir alanı çevreleyen
portikolardan oluşmuştur. Herakleia’yı gezerken elinizde bir kroki yoksa,
ilkokulun duvarında böyle bir krokiyi bulabilirsiniz.
BOULEUTERİON
Agoranın
hemen kuzeydoğusunda yer alan bouleuterion, Miletos’daki örneğine uygun olarak
inşa edilmiştir. Oturma sıraları taştan ve U biçimli olan yapı, M.Ö 2.yy’da
yapılmıştır. Kazılarda bulunan parçalardan anlaşıldığına göre, yapının
duvarlarının üst yarısı Dor düzenindeki yarım sütunlarla bezenmişti. Kazılarda
ayrıca Architrav parçaları, triglipt frizi, bir diş sırası ve alınlığa ait
parçalar bulunmuştur.
ROMA HAMAMI
Bouleuterion’un
kuzeydoğusunda Roma döneminde yapılmış hamama ait kalıntılar yer almaktadır.
TİYATRO –
NYMPHAİON – TAPINAK
Kentin
kuzeydoğusunda hamamdan yukarı doğru devam edildiğinde Roma döneminde yapılan
tiyatro kalıntılarına ulaşılabilir. Bugün üst basamakları ve sahne binasının
üst kısımları toprak üzerinde seçilebilmektedir. Tiyatronun hemen kuzeyinde yer
alan Nymphaion’dan (Anıtsal Çeşme)
geriye çok az bir şey kalmıştır. Biraz daha kuzeye doğru devam edildiğinde birçok
mezar nişini ve kayaya oyulma sanduka şeklindeki mezarları geçtikten sonra,
hangi tanrıya ait olduğu saptanamamış bir tapınağın kalıntıları görülebilir.
ENDYMİON KUTSAL
ALANI
Kentin
güneyine, sahile (göl kenarına) doğru geri dönüldüğünde, sahile yakın bir
noktada Endymion adına ayrılmış kutsal bir alana gelinmektedir. Alanın üzerinde
yer alan yapı doğal bir kayaya oyulmuştur. Duvarların bazı yerleri kesme taştan
yapılmış, bazı yerlerinde ise doğal kaya duvar olarak kullanılmıştır. Pronaoslu
ve opsidal bir cellası olan tapınak, ön cephesi sütunlu bir prostylos’tur.
Yapının Endymion adına yapılmış bir sunak olduğu tahmin edilmektedir.
Endymion,
Latmos Dağları’nda sürülerini otlatan genç ve çok yakışıklı bir çobanmış.
Kavalından başka bir varlığı olmayan bu çoban, gündüz keçilerini otlatır,
geceleri ise çam ağaçları altında sele serpe uykuya dalarmış. Ay tanrıçası Selene
bu yakışıklı genci fark etmekte gecikmemiş. Hava karardığında çobanın yanına
gelir, ışıktan gövdesi ile onu sarar ve öpermiş. Endymion da bu aşkı
karşılıksız bırakmamış. Her akşam uykuya yatar ve Selene’yi tutku ile beklemeye
başlarmış. Ayın gökyüzünde olmadığı geceler Endymion için çok zor geçmeye
başlamış. Bu olanları uzaktan uzağa izleyen tanrıların tanrısı Zeus, fakir
çobana bir iyilik yapmak istemiş ve Endymion’a, kendisinden bir dilekte
bulunmasını söylemiş. Endymion, ayın gökyüzünde olduğu bir gece sonsuz ve
ölümsüz bir uyku ile uyumak istediğini belirtmiş. Böylece iki sevgili Zeus’unda
yardımı ile sonsuza kadar beraber olabilmişler.
Herakleia’lılar
da tanrılar katında aşk yaşamış bu çobandan çok etkilenmiş olmalılar ki, onun
adına kentlerine bir tapınak yapmışlar. Strabon, coğrafyasında “Latmos’un
yanında küçük bir ırmağı geçtikten sonra Endymion’un mezarı görülür” diye
yazmaktadır. Strabon’un belirttiği yerin bugün neresi olduğu belirsiz olmakla
birlikte, Endymion efsanesinin daha sonraki dönemlerde de değişik şekillerde
sürdüğünü biliyoruz. Hıristiyanlık dönemindeki bir anlatıya göre, bölgeye ilk
gelen rahipler, Endymion’a ait olduğu tahmin edilen bir mezar bulmuşlar. Bu
mezar ve çevresi kutsal bir alan olarak kabul edilmiş ve her yıl bu mezara bir
kez gelinip lahtin kapağı açılırmış. Kapak açıldığında tanrısal bir ses
duyulduğuna inanılırmış. Endymion kutsal alanından güneye, göl kıyısına doğru
ilerlendiğinde önce hangi tanrı adına yapıldığı belirlenememiş bir tapınak
kalıntısının yanından geçip, tepe üzerindeki Bizans Kalesi’ne doğru yönelinir.
(bu kale ilgili bilgi yazının sonraki bölümlerinde yer alıyor) Kaleyi geçtikten
sonra birçok mezar ile karşılaşılır.
NEKROPOL
Bizans
kalesi ile göl arasında kalan bölgedeki mezarlar gerçekten görülmeye değer.
Ağırlıklı olarak kayaya oyulma sanduka şeklindeki mezar nişlerine rastlanıyor.
Mezarlar daha çok birbirine bitişik ve yan yana olarak kayalara oyulmuş. Her
birinin üzerinde ayrı bir kapak var. Kimi mezarlar ise kıyıya çok yakın ve göl
üzerindeki kayalara oyulmuş durumda bulunuyorlar. Herakleia Antik Kenti’nin
çeşitli yerlerine dağılmış durumdaki mezarların sayısının 2500 kadar olduğu
saptanmış.
KENT SURLARI
Herakleia’nın
görülmeye değer yapılarından biri de kenti çevreleyen surlardır. Çevre uzunluğu
6.5 km .
olan surlar, 65 gözetleme kulesi ile
takviye edilmişlerdir. Düzgün kesme taş bloklardan usta bir işçilikle örülmüş
olan sur duvarları iyi korunmuş durumdadır. M.Ö. 287 yılında Lysimakhos
tarafından yaptırıldığı sanılan surların yüksekliği 5.5 m . kadardır.
LİMAN KALINTILARI
Kentin
güneybatısında yer alan liman, hem kıyıdaki kalıntıları hem de göl içinde su
altında görülebilen mendirek ve rıhtım izleri ile bellidir. Athena tapınağının
altında göl kıyısında görülebilir.
HERAKLEİA’NIN HIRİSTİYANLIK
DÖNEMİ KALINTILARI
Bu
döneme ait kalıntılar, M.S. 7. ve
12.yy’lar arasındaki dönemde inşa edilmiş, manastır, kilise ve kale
kalıntılarından oluşmaktadır.
BİZANS KALESİ
Herakleia
kentinin güney ucunda göle hakim kayalık bir tepe üzerinde Bizans döneminde
yapılmış olan kale, bugün büyük ölçüde ayaktadır.
STYLOS MANASTIRI
Bölgedeki
manastırlar içinde Hıristiyan dünyası için en önemlisi olduğu söylenebilir.
Bugün kapuzlu Köyü yakınlarındaki “ Arap
Avlusu ” olarak adlandırılan mevkide yer alan manastıra ulaşabilmek hayli
yorucu olmaktadır. Kapıkırı Köyün’den başlayan yürüyüş, Beşparmak dağları
üzerine tırmanılarak devam etmekte ve 5 saat kadar sürmektedir. Lokantaların
yanından Kapıkırı Köyü Yaylası'na doğru giden yolu izleyerek yaylaya ulaştıktan
sonra, yayla girişinde sağdan dağa doğru
giden bir patika var. Bu patika, antik Kral Yolu'na ait olduğu için zemini düz
taşlarla döşenmiş ve oldukça belirgin. Antik yolu takiben devam eden yürüyüş
sırasında zamanın tahribi nedeniyle yol, yer yer gözden kaybolmakta ve rotayı
belirlemek güçleşmektedir. Yürüyüş parkuru olarak oldukça güzel olan bölgeye,
bir rehber eşliğinde gitmek daha akılcı olabilir.
Alman
arkeolog A. Perchlow bölgede yaptığı araştırmalar sırasında yolun gözden
kaybolduğu kısımlarda kaya ve ağaçlar üzerine kırmızı ve mavi boyalarla
işaretleme yaparak (!) yolun hattını belirlemeye çalışmış. Arap Avlusu dağın
üst kısımlarında genişçe bir düzlük. Bu düzlükte bugün bir yörük ailesi
yaşıyor. Stylos Manastırı, çevresi surlarla çevrilmiş bir şekilde bu düzlüğün
biraz yukarısında yer alıyor. Manastırın durumunun çok iyi olduğu söylenemez.
Asıl yapıya ait iç odaları gezilebilen manastırda 10.yy’da Paulos adlı bir
keşiş yaşamış. Bu keşişe ait çilehane olarak kullanılmış küçük bir mağara
(kovuk) ise manastırın az yukarısında görülebilmektedir. Söylentiye göre Paulos
burada meşe palamudu ve bitki kökleri yiyerek yıllarca yaşamış. Çilehanenin freksleri
belli oranda zarar görmekle birlikte çok kötü durumda değildir. Paulos’un
buraya yerleşerek Stylos Manastırının temelini attığı söyleniyor. Fırtınalı bir
gecede mağarasına giren bir panterin ona dokunmaması, Poulos’la ilgili mucizevi
bir olay olarak aktarılıyor.
YEDİLER MANASTIRI
Eski
adı Bucak Köyü olan Gölkaya Köyü’nden (Kapıkırı’na gelmeden bir önceki köy) bir
saatlik yürüyüşle Yediler Manastırına ulaşılabilir. Manastıra giden yol kırmızı
boyalarla işaretlenmiş durumda. Zeytinlikler içersinden oldukça rahat bir
yürüyüşten sonra ulaşılabilen manastır, göle hakim bir tepenin üzerine
kurulmuş. Sur duvarları ve içyapılarının bir kısmı ayakta olan manastırın
yakınlarında bir düzlükte küçük bir kilise (şapel) kalıntısı daha vardır.
Yuvarlak ve doğal bir kayanın içi oyularak kovuk haline getirilmiş ve içi
frekslerle süslenmiştir.
PANTAKRATOR VE İSA
MAĞARALARI
Kapıkırı
Köyü yakınlarında yoldan yukarı doğru devam eden bir patika izlenerek bu
mağaralara ulaşılabilir. Her iki mağarada da muhtemelen 8 ve 9.yy’lardan kalma
freksler yer almaktadır. Frekslerin yüz bölümleri tahrip edilmiş durumdadır.
BEŞPARMAK DAĞLARI
ÜZERİNDEKİ DİĞER MANASTIRLAR
İyi
gizlenme olanağı sağladığından bu bölgede birçok manastır ve kaya kovuklarına
oyulmuş çilehaneler yer alıyor. Bunlar hakkında fazla bir bilgi yok. Soteros,
İkiztaş, Narhisar ve Viran bunlardan bazıları. Bu manastırlara gidebilmek için
mutlaka yöreyi ve manastırları bilen rehberlerin köyden bulunması gerekiyor.
BAFA GÖLÜ
ÜZERİNDEKİ ADALAR VE MANASTIRLAR
Bafa
gölü üzerinde birçok küçük ada bulunmaktadır. Bunlardan bazılarının üzerinde
manastır ve sur kalıntılarına rastlanmaktadır.
İKİZ ADALAR
Burası
aynı zamanda Bafa Gölü’nün doğal güzellik açısından en güzel yerlerinden
birisidir. Biri büyük diğeri küçük olmak üzere iki adadan oluşan bölgede, küçük
ada, gölün tam ortasında yer alırken, büyük olanın kara ile bağlantısı bulunmaktadır.
Küçük ada üzerinde Meryem Ana adına yapılmış bir manastır yer almaktadır. Biraz
güç olmakla birlikte tekneler bu adaya yanaşabiliyorlar. Büyük olan adanın kara
ile bağlantısını yazın plaj olarak kullanılan güzel bir kumsal sağlıyor.
Tekneler bu kumsala baştankara yapıp rahatlıkla yanaşabiliyorlar. Bu ada
üzerinde ise, Meryem Ana manastırını korumak amacı ile yapılmış bir kale yer
alıyor.
HAYALET ADA
Kapıkırı
Köyü’nün hemen karşısında yer alan bu ada üzerinde de bir manastıra ait
kalıntılar var. Kalıntılar iyi morunmuş durumda. Bu ada eskiden Herakleia sur
sisteminin bir parçası idi. Ada üzerinde bu sisteme ait izler görülebiliyor.
Adaya tekne ile yanaşmak hayli zor.
MENET ADASI (Kuş
Adası)
Gölün
biraz batısında denize yakın bir noktada bulunan Menet Adası, pek çok kuş
türüne ev sahipliği yapıyor. Ada üzerinde Bizans döneminden kalma bir köy
kalıntısı bulunuyor. Köyde ayrıca bir de kilise kalıntısı var. Adanın diğer bir
ilginç yanı, ada üzerinde antik döneme ait mermerden mimari parçalara rastlanması.
Bu parçaların ada üzerindeki bir antik dönem yapısına mı ait olduğu ya da
Bizans döneminde Herakleia’dan bir şekilde taşınmış parçalar mı olduğu
yapılacak arkeolojik araştırmalar sonucu tespit edilecektir.
MERSİNET İSKELESİ
ÖNÜNDEKİ ADA
Pınarcık
Yayla ya da Yağhane adları ile bilinen Mersinet İskelesi’nin antik dönemdeki
adı, Loniapolis idi. (liman kenti anlamına geliyor) Bafa Gölü’nün güney kıyısında yer alan
Mersinet İskelesi, Hıristiyanlığın erken dönemlerinde de yerleşim yeri olarak
seçilmiştir. Mersinet İskelesi’nin önünde yer alan küçük bir ada üzerinde de
eski bir manastıra ait kalıntılar bulunmaktadır.
Yazan:
Yavuz İşçen / Ankara
Mayıs
1996
BOLKAR DAĞLARINDA
BAKLAVALI TREKKİNG
Yazan: Yavuz İşçen
Baklavayı hepimiz biliriz
kaymaklısı, cevizlisi, fıstıklısı olur. Bu bakımdan onu fazla tanıtmaya gerek
yok. Hele Ankara’da Hacıbaba’dan alınanı pek lezzetlidir. “Trekking” kelimesine
gelince, doğal engellerle dolu bir arazi parçasını herhangi bir ulaşım aracı
kullanmaksızın yürüyerek aşmak anlamında İngilizce bir sözcük. Türkçe’ye “doğa
yürüyüşü” olarak çevrilebilir. Sözcüğün asıl anlamı, “Güney Afrika’da kağnı ya
da yaya olarak göç” demek. Bunun batıda spor olarak algılanması ise, gene
19.yy.’ın sonunda Güney Afrika yerlilerinden esinlenilerek oluşturulan
“izcilik” ile bağlantılı. Trekking’i, dağcılık, kanyon geçişi, rafting ve mağaracılık
gibi diğer doğa sporlarından ayıran temel özellik ise, basit kampçılık, harita
ve pusula bilgisi dışında fazla uzmanlık gerektirmemesi. Tabi ki bütün doğa
sporlarının temeli olan iyi bir kondisyona sahip olmak burada da çok önemli.
Kent yaşamında fazlası ile bunalan insanın, doğa ile bütünleşip onun
güzelliklerini keşfetmesi, bunu yaparken de bedeninin ve aklının tüm
olanakların kullanması trekking’de temel amaç.
Madem
ki doğada çadırlı kamp yapılarak günlerce yürünecek, o halde taşınacak yük çok
önemli. İnsanın birçok konforunu kentte bırakıp doğada kısa süreli de olsa
yaşamaya çalışması hiç de kolay değil. Hele kent yaşamı ile çene ve diş gibi
birbirine geçmiş bizler için, bu daha da zor. “Sırt çantaları öyle bir
hazırlanmalı ki, ne bir eksik ne de bir fazla, her şey planlanıp yetecek kadar
alınmalı, gereksiz yükten tamamen kaçınılmalı” şeklindeki teorik laflara itiraz
etmemekle birlikte, sırt çantalarından bütün teorilere isyan edercesine çıkan,
fıstık ezmesi, kaz ciğeri, lakerda ve mayonez gibi özel damak zevklerine
yönelik yiyecekler bazen hoş ve güzel süprizler yaratabiliyor.
Karagöl Kamp Alanı |
Bayram
tatilindeyseniz ve haziran ayında Antalya’ya gidip evrilip çevrilip bir oranızı
bir buranızı güneşe tutmak varken, Toroslar’ın ikinci büyük zirve grubu olan
Bolkar Dağları’nda bulunuyorsanız, sırt çantasından ansızın çıkıverecek bir
kutu baklavanın inanın çok büyük önemi var. 68 kuşağından olduğunu söyleyen bir
dağcı ağabeyimiz, Bolkar Karagöl’deki kampımızı ziyaret ettiğinde baklava
yediğimizi görünce çok şaşırmış ve “dağda aşure pişiren gruplara bile rastladım
ama baklavayı ilk kez görüyorum” demekten kendini alamamıştı.
Bolkar
Dağlar’ı, ülkemizde trekking amacı ile gelenlerin, dağcıların, tur kayağı
yapanların en çok uğradığı yerlerden birisi. Gerek 3525 m . yükseklikteki
zirvesine tırmanabilme kolaylığı, gerekse gölleri ve eşşiz doğası ile bir uğrak
yeri haline gelmiş. Bu bakımdan dağın en güzel zamanlarından biri olan haziran
ayı ortalarında ve bayram tatilinde Karagöl çevresinde kamp yeri bulabildiğimiz
için şanslı sayılmalıyız.
Çini Göl |
Boklarlar’ın En Güzel Zamanı
Bolkar’ların
en güzel zamanı kanımca haziran ayının ortasından temmuz ayı başına kadar olan
15 günlük süre. Bu zaman diliminde ülke genelinde yaz mevsimi çoktan başlamış
olmakla birlikte 2500 m .’nin
üzerindeki yüksekliklerde durum hiç de böyle değildir. Dağda kış yeni bitiyor
ve çok kısa sürecek olan bahar yeni başlıyordur. Hava serindir. Gündüz aşırı
sıcak, gece ise aşırı soğuk olmaz.
Karlar henüz erimediğinden her yerde su bulabilmek mümkündür. Haziran
ayı öncesinde Bolkarlar’a gidecek ekiplerin kışlık donanıma sahip olmaları
gerekmektedir. Temmuz ayından sonra gideceklerin ise gündüz bezdirici sıcak ve
susuzluğa hazırlıklı olmaları şarttır. 1500 m . yükseklikte güneş ışınlarının yakıcı
etkisi, deniz seviyesine göre 2 kat daha fazladır. Eğer kış mevsiminde ve karlı
bir ortamda bulunuyorsak bu etki 4 katına çıkar. 3000 m .’nin üzerinde ise yaz
ya da kış fark etmez mutlaka koruyucu faktörü yüksek kremler kullanılmalıdır.
Karagöl Kamp Alanı
Bolkar
Dağları’na Ankara üzerinden, Ankara-Adana karayolunu takip ederek
gidebilirsiniz. Ulukışla’yı 10
km . kadar geçtikten sonra sağdan ayrılan stabilize köy
yolu, Darboğaz, Emirler ve Aktoprak köylerine gitmektedir. Bu yoldan girilip 22 km . devam edildiğinde
Meydan’a ulaşılmaktadır. Meydan bir yerleşim yeri değil, kamp ve piknik
yapılabilecek güzel bir düzlük. 2300
m . yükseklikte yer alan Meydan’a şu an Çin Setti
genişliğinde 5–6 katlı “ Dağ Oteli ” dedikleri bir yapı inşa ediyorlar.
Meydan’dan,
Karagöl’e gidebilmek için iki seçenek var. Birincisi, yukardan devam eden araba yolunu kullanmak. (Ancak bizim
gittiğimiz dönemde bu yolun bir kısmı karla kapalı olduğu için geçit vermiyordu)
İkincisi, aşağıdan yaylanın ortasından devam eden patikayı takiben yürümek.
Kamp yükü taşıyarak yapılan bu yürüyüş eğer patikadan yapılırsa 1.5 saat ,
araba yolundan yapılırsa 2.5 saat kadar sürüyor. Karagöl, 2600m. yükseklikte
yer alan gerçekten de çok güzel bir kamp alanı, adının kara olduğuna bakmayın
zirvelerin arasında sıkışmış masmavi bir göl aslında. Karagöl’ün az ilersinde
20 dakika yürüme mesafesinde, bir de
Çini göl var, ancak görebilmek için ufak bir tepeyi aşmanız gerekiyor.
Medetsiz Zirvesi
Karagöl’den,
Bolkar Dağları’nın en yüksek zirvesi olan Medetsiz (3525 m ) görünmüyor. Eğer
Medetsiz’e tırmanmayı düşünüyorsanız, önce Koyunaşağı Tepe’ye (3426 m ) çıkmanız gerekecek.
Bu noktadan Medetsiz’i görebilirsiniz ve sırtları takiben zirveye doğru
gidebilirsiniz. Karagöl’den yapılacak bir tırmanış gidiş–dönüş, 8 saat kadar sürmektedir. Zirvede, bütün
büyük zirvelerde olduğu gibi, teneke kutu içersinde Dağcılık Federasyonu’na ait
bir zirve defteri bulunuyor. Bu deftere notlar düşerken bir yandan da eşsiz
manzarayı seyredebilirsiniz. Güneye baktığınızda eğer hava puslu değilse
Akdeniz’i bile görmeniz olası. Doğuda ünlü Aladağlar silsilesi uzanıyor. 3756 m . yüksekliği ile
Demirkazık Zirve’si hemen ayırt edilebiliyor. Kuzey–doğu da ise 3917 m . yüksekliği ile
Erciyes Dağı görünüyor.
Tatil
bitip de Ankara’ya dönüş başladığında, bir burukluk ve hüzün insanın içini
kaplıyor. Yaşanan güzel anıların tazeliği henüz kaybolmamışken yeni etkinlik
planları yapılmaya başlanıyor. Bu arada, çekilen rulo rulo filmlerin nasıl
çıkacağı düşüncesi yol boyunca fare gibi kafanızı kemiriyor. Bu merak ta ki,
slayt makinesinin ilk yansımaları perdeye vurana kadar devam ediyor. O an
yaşanan ve paylaşılan güzellikler sadece bir anıdır artık. Geçmişten geleceğe
uzanan büyük bir zincirin halkaları gibi uzar gider belleklerde. Yeni yeni
halkalar ekleyebilmek umuduyla.
Yazan:
Yavuz İşçen / Ankara
Temmuz
1992
KAZ DAĞLARINDA TREKKİNG
O
koca destanı İlyada’yı okumasaydım eğer, belki de bugün sırt çantamı omuzlayıp
İda Dağı’na Zeus’un tapınağını aramaya hiç gitmeyecektim. İda Dağı’nın
kırkayağı andıran tepelerinde dolaşırken beni buraya getiren nedenlerin, sadece
karşı koyulmaz bir merak ve yaratma içgüdüsünün ötesinde, insan ve kendi
duyarlılığı arasındaki ilişkinin yoğunlaşmış bir ifadesi olduğunu düşünüyorum.
İda Dağ’ı, tanıklık ettiği tarihe hiç aldırmayan doğallığı ile bize büyülü
mekanlar sunarken, aynı anda bu duyarlılığın da sınırlarını keşfetme olanağını
da sunuyor.
İda,
dün olduğu kadar bugünde öneminden hiçbir şey yitirmemiş. Tanrılara insansı
karakterler verilen antropomorfist Antik Yunan’da Yunanistan’ın en yüksek
noktası olan Olimpos Dağ’ı, tanrıların yurdu olarak kabul edilmişti. Üçüncü
kuşak tanrıların babası olarak bilinen Zeus, çoğu kendi oğulları ve kızlarından
oluşan kalabalık bir tanrılar topluluğu ile burada yaşardı. İnsanların en çok
açlıktan korktukları bu dönemde, kuraklık, kıtlık ve açlıkla eş anlamlıydı.
Yağmur ise, dağların yüksek doruklarından bulut ve gök gürültüleri ile birlikte
geliyordu. Belki de bu nedenle insanlara her türlü nimeti sunmaya hazır olan
tanrıların göğe en yakın noktalar olan dağların doruklarında yaşadıkları
düşünülmüştü. Yunanistan’da Olimpos Dağın’da yaşadıklarına inanılan bu
tanrıların Anadolu’daki mekanları ise İda Dağı’ydı. Yunan mitolojisinde “çok
pınarlı İda” ya da “Ana İda” şeklinde anılan bu dağa Anadolu’da bugün Kaz Dağ’ı
denilmektedir. Edremit Körfezi’nin kuzeyinde bir dizi dağın doruğunu oluşturan
Kaz Dağ’ı 1757 m .
yükseklikteki zirvesi ile Marmara Bölgesi’nin en yüksek dağıdır.
Hasan Boğuldu |
İda
Dağ’ı, Homeros’un anlattığı çağda yüksek dorukları bulutları delen, kayalarının
arsından binbir pınarlar fışkıran, ormanlarında aslanlar ve parsların
dolaştığı, yamaçlarında at ve sığır sürülerinin otlatıldığı yemyeşil bir
dağmış. Öyle kocaman ve güzelmiş ki, tanrılar Olimpos’dan kalkıp İda’ya
ziyarete gelirlermiş. Yunan mitolojisi İda’da geçen birçok olayla doludur. Azra
Erhat haklı olarak, Troia efsanesinin kaynağı İda Dağında’dır diyor. Efsaneler,
tanrılar tanrısı Zeus’un tapınağının ve güzel kokulu sunağının, İda’nın
zirvesinde Gargaron’da olduğunu söylüyor. Homeros, Gargaron’u İda’nın zirvesi
olarak naklederken, ilkçağ coğrafyacısı Strabon, İda’nın yüksek kısımlarında
Gargaron denilen bir yer olduğuna işaret edip, bugünkü Arıklı köyü yakınlarında
bir Aiol kenti olan antik Gargara’nın adını buradan almış olduğunu
belirtiyor.
İşte
günlerden bir gün altın yeleli, tunç ayaklı atların çektiği arabası ve işlemeli
altın kamçısı ile Zeus, ünlü Troia savaşını seyretmek için İda’nın zirvesinde
Gargaron’daki tapınağına gelir. Bu tapınak hakkında bugün elimizde yukarda naklettiğim
iki cümleden fazla bilgi yok. 1870’li yıllarda İlyada’daki ipuçlarını
değerlendirerek Anadolu’ya gelen ve efsanelerdeki Troia kentini aramaya
başlayan Schliemann’ın akıl almaz başarısı bizleri ne kadar yüreklendirse de,
bu kadar bilgiye dayanarak Gargaron’u ve Zeus’un tapınağını bulmaya kalkışmak
bütün çekiciliğine karşın hiç de akılcı görünmüyor. Başlangıçta tatlı bir düş
olarak gelişen Gargaron’u bulma fikrinin git gide marazi bir tutkuya
dönüşmesiyle birlikte yavaş yavaş sırt çantalarımızı da hazırlamaya başladık.
İki–üç gün öncesinden loş ışıklı bir birahanenin dumanlı atmosferinde organize
ediliveren bir gezi olmasını istemiyorduk İda’nın. Gidilecek ekibin ve rotanın
belirlenmesinin yanı sıra, İda ile ilgili efsanelerin derlenmesi, arkeolojik araştırmalar
ve her türlü bilginin toplanması epeyce zaman alacağa benziyordu.
İda Dağı Rotamız
Altında
“gizli”, “kopya edilemez” gibi şeyler yazdığı için Milli Kütüphane fotokopi
görevlisinin bir türlü çoğaltmaya yanaşmadığı 1/200.000 ölçekli İda Dağ’ı haritasının
elde edildiği haberi geldiğinde bütün ekip epeyce sevinmiştik. Oysa sonradan
acı tecrübelerle öğreneceğimiz gibi bu ölçekte bir harita ile dağa gitmek
aslında kaybolmakla eş anlamlıydı. Sekiz kişiden oluşan ekibimizle Akçay’dan
yürüyüşe başlayıp Kızılkeçili Köy’ü üzerinden zirveye çıkmayı ve sonradan da
Karaçamtepe–Narl –Küçükkuyu rotasını izleyerek İda’yı altı günde geçmeyi
planlıyorduk. Akçay’daki zeytinlikler yerini karaağaç, kestane ve çam
ağaçlarına bıraktığında, patikalara dönüşerek ilerleyen yol, yavaş yavaş zorlu
bir tırmanış halini aldı. İlk bakıştı gayet masum görünen sırt çantalarımızın,
tırmanışla birlikte mazoist duyguları tatmin için yaratılmış nesneler olduğunu
düşünmekten kendimizi alamıyorduk.
Dağda
sık sık kaybolup yolu bile bulmakta güçlük çeken ekibimizin, Gargaron’u ve
Zeus’un tapınağını bulacağına olan inancımın git gide zayıfladığı bir anda
yerde gördüğümüz antik seramik kırıkları ile birlikte ormanın içinde geniş
çaplı bir araştırmaya giriştik. Oldukça sık olan bitki örtüsü araştırmamızı
hayli güçleştiriyordu. Bu arada definecilerin kazdıkları çukurlara düşmemek
için azami gayret gösteriyorduk. Seramik kırıkları ve çeşitli tuğla parçaları
geniş bir alana dağılmış durumdaydı. Taşlar üst üste dizilerek oluşturulmuş bir
alana rastladık. Bunun dışında da fazlaca bir şey bulamadık. Buranın Strabon’un
coğrafyasında yerini tarif ettiği ve adı üç–dört yerde geçen, antik Astyra
kentine ait kalıntılar olabileceğini düşünüyorum. Strabon Astyra’dan küçük bir
köy olarak bahsediyor ve içersinde Artemis adına yapılmış kutsal bir alana
sahip olduğunu belirtiyor. Ormanın içinde hiç beklemediğimiz bir anda birden
karşımıza çıkıveren buranın Astyra olup olmadığı, ya da neresi olduğu soruları
kafalarımızı kurcalayarak zirveye doğru olan tırmanışımızı sürdürüyoruz.
Yürüyüşümüz, çavlanların yolumuzu keserek bizlere serinleme olanağı sunduğu
noktalarda molalar vererek devam ediyor.
Zirveden Edremit
Körfezi’ni seyretmek
İda’nın
zirvesinde eşsiz bir manzara ile karşılaştık. Bütün Edremit Körfezini sisler
içersinde görebiliyorduk. Zeus’un tapınağını ve güzel kokulu sunağını
bulamamakla birlikte büyülü bir şeylerin etrafımızda dolaştığını, bize
seslendiğini, dokunduğunu hissediyorduk. Bir zamanlar Troia kralı, Priamos’un
oğlu Paris’in hakemlik yaptığı o ünlü güzellik yarışmasına ev sahipliği yapmış
olan İda Dağ’ı, bugün de konukseverliğinden hiçbir şey yitirmemiş. Yolunuz bir
gün İda’ya düşerse Aphrodite’nin tanrıçalar arasında en güzel seçilmesinde
büyük katkısı olan Skamandros Nehri’nin (Küçük Menderes) kaynağını bulmadan
sakın dönmeyin. İda’nın eteklerine yakın bir yerden çıkar Skamandros. Troia
savaşında, Akha’lı ünlü komutan Akhilleus’u önüne kattığı gibi kovalayan işte
bu Skamandros’dur. Herakles çok susadığında elleri ile kazıp çıkarttı bu nehri.
Buz gibi suyundan için, ay ışığında saçlarınızı yıkayın, Aphorodite, güzellik
kraliçesi seçilmeden önce ve tüm Troia kızları gerdek gecesi öncesi bu sularda
yıkandı unutmayın.
Yolunuz
bir gün İda’ya düşerse zirvesine mutlaka çıkın. Derin bir soluk alın orada.
Binlerce yıl geçmişten binlerce yıl geleceğe uzanan tarihtir soluduğunuz
İda’da. Tanrılar tanrısı Zeus, şu an sizin bulunduğunuz yerden seyretti ünlü
Troia savaşını. Yüzünüzü Troia kıyılarına çevirin, bin yıllar önce Akha
ordusunun yaktığı savaş ateşlerinin sıcaklığını hissedeceksiniz. Patlamaya
hazır bir savaşın habercisidir bu ateşler. Bu savaş, Anadolu’nun en eski
şehirlerinden birinin Troia’nın mahfına neden olacaktır. İda dağ’ı, o günden
bugüne bütün ağırbaşlılığı ile bu olayın tek görgü tanığıdır. O da bütün
tanıklar gibi soru sorulmadıkça konuşmaz. Onu sorgulamasını becerebildiğinizde
içinde aslında hayatın kendisini bulacağınız bir çok hikaye ile
karşılaşacaksınız. Hektor ile Andromakhe’nin hikayesi bunların içinde en tüyler
ürpertici olanıdır.
Hektor ile
Andromakhe
Toros
Dağları eteklerinde Klikya bölgesinde bir kralın kızıdır Andromakhe.
Akhilleus’un, savaş meydanında boğazına kargısını sapladığı Hektor kocasıdır
onun. Troia’nın en yüksek surundan aşağıya atılmak sureti ile ölüme mahkum
edilen bebek onun oğludur. Yenilgi sonrası, Akhalılar şimdi şişkin karınlı
gemileri ile onu köle pazarına satmaya götürmektedirler. İda Dağı’nda
kulağınızda çınlayan Andromakhe’nin feryadıdır. İnsanı ürperten derin bir sevgidir
Andromakhe’nin Hektor’a duyduğu. O koca destanda İlyada’da belki de
yakalayabileceğiniz tek gerçek sevgidir bu.
Bu
sevgiyi içinizde derinden hissedebiliyorsanız eğer, yolunuz bir gün İda’ya
düşecektir biliyorum. İşte o gün yüce İda, sırlarını yalnız size açacak ve
kulağınıza bin yıllar ötesinden gelen bir şeyler fısıldayacak. Başkalarının
anlamadığı ve hissetmediği bir şeyler.
Yazan:
Yavuz İşçen / Ankara
Ağustos
1991
AMAÇ DOĞA İLE MÜCADELE ETMEK DEĞİL
ONU KEŞFETMEK
KIZILÇUKUR MAĞARASI
KIZILÇUKUR MAĞARASI
Yazan: Yavuz İşçen
MERAKLIYA ÖZGÜ BİR AYRICALIKTIR GEZGİNLİK
“Sersefil
olacaksınız oğlum!” Evden çıkarken böyle söylüyordu annem. Haksız da
sayılmazdı. Birçok geziden perişan olarak dönmüştük. O an anneme bundan büyük
bir haz aldığımızı anlatmak ve onun da beni anlamasını beklemek fazla mantıklı
değildi. Hareket noktamız olan Eser Sitesi’deki benzinlikte buluştuğumuzda
ekibin çoğu gelmişti. Herkesin gözünde aynı coşku ve heyecanı yakalayabilmek
mümkündü. Ortak duygulara sahip olmak, yepyeni paylaşımları beraberinde
getiriyordu. Benim için de işin en lezzetli tarafı buydu.
Nida,
Land Rover’in tekerlerinin havasını ayarlarken, iyi bir mağara bulup
bulamayacağımızı soruyordu. Aldığımız bilgilere bakılırsa (bu camiada bunlara
istihbarat deniliyor) mağara bulacağımız bile kesin değildi. Daha önce
Eskişehir bölgesinde çalışmış olan bir orman memuruna, Bolu’da rastlamış ve
sohbet esnasında o bölgede mağara olduğu yolunda bir bilgi elde etmiştik.
Elimizde bu bir cümlelik bilgiden başka hiçbir şey yoktu. Kanımca bu kadar
bilgi, iki günlük bir serüvene çıkmak için yeter de artardı bile.
Daha
önce hiç mağara bulamayıp elimiz boş döndüğümüz birçok gezi yapmıştık. Aslında
“bu bölgede mağara yok” demek bile bir bilgi idi ve bunu söyleyebilmek için de
en sağlıklı yol oraya gitmekti. İşte böyle teselli buluyorduk. Hiçbir akademik
başarı kaygısı olmaksızın, hiçbir yere hesap verme zorunluluğu olmadan sadece
araştırmak için araştırmak. Gerçek amatörlük işte burada gizliydi. Özgürlük
duygusunu olabildiğince hissetmek, yaşamın ayrıntılarında gizlenmiş küçük
zevkleri tadabilmenin biricik yoluydu.
Ankara’dan
4 saatlik bir yolculuktan sonra ulaştığımız Süleler Köyün’de karşılaştığımız
manzara, yol yorgunluğumuzu bir anda unutturdu. Çam ormanlarının çevirdiği
Gökçekaya baraj gölü muhteşem görünüyordu. Süleler Köyü’nün cana yakın ve bir o
kadar da meraklı köylüleri ile yaptığımız ilk sohbetten sonra, bölgede, Kızılçukur Mağarası
adı ile
bilinen bir mağara olduğunu, daha önceden araştırma amacı ile gelen herhangi
bir ekibin olmadığını öğreniyoruz.
Mağaranın
ortalarında köylülerin “darboğaz” olarak adlandırdıkları ve içinden dışarıya
doğru yoğun bir şekilde rüzgar gelen oldukça küçük bir delik olduğunu ve bu
delikten öteye geçen bulunmadığını belirtiyorlar.
Nihat’ın
sözünü tutacağına güvenerek, yürüyeceğimiz yol hakkında son bilgileri kendisinden
almaya çalışıyorduk. “Ormanın içinden dümdüz çıkın yukarda yaylaya ulaşınca
oradan birini alısınız size mağaranın yerini gösterir.” Ağustos ayının
bezdirici sıcağında mağara malzemeleri ile dolu sırt çantalarımızı yüklenip
orman içinden tırmanmaya başladığımızda, terden sırılsıklam olan giysilerimiz
ve Kerbelayı aratmayacak susuzluk, en sabırlımıza bile lanet olsun
dedirttirecek cinstendi. Annemin ileri görüşlülüğüne bir kez daha hayran
oluyordum. Evet ! kadıncağız haklıydı. Sersefil olmaya daha şimdiden
başlamıştık.
YERALTININ
DERİNLİKLERİNE YOLCULUK
Kızılçukur
Mağarası gerçekten çok güzel görsel zenginliklerle dolu. Pamukkale benzeri
traverten oluşumlar. Görkemli sütunlar, çeşitli sarkıt ve dikitler arasında
fantastik bir yolculuktan sonra meşhur “Darboğaza” ulaştık. Köylülerin
tahminlerinin aksine Gülçin de dahil bütün ekip delikten zor da olsa geçmeyi
başardık. Darboğazın sonrasında mağara ana galerisi aynı güzellikte bir süre
daha devam edip, büyük bir çöküntü salonla son buluyor.
Orhan,
Gülçin ve Ayça’dan oluşan 3 kişilik ekip mağaranın haritasını çıkarabilmek
amacı ile ölçümler alırken, ekibin diğer üyeleri mağaranın değişik kısımlarında
araştırma ve fotoğraf çalışmalarını sürdürdüler. Dört saatlik bir çalışmadan
sonra mağaradan çıktığımızda bütün ekip aynı gururu paylaşıyorduk. Bilinmeyen
bir mağarayı gün ışığına çıkartarak literatüre kazandırmanın mutluluğunun yanı
sıra, bir günde doğayı yendiğini zannetmenin yarattığı güven ve güçlülük
duygusu; İşte, Kızılçukur Mağarası’ndan çıktığımızda bizi bekleyen ödül buydu.
Yazan:
Yavuz İşçen / Ankara
Ağustos
1992
DOĞADAN ALINAN BORCUN FAİZİ
Dağın
dumanı olur, boranı olur, eşkıyası olur, hatta af buyurun ayısı bile olur da
turizmi olmaz mı? Olur elbette neden olmasın! Kemeraltı turşucusunda nasıl her
şeyin bir turşusu varsa, bizde de her şeyin bir turizmi var. Turizmin de bir
bakanlığı var. Bakanlığı da olduğuna göre konu ciddi olmalı.
Evet
arkadaşlar konu ciddiydi. Teneke kola kutusunu Vibram tabanlı dağ ayakkabım ile
iyice ezdikten sonra, aynı işlemi etiketinden zeytinyağlı barbunya fasulyesine
ait olduğunu anladığım konserve kutularına da uygulamaya başladım. Daha sonra
biriken teneke yığınını, sağda solda uçuşmakta olan naylon torba ve poşetlerin
içine tıkmaya başladım. Bir gün önce aynı yerde kamp kurmuş olan birilerinin
dökmüş olduğu salçalı makarna artıkları ve sigara izmaritleri arasında kendi
çadırıma yer açmaya çalışıyordum.
Aklıma
ister istemez Turizm Bakanlığı’nın koridorunda, duvarda gördüğüm parlak kağıtlı
afiş geldi. “Dağlarımız Turizme Açılıyor” Evet istediğimiz dağı turizimleyebilecektik
böylelikle. Bu, yattığın yerden uzaktan kumanda aleti ile kanaldan kanala
atlayabilmek kadar baş döndürücü bir zevk olmalıydı. Koskoca Turizm Bakanlığı
da kendini bu zevkten mahrum edecek değildi ya. Etmedi de zaten. Bundan 6
bilemedin 7 yıl öncesine kadar ülkemizde “dağ Turizmi” denildiğinde akla sadece
kayak merkezleri ve Türk filmlerinde, Amerika’daki tahsiline sömestre tatili
nedeni ile ara verip İstanbul’a dönen ve bir grup arkadaşı ile kayağa giden
Nejat akla gelirdi. Bu alanda Uludağ, uzun yıllar tek merkez olarak varlığını
sürdürdü. Sonra baktılar ki, ülkemizde fabrikatör oğlu Nejat’ların miktarı hiç
de az değil. Bunun üzerine sayı birden artmaya başladı. Kartalkaya, Erciyes,
Ilgaz, Elmadağ, Palandöken, Saklıkent ve diğer merkezler hızla eklendi. Dağları
otellerle, otelleri insanlarla ve sonuçta da doğayı çöpleri ile doldurmaya
başladılar. Bugün olay daha da vahim bir hal aldı. Çünkü artık “Dağ Turizmi”
kavramı sadece kışın yapılabilen kayağı değil, yaz kış yapılabilen trekking,
kamcılık, dağcılık ve kaya tırmanışı etkinlikleri de içine aldı. Tabi ki kapsam
genişledikçe sorunun boyutu da büyüdü.
Genel
bir vurdumduymazlık içersinde bizden sonra gelecek kuşakların da sağlıklı bir
çevrede yaşama hakları olduğu gerçeği sürekli göz ardı edildi. Çünkü doğaya,
hiçbir zaman insanlığın tüm kuşaklarına ait bir miras olarak bakılmadı. Doğa,
insanın sınırsız biçimde sömüreceği bir ortak zenginlikler bütünü olarak
algılanıp, bu kaynağın bir gün tükeneceği hiç akla getirilmedi. Aslında
insanlığın tarihi, onun doğaya karşı verdiği savaşımın tarihinden başka bir şey
değil. Yapılan işlere ve gelinen yere bakılırsa, insanoğlu bu savaşımı zaferle
noktalamış gibi görünüyor. Kürsülerden atılan nutuklar ve kulağımıza gelen
zafer çığlıkları da bunu doğrular nitelikte. Oysa durum bu kadar basit ve tek
yanlı değil. Doğadan alınan borcun bir de faizi var. Çünkü doğada her şey,
fiziğin temel kurallarından biri olan “Etkinin tepkiye eşitliği” ilkesine göre
yürüyor. İnsanoğlu inanılmaz zeka ve becerisine karşın bu kuralı değiştirebilecek
güce sahip değil. Zaten bugün “Çevre kirliliği” denilen şey de, insanoğlunun
acımasız saldırılarına, bilinçsizce ve bencilce davranışlarına karşı, doğanın
vermiş olduğu mütevazi bir yanıt sadece. Başka bir değişle söylersek, doğadan
alınan borcun ağır bir karşılığı.
Eskiden
dağcılar kamplarını topladıktan sonra, ne kadar çöp, pislik, kutu, şişe vs.
varsa hepsini toplayıp kente kadar geri taşırlar ve burada çöpe atarlardı. Çok
şükür hala aynı geleneği devam ettirenler çoğunlukta. Çağın gereği her şeyin
moda haline dönüştürülüp, medyanın da yardımı ile süslenerek lanse edildiği şu
günlerde, dağcılık da çevrecilikte modaya uymakta gecikmedi. Bugün ülkemizde
dağlar, çeşitli firmalar tarafından organize edilen dağ turları ve bunlara
katılan yerli yabancı birçok kişinin bıraktığı artıklara günden güne
doğallığını yitiriyor. Kayak merkezlerinin bulunduğu dağlarda ise durum
gerçekten içler acısı. Dağ oteli ve tesis adı altında yapılan çok katlı beton
binalar, gerilen teller, dikilen direkler ve üretilen kamyonlar dolusu çöp. Bu
çöpleri çoğu zaman atılması gereken yerlere değil de, dağın gözden uzak
herhangi bir yerine bırakılmasından rahatsız olmayan insanlar. Unutmayalım ki,
dağı dağ yapan sadece ve sadece onun doğallığıdır. Bu doğallığın yok edildiği
gün, geri dönülmez bir sürecin içinde yol almaya başlayacağız. Dünya üzerindeki
ormanların hızla yok olması, nehirlerin, göllerin ve denizlerin fabrika
artıkları ve asitli sularla kirlenmesi, kullanılabilir toprakların erozyona
uğraması, bitki ve hayvanların türlerinin süratle tükenmesi en bencil
yaklaşımla insanlığın da sonunu hazırlayacaktır.
Belki
de bizler o gün, neredeyse bütün bilim kurgu filmlerinin ortak konusu haline
gelmiş olan, kendimize kirletilmemiş yeni bir dünya bulabilmek düşüncesiyle,
uzay gemimize atladığımız gibi galaksiler arasında yolculuk yapmaya
başlayacağız. Tabi ki yeni bir dünya bulmak o kadar kolay değil. Epeyce zaman
uzayda dolaşmak zorunda kalacağız. Zaman uzadıkça her türlü maddenin ve besinin
kullanımı büyük önem kazanacak. Her türlü atık madde işlemlerden geçirilerek
yeniden kullanılır hale getirilmeye uğraşılacak. O gün belki de en büyük suç,
kullanılabilir maddeye zarar vermek olarak yasalara yazılacak. Bu arada uzay
gemimiz içersinde belki 25. kuşak hüküm sürüyor olacak. Her yeni gelen nesile,
sürekli bilgi aktarımı yapıldığı gibi, umutların kaybetmemeleri için terk etmek
zorunda kaldığımız dünyamız ile ilgili filmler gösterilecek ve eski
dünyamızdaki kaynakların bolluğu, ormanlar, göller ve tüm güzellikler
anlatılacak. Her yeni nesil, seyrettikleri karşısında dehşete düşüp bize
soracak, “dünya madem o kadar güzel bir yerdi de insanoğlu onu neden mahfetti?”
Sevgili
25. kuşak, senden 25 kuşak önceki, hatta
daha önceki ataların, bu soruyu bir kez olsun kendilerine sormadılar. Bugün
sizler işte bunun için uzayda kendinize yaşanabilir bir dünya aramak zorunda
kaldınız. Bugün sizler hayretler içinde bu soruyu soruyorsunuz, ancak çok geç
kardeşlerim çok geç.
Yazan:
Yavuz İşçen / Ankara
Ocak
1993
Doğada Nasıl
Sevişilir?
İyi seks yapmak iyi
yemek yapmaya benzer, kendiliğinden olmaz, üzerinde çalışmak gerekir. Yemek
yaparken olduğu gibi malzemeleri seçmek ve hazırlamak, zamanı ayarlamak ve
sonundaki sunuş çok önemlidir. Spontane (aniden) oluşan durumların başarısı ise
daha önceki deneyimlere bağlıdır. Doğada seksin hazırlıkları, olayın doğada olması
nedeniyle doğaya gidiş hazırlıklarıyla birlikte yürür. Örneğin sırt çantası
secimi, yapılacak etkinliğe bağlıdır, ama ne kadar küçük seçilirse o kadar iyidir,
çünkü az yüklemek “Hayatim çok yorgunum!” bahanesi en aza indirilebilir. Kaliteli
bir çanta seçimiyle uzun yürüyüşler sonrası kendinizi rahat hissedersiniz. Bu
tur yürüyüşlerin sonrası çanta kolonlarının ağrıttığı yerlere özel ilgi hoş bir
başlangıçtır. Omuzlarına masaj yapayım mı?
Çadır en önemli gereçlerden
biridir. Her ne kadar yıldızlar, kamp ateşi ve mehtabın romantizmi tartışılmazsa
da, en fazla rahatsız edilmek istenilmediği bir anda börtü böceğin veya röntgen
mütehassıslarının ilgisinin libidoya menfi etkisi vardır. Bir mumla aydınlatılmış
sakin bir çadırın romantizmi de yadsınmamalıdır. Özellikle doğa deneyimi
olmayan partnerler burada kendilerini daha rahat hissederler. Kolay kurulan bir
çadır seçmek ve kurmayı önceden çalışmak, acil durumlarda moral bozukluğunu önler.
Biraz genişçe bir çadır seçmek burada kalındığı surece tek bir pozisyona bağlı kalmayı
önler. Özellikle Basecamp çadırlar grup takılmak isteyenler için idealdir.
Uyku tulumu yine
temel malzemelerden biridir. (Uyku kelimesi yanıltmasın illa uyunacak diye bir
hal yoktur) Özellikle iyi markaların uyku tulumları birbirine birleştirilebilir.
Böylece “yerim dar, yenim de” muhabbeti bir nebze engellenmiş olur ve soğuk
konsantrasyonu bozmaz. Genellikle aynı marka ve tipte tulumlar birleştirilebildiğinden,
bunu sağlamak için belli bir çaba gereklidir. Örnek olarak söyle denebilir. “Sen
şarapları getir tulumları ben ayarlarım”.
Tulumun altına
serilecek malzeme secimi, yine ne kadar konfor istediğinize bağlıdır. Şişme
yataklar iyi yalıtım sağlamadıkları ve en önemli anda patladıkları için önerilmez.
Mat diye tanımlanan kapalı hücreli malzemeler en iyi yalıtımı sağlayan, pratik
malzemelerdir. Son zamanlarda sıkça kullanılan kendi kendine şişen özel havali
matlar pahalı, ama konfor acısından en iyi olanlarıdır. Bazı kişiler yanlarında
birden fazla mat taşırlar. Bunlar gerektiğinde fazla basınca maruz kalan
yerlere takviye olarak kullanılır.
Aktiviteler için seçilecek
kıyafet de korunma ve rahatlık acısından önemlidir. Eğer yolda yanlış giysi nedeniyle
ıslanmış, terlemiş ya da üşümüş iseniz, bu kötü bir başlangıç olur. Giysi seçiminde
önemli bir faktör de kolay çıkarılabilir olmasıdır. Özellikle tulum iç giysiler
başlangıçtaki heyecanı, dolayısıyla de zevki öldürür. Unutulmaması gereken bir konu
da binlerce yıldır seksin kıyafeti hep aynı kalmıştır.
Yiyecek seçimine
de, tüm doğa aktivitelerinde olduğu gibi, özen göstermek gerekiyor. Yüksek
enerjili ve dengeli beslenme en önemli kuraldır. Uzun sureli gezilerde çeşitlilik
moralin hep iyi kalmasını sağlar. Özellikle ilk günlerde partnerin sevdiği
yemeklerle ona sürpriz yapmak ve bazı çılgınca yiyecekleri organize etmek size
puan sağlar. (Örn: Gobi Çölü geçişi sırasında, partnere doğum günü nedeniyle kirili
pasta sunmak) İçeceğin önemi bu tur aktivitelerde daha da öne çıkar. Yüksek
irtifalarda olan fazla sıvı kaybı, hareket nedeniyle daha da artar. Bu nedenle
bol sıvı almak çok önemlidir. Özellikle bitki çayları, hem sağlık acısından hem
de sizin doğallığınıza hayran kalacak partneriniz acısından şiddetle önerilir.
Her zaman olduğu gibi doğa da güzel bir yemeğin süsü şaraptır. Eğer cam şişeler
sizin için ağır ise, şarabı özel mataralara aktarıp aynı zamanda havalanmalarını
da sağlayabilirsiniz. Yalnız unutmayın ki şarap az miktar içilince heyecanı arttırır
ama aşırı içildiğinde tüm duyuları uyuşturur. Eğer ertesi gün partnerinizin
orgazm olup olmadığını hatırlamıyorsanız, biraz fazla içmişsinizdir. Eğer
kendinizin gelip gelmediğini hatırlamıyorsanız epey fazla kaçırmışsınız
demektir. Hele partnerinizin kim olduğunu hatırlamıyorsanız inanılmaz fazla içmişsinizdir.
Kendinizin kim olduğunu hatırlamıyorsanız, bir doktora görünün. Alkolizm
tedavisi gerekebilir.
Bu yukarıda anlatılan
organize olmaya ve doğada belli bir konfora önem verenler içindir. Olayları daha
doğal yaşamak isteyenler için çadırın yerini bir kovuk ya da mağara tutabilir.
(hatta bazı speleologlar bunu tercih bile eder) Mat yerine kuru otlar ve saman kırsal
alanlarda zaten kullanılmaktadır. Uyku tulumu sıcak günlerde fazla bile
gelebilir, yiyecek yoksa aç idare edilir. Özel seks araç-gereçleri kullananlar,
bu konuda daha doğal şeylere yönelebilirler. Çeşitli bitkisel yağlar sırf
yemeklerde kullanılmayabilir.
Tabii ki
malzemelere gösterilen ilginin daha fazlası fiziki kondüsyona gösterilmelidir; unutulmamalıdır
ki, doğada olsun olmasın seks için en önemli malzeme hala et ve kemiktir. Eğer
daha elbiseleri çıkarırken nefes nefese kalınıyorsa, erk konusunda bir şeyler yapmanın
vakti gelmiş demektir. Her turlu doğa sporunu yapmak için gerekli olan antrenmanlar,
doğada seksi de kolaylaştırır. Bu antrenmanlarda kuvvet antrenmanlarından çok,
mukavemet ve esneklik antrenmanlarına ağırlık vermek daha uygun olur.
Doğada yapacağımız
her turlu aktivite de karsımıza çıkabilecek çeşitli hastalıklardan bazıları (hipotermia,
donma, güneş yanığı, yüksek irtifa hastalığı gibi) özellikle hafif kıyafetle yapılan
aktivitelerde dikkat edilmesi gereken konulardır. Bir de özellikle konumuzla
direkt olarak ilgili bir hastalık olan fallik şok (kanın yüksek irtifalarda
aniden penise hücum etmesiyle bayılma) vardır. Böyle bir bayılmada yapılacak
ilkyardim, ayakları baş seviyesinin (şapka taşınan baş!) üstüne kaldırıp, kanın
yine gereken yerlere geri akmasını sağlamaktır. Tabii ki doğadaki bazı mahlukatlar
da dikkat edilmesi gereken konular arasındadır. Gittiğimiz bölgedeki tehlikeli böcekler,
sürüngenler ve memeliler hakkında ön bilgi edinmemiz, sağlığımız acısından önemlidir.
Bu konuda aklıma hep su laf gelir: Bazı arkadaşlarım hareket eden her şeyle
seks yaparlardı, ama ben kendimi hiçbir zaman sınırlamadım.
ÖZEL YERLERDE SEKS
Ski Diving: Her ne
kadar bu spor sırasında yapılmış olan seks ile ilgili pek fazla güvenilir bilgi
yoksa da, teorik olarak bazı şeylere dikkat etmek gerektiğini söyleyebiliriz. Örneğin,
olayın başarıya ulaşması için atlayışa epeyce yüksekten başlamak gerekir ve
tabii ki çok acele etmek basarı oranını artırır. Bu konuda deneyimli olanlara ricamız,
bize bütün teknik bilgileri yollamaları. Böylece biz de sizlere daha detaylı
bilgiler verebiliriz.
Yüksek İrtifa ve
Kaya Tırmanışı: Dağcılığın farklı dallarında, farklı zorlukların olduğu
bilinmektedir. Bu aynen bizim konumuza da yansır. Örneğin yüksek irtifa dağcılığında
gerekli olan aklimatizasyon (yükseğe uyum sağlama), o yükseklikte yapılacak
seks için çok önemlidir. Kan basıncının ve nabzın düzenli hale gelmesi demek
olan aklimatizasyon yeterli ise, cinsel aktivite de olabilir. Yani yan çadırdan
gelen sesler bu aktivitenin yapıldığını size belli ediyorsa, o çadırda kalanlar
yeteri kadar aklimatize olmuşlardır ve siz de çekinmeden onlarla çıkışınıza
devam edebilirsiniz. Kaya tırmanışı sırasında, özellikle birkaç gün duvarda kalınacaksa,
kaya hamağında seks yapmanın bazı vazgeçilmez emniyet kuralları olmalıdır. Her
zaman koşumunuz (emniyet kemeri) takılı ve emniyet noktası bağlı olmalıdır. Bu
tabii her iki ortak için de geçerlidir. Bu halde nasıl hareket edeceğiniz ve
pozisyon değiştireceğiniz tamamı ile sizin becerinize kalmıştır.
Mağaracılık: Mağaralar
mekan olarak pek çok avantaj sunmaktadır. Sessizlik, yalnız kalabilme, seslerin
hoş bir şekilde yankılanması bu tur avantajlar arasında sayılabilir. Dezavantaj
olarak ise mağaranın bazı kişiler için ürkütücü olması, nem ve yarasalar sayılabilir.
Eğer böyle mekanlara alışıksanız, neme karsı uygun döşek ve kıyafetiniz varsa
ve yarasaları rahatsız etmezseniz aslında büyük bir sorun yaşanmaz. Seçtiğiniz mağara
eğer sürünerek girilen galerilere sahipse, bu durum yatay pozisyona uyum için
bir avantaj olabilir.
Akarsu Sporları: Akarsu
denilince çoğunlukla salcılık geliyor. Aslında bu spor, geniş bir botun varlığı
nedeni ile sevişmek için çok uygundur. Kendinizi su yatağındaymış gibi rahat
hissedersiniz. Dikkat edilmesi gereken konular ise, mutlaka can yeleği taşımak
ve üçüncü bir kişinin de (dümenci olarak!) botta bulunması gereğidir. Eğer
kanoda sevişmek istiyorsanız, gereksiz eşyaları su geçirmez bir bidona koyup,
kanonun yanında yüzdürmeniz tavsiye edilir. Ayrıca ağırlık noktasının mümkün olduğunca
alçakta tutulması ve pozisyon değişikliklerinin önceden özenle planlanması
gerekmektedir.
EMNİYETLİ SEKS
Bu konuda dikkat
edilecek şeyleri üç konu başlığı altında toplayabiliriz:
Çevre
Sağlık
Hamilelik
İlk baslıkla ilgili bilgiler zaten doğa sporları yapanlar tarafından
yeteri kadar bilinmektedir. Önemli olan heyecana kapılıp bunları unutmamaktır. İkinci
baslık günümüzde normal olarak her yerde herkesi ilgilendirmektedir. Cinsel ilişki
ile bulaşan hastalıklara (özellikle AIDS) karsı korunma, bu işi nerede yaparsak
yapalım önemlidir. Esinizin geçmişini bilmek ve prezervatif kullanmak ilk elde söylenecek
seylerdenedir. Uçuncu konu ise bildik korunma yöntemleri ile engellenebilir.
Elinizin altında klasik korunma aletlerinden hiçbiri yoksa bir Aspirin bu işi çok
iyi bir şekilde çözer. Aspirin hapı bayan tarafından (aslında erkek de yapsa
olur) iki dizin arasına yerleştirilir ve ne olursa olsun bırakılmaz. Bu yüzde yüz
garantili bir korunmadır. Görüldüğü gibi doğada sevişmek, bazı ayrıntılara
dikkat ettiğiniz surece evden farklı değildir. Özellikle hayatlarının bazı dönemlerini
doğada geçiren kişiler, yaşamın önemli bölümlerinden olan bu olayı gerekli
ciddiyet ve tutkuyla yaşayabilmelerine yardımcı olduğumuzu umut ederiz. Lütfen
bu konuda yaşadığınız deneyimlerinizi bize yazın. Böylece deneylerimizi paylaşmış
oluruz.
SONUÇ
Doğada seks konusu aslında
bizim gibi asıl yaşamı doğa dışında olanlar için gereklidir. Hayatlarını doğada
idame ettiren kişiler, yasamın parçası olan bu konuda zaten deneyim ve
geleneklerle işi halledebiliyorlar. Ama dinlence eğlence olsun diye ya da sırf
merak ve ilgi nedenleriyle doğaya çıkanlar, alışık olmadıkları bu koşullarda alışık
oldukları şeyleri yapmak istediklerinde, bir acemilik çekebilirler. Gittikçe
artan doğa sporcuları, aktiviteleri sırasında da yaşamlarının spor dışında önemli
bir bölümünü işgal eden şeyleri yapmak istemeleri çok doğaldır. Ya da doğayla
az çok tanışıklığı olan herkes bu konuyu, belki de bir fantezi olarak, istemiş
ve uygulamıştır. Öyleyse herkesin, ya da neredeyse herkesin, bildiği bir seyi
niye anlatmak ihtiyacı duyup yazıya doktuk?
Kaynakça:
LEMAN Coğrafik Dergi (Temmuz 1996-Şayı: 3)
Robert Role ve Buca Hilton’un Seç in THA Outdoors kitabından
çeviren Hasan Oral
ASSOS (BEHRAMKALE)
Yazan: Yavuz İşçen
ASSOS NEREDE?
Assos,
Adramyttenos körfezinin (Edremit Körfezi)
batı ucuna yakın bir yerde bugünkü Kadırga Burnunun 3 km . kadar batısında
bulunmaktadır. İlk çağ Assos kentinin kalıntıları, Satnioeis çayının (Tuzla Çayı) bir yay çizerek denize en çok yaklaştığı
yerde, bu çay ile deniz arasında kalan bölgede yer almaktadır. Bir liman şehri
olmakla birlikte denizden 238
m . yükseklikte sarp bir kayalık üzerine kurulu olan
Assos’a deniz tarafından oldukça dik bir yokuşla ulaşılır. Bu yolu yaya
tırmananlar, “Ölüm hükmünü daha çabuk vermek istiyorsan Assos’a git.” diyen
gitaracı Stratonikos’un sözlerine hak vereceklerdir. Şehirlerini dik bir
kayalık üzerine oturtup savunulmasını kolaylaştıran ve mükemmel bir duvar
işçiliği ile sağlam surlar inşa eden Assos'’ular başlarına gelecekleri önceden
sezmiş gibi gözükmektedirler.
Assos, bugün Çanakkale ili Ayvacık ilçesi Behramkale köyü
bitişiğinde bulunmaktadır. Çanakkale–İzmir
karayolu takip edildiğinde 88
km . sonra Ayvacık’a ulaşılmaktadır. Ayvacık’tan sola
ayrılan 18 km .lik
yol ile Behramkale köyüne ve köyün hemen bitişiğinde bulunan Assos
kalıntılarına gelinmektedir. Behramkale’ye yaklaşıldığında Satnioeis çayı
(Tuzla Çayı) üzerindeki, bir zamanlar I. Murat’ında geçtiği 14 yy. Osmanlı
köprüsünden geçilmektedir. Aynı yol
devam edilirse 3 km .
aşağıda Assos limanına varılır.
ASSOS
KAZILARI
Assos’ta J.T. Clarke ve F. Bacon’dan kurulu Amerikalı kazı
ekibi 1881–1883 yılları arasında kazı çalışmalarında bulunmuştur. 1981 yılından
bu yana Ege Üniversitesi ve Kültür bakanlığının işbirliği ile Prof.Dr. Ümit
Serdaroğlu yönetiminde yeniden kazı ve restorasyon çalışmalarına başlanmıştır.
Bu çalışmalar bugün de sürmektedir. Çevre köylülerin ve define arayıcılarının
yoğun ilgisini çeken Assos’taki Atena tapınağının frizlerinin çoğu Fransızlar
tarafından Paris’e götürülmüştür. Bu parçalar bugün Louvre Müzesi’nde
sergilenmektedir. Frizlerin kalan kısımları ise burada kazı yürüten
Amerikalılar tarafından Boston Müzesine taşınmıştır. Geriye kalan birkaç
kabartma ise İstanbul Arkeoloji Müzesinde sergilenmektedir.
ASSOS’U
KİMLER KURDU?
Daha çok dilbilimsel araştırmalara dayanılarak Assos
tarihinin bronz çağına kadar uzandığı düşünülmektedir. Bu görüşe göre Assos,
Anadolu’nun yerli halkı tarafından M.Ö 2000 yıllarından bu yana yerleşime sahne
olmuştur. Özellikle Assos adının Helen dilinde bir anlamı olmaması ve
sözcüğün–ssos–şeklinde bitişi, bu yer isminin Luwi kökenli olduğu ve sonradan
Helen ağzına uydurulmuş olabileceğini düşündürmüştür. Ancak Assos’da 1981
yılından bu yana sürdürülen kazılarda bu görüşü destekler bir bulguya henüz
rastlanmamıştır. Bu görüşün yanı sıra, Assos hakkındaki en eski bilgileri
Lesbos’lu Hellanikos’tan almaktayız. Hellenikos, Assos’un M.Ö 700 lü Yıllarda
Lesbos adasından (Midilli Adası) buraya göç eden Metymna şehri sakinleri olan
Aioller tarafından kurulduğunu belirtmektedir. Coğrafyacı Strabon ise,
Lesbos’un Ailois kentlerinin metropolisi durumunda olduğunu ve Metymna şehrinin
Asya anakarasına 60 stadia uzaklıkta olduğunu belirtmektedir. (yaklaşık 10 km )
AİOLLER
KİMLERDİR?
Lesbos adasından Anadolu’ya göçerek M.Ö 700’lü yıllarda
Assos’u kuran Aioller, aslında Aka’lardan başkası değildir. Avrupalı tarihçiler
tarafından genellikle Orta–Avrupa tunç kültür çevrelerinden güneye inen
İndogermenler olarak kabul edilen Aka’lılar M.Ö 1600 lü yıllardan itibaren Grit
uygarlığının kuvvetli etkisi altında kalarak orijinal bir kültür
oluşturmuşlardır. Bu kültür geliştiği merkezin adına Miken kültürü olarak da
adlandırılmaktadır. Aka’lar M.Ö 1400–1100 yılları arasındaki 300 yıllık dönem
boyunca yoğun bir şekilde Anadolu topraklarına göç etmişlerdir. Bu göçler M.Ö.
600 yıllarına kadar aralıklı bir şekilde devam etmiştir. İlk önceleri Ege
adalarına sonradan da bu adaların karşılarına rastlayan Anadolu kıyılarına göç
eden Aka’lılar, Anadolu topraklarında çeşitli yerleşim yerleri oluşturdular.
Lesbos adasında yapılan arkeolojik araştırmalarda bulunan Aka seramikleri ve
Aka tarzı kubbeli mezarlar, Aka’ların bu adaya M.Ö. 1400 lü yıllarda gelmiş
olduklarını ortaya çıkartmıştır. Bu tarihten 700 yıl sonra Assos’u kuranlar
işte bu Aka’ların torunlarıdır.
AKALILARA
AİT EN ESKİ BİLGİLER
Akalıların Anadolu’ya ilk adım attıkları M.Ö. 1400 lü
yıllarda Anadolu’da Büyük Hitit İmparatorluğu en güçlü devlet durumundadır.
Hitit ve Mısır çivi yazılı tabletleri bize, Aka’lar hakkında en eski bilgileri
vermektedir. Hitit’lerin başşehri Hattuşaş (Boğazköy) devlet arşivinde bulunan belgelerde Ahhiyava
krallığı şeklinde bahsedilen ülkenin Aka’lılar olduğu ilk kez Emil Forrer
tarafından ortaya atılmıştır. Bu görüş bugün genel kabul görmüş durumdadır.
Hitit belgelerinde Ahhiyava adına ilk kez II. Mursilis zamanında (MÖ. 1350–1324)
rastlanmaktadır. Muvattali zamanında ise
(MÖ. 1324–1294) Ahhiyava krallığının büyük bir devlet haline geldiğini, Hitit
kralının ona “ kardeşim ” şeklinde hitap edişinden anlıyoruz. Mısır belgelerinde
ise, Aka’lılardan Agaivaşalılar şeklinde bahsedilmektedir. Büyük Hitit
İmparatorluğu ile çağdaş olan ilk Aka yerleşimleri, Hititlerin batıda egemenlik
kurma çabalarının olmaması nedeni ile daha rahat gelişme şansı bulmuştur. Deniz
ticaretinin henüz yaygınlık kazanmadığı bu dönemde kara ticaretinin düğüm
noktası kuzey Suriye’dir. Mezopotamya’ya giden ticaret yolları üzerinde bulunan
bu noktaya hakim olabilmek Hititlerin başlıca uğraşı olmuştur. Böylece
Aka’lılar Batı Anadolu’da rahat bir gelişme fırsatı bulmuşlardır.
AKA
KOLONİZASYONU ÖNÜNDEKİ EN ÖNEMLİ ENGEL ; TROIA
Ancak bu dönemde Batı Anadolu tamamen de boş sayılmaz.
Geçmişi M.Ö. 3000’lere kadar uzanan Troia, bu bölgedeki en güçlü şehir
durumundadır. Genel olarak bir tunç çağı uygarlığı olarak niteleyebileceğimiz Troia,
güçlü surlarının yanı sıra Hellesponthos’a (Çanakkale Boğazı) hakim oluşu ve
Karadeniz’e giden ticaret yollarını elinde bulundurması bakımından Aka
yayılmasının önünde önemli bir engel oluşturmaktadır. İşte bu konum ünlü Troia
savaşının yapılmasına neden olacaktır. Homeros’un İlyada’sında nedenini, Aka kralı Agemennon’un kardeşinin karısı olan
güzelliği ile ünlü Helena’nın, Troia kralı Priomos’un oğlu Paris tarafından
kaçırılmasına bağladığı Troia savaşının M.Ö. 1200’lerde yapıldığını biliyoruz.
Homeros’un şiirsel bir güzellikle aktardığı bu savaşta Aka’lılar 10 yıl süren
bir kuşatmadan sonra tahta at hilesiyle Troia’yı ele geçirirler.
Troia galibiyetinden sonra Aka kolonizasyon hareketi
Anadolu’da hızla yayılır. Bu hareket M.Ö. 600’lerde Pers’lerin Anadolu’ya hakim
olmalarına kadar devam edecektir. Aka’lıların Anadolu’ya yerleştikleri bölgeye
sonradan Aiolya ve İonya adları verilmiştir. Coğrafyacı Strabon’un belirttiğine
göre Aiolya, Kaikos (Bakırçay) ile Hermos (Gediz) arasında kalan bölge ile
Lesbos adasını (Midilli) içine almaktadır. Aiolya ve İyonya’nın gerisinde
Anadolu’da güçlü devletlerin bulunmayışı, Lidya ve Frigya’nın batı Anadolu’ya
ilişkin yayılmacı bir tutum izlememeleri kolonizasyon hareketinin daha hızlı
gelişimini getirmiştir. Koloni hareketi, M.Ö. 600’lerden itibaren Pers
hakimiyetinin Anadolu’da yayılması nedeni ile yavaşlamış ve durmuştur. İşte bu
kolonizasyon döneminde bir grup Aka’lı M.Ö. 700’lü yıllarda Lesbos adası,
Metymna şehrinden Anadolu’ya göç ederek Adramyttenos körfezinin ucunda bulunan
Assos’u kurmuşlardır. Assos’un bundan sonraki tarihi Anadolu tarihinin özgün
bir parçasını oluşturur.
ASSOS’UN
BAŞINA GELENLER
M.Ö. 700’lü yıllarda şehirlerini inşa etmeye başlayan Assoslular,
düzgün taş işçiliği gösteren sağlam surlarla şehirlerini çevirmelerine karşın
zaman zaman başka ulusların egemenliklerini tanımak durumunda kalmışlardır. Bir
liman kenti olmakla birlikte denizde 238 m . yükseklikte andazit bir kaya kütlesi
üzerine kurulu olan Assos’u, ilk olarak merkezleri Sardes olan Lidya’lılar ele geçirmişlerdir.
Assos, M.Ö. 560–547 yılları arasındaki dönemde Lidya egemenliğinde kalmıştır.
Bu yıllarda Anadolu git gide yaklaşan Pers tehlikesi ile
karşı karşıyadır. Bu tehlikeyi önceden görebilen Yunan şehirleri kendi
aralarında birlikler oluştururken, Lidya devleti de dönemin güçlü devletleri
olan Mısır ve Sparta ile ittifak oluşturma yoluna gitmiştir. Ancak düzenli kara
ordularına sahip Persler karşısında bu ittifakların hiç biri varlık
gösteremeyecek ve Persler kısa zamanda Anadolu’ya yayılıp, önce Lidya
devletinin egemenliğine son verecekler, (M.Ö 547) sonradan da tüm Anadolu’yu
ele geçirip Yunan şehirlerinin bağımsızlıklarını birer birer sona
erdireceklerdir.
Persler Anadolu’da idare merkezi Sardes (Sart/Manisa) ve Daskyleion (Ergili/Balıkesir)
olmak üzere iki satraplık kurdular. Aiol ve İyon şehirlerini bu satraplıklara
bağladılar. Assos şehri de Pers egemenliğindeki Daskyleion satraplığına
bağlandı. Persler kendilerine bağlı satraplar (vali) aracılığı ile bu şehirleri
yönetiyorlar ve belli bir vergi alıyorlardı.
Assos, M.Ö. 500’lü yıllara kadar Pers hakimiyetinde kaldı.
Bağımsızlıklarına çok düşkün olan Yunan şehirleri zaman zaman aralarında
birlikler oluşturup Pers egemenliğine karşı ayaklandılar. Bir ara birçok Batı
Anadolu kenti gibi, Delos birliğine giren ve tribut ödeyen Assos, uzun dönem
pers yanlısı valilerce yönetilmeye devam etti. Bu valilerden biri olan
Ariobarzanes, Pers kralı Artaxerxes’e karşı ayaklanmış ve Assos yakınlarında
M.Ö. 365’de yenilmiştir. Bu yenilgiden sonra Assos’un yönetimi, Aristotales’in
bir öğrencisi olan banker Eubolos’a geçmiştir. Eubolos biraz da zenginliği sayesinde
Assos ve Aterneus’a (Dikili yakınlarında) kadar olan kıyı şeridini
egemenliğinde tutabilmiştir.
ARİSTOTALES
(ARİSTO) ASSOS’TA EVLENDİ
Eubolos, Assos’u elinde bulundurduğu dönemde, Hermias adlı
hadım bir kölesini öğrenim için Atina’ya gönderdi. Bu köle Atina’da hem Aristotales,
hem de Platon’un (Eflatun) öğrencisi oldu. Hermias, Assos’a döndüğünde efendisi
ile tiranlığı paylaştı. Eubolos'’n ölümünden sonra da onun yerini aldı.
Hermias, Assos'’n yönetimini ele geçirince Atina’daki hocası Aristotales’i bir
okul kurması ve dersler vermesi için Assos’a çağırdı. Böylece sonradan Büyük
İskender’e de hocalık edecek olan Aristotales yanına felsefeci Ksenokrates’i de
alarak Assos’a geldi.
Aristotales, Assos’ta bir yandan mantık okulu kurmaya çalışırken
bir yandan da yuva kurmaya çalışmış olmalı. Daha önce muhtemelen bekar olan
Aristotales, Assos’ta dünya evine girdi. Hermias’ın kardeşinin kızı ile evlenen
Aristotales’in, Assos’ta akıl ve mantık kuralları üzerine verdiği dersler,
Perslerin, Hermias’ı bir oyuna getirip öldürmelerine kadar devam etti.
Hermias’ın öldürülmesini takiben Assos tekrar Perslerin işgaline uğradı.
Strabon’un naklettiğine göre filozoflar Assos’tan kaçarak canlarını zor
kurtardılar.
BÜYÜK
İSKENDER ASSOS’U PERS EGEMENLİĞİNDEN KURTARIYOR
Assos’taki Pers yanlısı valilerin yönetimi, Büyük
İskender’in Makedonya kralı olarak Helen birliğini oluşturması ve ünlü Asya
seferine çıkmasına kadar devam etti. Böylece Assos Makedonyalıların eline
geçmiş oldu. Büyük İskender, kışı Anadolu’da Gordion’da (Polatlı yakınında)
geçirip büyük ordusu ile Perslerin üzerine yürüdü. Böylece Yunan dünyasının 300
yıldır düşlediği olay gerçekleşiyordu. M.Ö. 333’de İskender, Pers’leri yenerek
Anadolu’daki hakimiyetlerine kesin olarak son verdi.
İskender daha sonra Suriye ve Mısır üzerine yöneldi. Mısır,
İskender’e teslim oldu. Tüm Mezopotamya’yı bir çırpıda ele geçirip Asya üzerine
yürüdü. Asyalıların imdadına tropik bir sıtma hastalığı yetişti İskender 33
yaşında ilk kez bu sıtmaya yenilip öldü. İskender’in ölümü üzerine fethettiği
topraklar generalleri arasında pay edildi. Bu dönemi takiben Anadolu’da küçük
Helenist krallıklar kuruldu. Assos, bu krallıklardan biri olan Bergama
Krallığına bağlı olarak daha sonraki varlığını sürdürdü. Bergama Krallığı M.Ö. 133’de vasiyet yolu ile
Roma İmparatorluğu’na bağlandı. Böylece bir Roma kenti durumuna gelen Assos,
Bizans egemenliği sırasında bir psikoposluk merkezi olmuştur. Assos’un adı
Bizans döneminde değiştirilmiştir. Ramsay Ducas’ın naklettiğine göre, bir
Bizans subayı olan Makhram’ın adına dayanılarak Makhramion adını alan Assos’un,
günümüzdeki adı olan Behramkale’nin bu isimden türediği sanılmaktadır. Assos,
I. Murat (1362–1389) döneminde Osmanlı topraklarına katılmıştır.
ASSOS’DAN
GÜNÜMÜZE KALANLAR
Assos kalıntıları kaba bir şekilde limandakiler ve
şehirdekiler olmak üzere iki bölüme ayrılarak incelenebilir.
LİMANDAKİ
KALINTILAR
Adramyttenos körfezinin giriş kısmında yer alan Assos
limanında, bugün küçük tekneler tarafından kullanılan mendirek ve rıhtım, antik dönem kalıntılarının üzerine
yapılmıştır. Antik limana ait antrepo ve benzeri yapı kalıntıları, daha
önceleri gümrük binası ve depo olarak kullanılan yapıların yanında ve altında
bulunmaktadır. (Bu yapılar şu anda otel, bar vb olarak kullanılmaktadır.)
Günümüze görünür bir kalıntı ulaşmış değildir.
ŞEHİRDEKİ
KALINTILAR
ASSOS
SURLARI
Denize ve karaya hakim 238 m . yükseklikte bir
kayalık üzerine kurulmuş olan Assos Akropolünün etrafı, uzunluğu 3 km . yi geçen surlarla
çevrilidir. M.Ö. 400. yıla tarihlenen ve regtagonal bir teknikle örülmüş
bulunan surlar, dikdörtgen prizma şeklinde kesilmiş taşlardan oluşmaktadır. Göz
alıcı işçiliği ile Helen dünyasının Anadolu’daki en iyi korunmuş ve en sağlam
duvar örneklerinden biridir.
Yer yer yüksekliği 20 m .yi bulan, iki esas ve yedi küçük kapının
üzerinde yer aldığı surlar, biri yuvarlak olmak üzere kare planlı kulelerle
takviye edilmişlerdir. Surlar üzerindeki kapılarda her biri ayrı biçimde yapılmış
özgün bir mimari örneği gözlenebilir. Akrapolün büyük ana kapısı batıdadır.
Kapıyı iki taraftan koruyan kulelerden doğudaki mazgala değin sağlam olup
yalnız mazgal kısmı eksiktir. Günümüzde ayakta duran kesimin yüksekliği 14 m . kadardır. Ana kapının
kuzey–doğusunda yer alan küçük kapı eskiden olduğu şekli ile bugüne ulaşmıştır.
Regtegonal teknikle yapılan surların M.Ö. 365’de masrafları Mousolos ve
Autophradates tarafından karşılanarak yaptırıldığını ve şehrin M.Ö. 300’lerin
ortalarında Galat akınlarından bu surlar sayesinde korunduğunu, Assos’un
M.Ö.133’de bir Roma kenti olmasından sonra bu surların hiç kullanılmadıklarını
biliyoruz.
Assos’ta Akrapolü çevreleyen bu asıl surlardan farklı
olarak bu surların içinde daha eski tarihlere ait bir sur kalıntısı daha
bulunmaktadır. İçerdeki surlar, sur ve teraslama amacı ile yapılmış olup M.Ö.
600 yıllarına tarihlenmektedir. Ayrıca Behramkale köyünün bazı evleri yakınında
ve Nekropol sahasının doğusunda da poligonal sur ve duvar kalıntılarına
rastlanmaktadır. Yer yer Osmanlı ve Ortaçağ onarımı görmüş olan bu iç surlar
üzerinde de kuleler bulunmaktadır.
ATENA
TAPINAĞI
Akropolün en yüksek düzlüğünde Assos’un en önemli eseri
olarak kabul edilen Atena tapınağı bulunmaktadır. Aka dininde bir kalkan
tanrıça olan Atena, Yunanlılarda koruyucu bir tanrı olarak ünlenmiştir. 6 x 13
sütun sayılı olan Atena tapınağı Dor düzeninde inşa edilmiştir. Ancak bazı
özellikleri bakımından İonik karakterler taşımaktadır. M.Ö. 530 yıllarında
andezitten yapılan tapınak bugün stylobat düzeyinde ayakta kalmıştır. Temel
kalıntılarından peripteros planına sahip olduğunu anladığımız tapınak, 14.03x30.31
m. ölçülerindedir. Uzun ve derin bir cellası olan tapınakta pronoas bulunmasına
karşın opistthodomos yoktur. 16 yivli sütun tarafından taşınan Dorik başlıklar
yayvan ekinusları ile arkaik devir için güzel bir örnek oluştururlar.
Tapınağın ilginç yerlerinden biri de, üzerindeki
kabartmalarla İonik özellikler gösteren architravdır. Karşılıklı duran
sfenkslerin ortada yer aldığı architravın frizinde, Kentauroslar, Herakles ile
Triton, Herakles ile Kentauros ve ziyafet sahnesi yer almaktadır. Sekiz tanesi
ele geçen metoplarda da kabartmalar bulunmaktadır. Bunlarda karşılıklı
sfenksler, boğa üzerinde Europa, Kentauros gibi kabartmalar vardır. Bu
kabartmalardan bugün çok azı İstanbul Arkeoloji Müzesinde sergilenmektedir.
Diğerleri Avrupa ve Amerika’nın çeşitli müzelerine dağılmış durumdadır.
Tapınağı cellasının içinde Helenistik döneme ait çakıl ve
mozaik döşemeler kazılarda ortaya çıkarılmıştır. Bu mozaikler yapının
Helenistik dönemde de kullanıldığına işaret etmektedir. Bu mozaiklerden bugün
görünür hiçbir iz yoktur. Tapınağın sunağı ise, Bizans ve Ortaçağ döneminde
buraya yeni yapılar inşa edilirken tamamen tahrip olmuştur. Atena tapınağından
günümüze ulaşan, tapınağın temel taşları ve çok iyi korunmuş Dorik başlıkları
ile çeşitli sütün parçalarının yanı sıra, güzelliğini hiç kaybetmeyen Edremit
körfezinin eşsiz manzarasıdır.
GYMNASION
Agora ile büyük batı kapısı arasında gymnasion kalıntıları
yer alır. Antik dönemde gençlerin düşünsel ve bedensel olarak eğitildikleri bir
merkez olarak inşa edilen gymnasion, dört yanında kolonadları olan 32x40 m.
ölçülerinde döşemeli bir avludur. Avlunun kuzey–doğu kısmında Bizans döneminde
inşa edilmiş bir kilise, güney–batı köşesinde de bir sarnıç görülür.
Gymnasion’un girişi güneydendir. Girişe ait yarım daire biçimli üç basamak
bugün görülmemektedir. Bu kapıya ait koniş ve epistyl üst yapı parçaları da
bulunmuştur. Kapısından çok az parça ele geçen gymnasion’un entasisi olmayan
sütunları andezitten, dor düzenindeki başlıkları da mermerdendir. Başlıkların
ekinusları düz profillidir. Assos gymnasion’u Helenistik dönemde yapılmış bir
eser olup, Bergama kralları ve sanatçılarının eserlerinden etkilenerek oluşturulmuştur.
AGORA
Atena tapınağı ile deniz arasında kalan alanda doğu – batı
doğrultusunda uzunlamasına bir yapı olan agora, 150x60 m. boyutlarındadır.
Antik dünyada bir Pazaryeri olarak ticari özelliklerinin yanı sıra, resmi, adli
ve dini fonksiyonları da bulunan agora, şehrin merkezinde yer alır. Assos
agorasının kuzeyinde ve güneyinde birer stoa yer almaktadır. Agorayı kuzey
yönden sınırlayan Dor düzenindeki stoa iki katlıdır ve 111.5x12.4 m.
boyutlarındadır. Stoanın sütunları oluklu olmayıp Bergama yapılarındaki gibi
prizmatik ve 20 fasetlidir. Günümüzde stoanın arka duvarı üzerinde düz bir sıra
halinde görülen delikler, ikinci katın tabanını taşıyan kalasların sokuldukları
yerlerdir.
Güneydeki stoa üç katlıdır. Güney stoanın en üst katı ile
kuzey stoanın birinci katı aynı seviyededir. Orta ve alt kat güneye açılıyor,
üst kat ise hem agora meydanına hem de denize bakıyordu. Assoslular istedikleri
zaman kuzey stoanın üst katında salonda ve güney stoanın 3. Katının güney
bölümünde oturarak ya da gezinerek serinliyorlar ve Edremit Körfezi’nin güzel
manzarasını seyrediyorlardı.
Güney stoanın orta katında kapalı bir çarşı oluşturan 13
dükkan yer almaktaydı. Orta katın güney yüzünde pencereler bulunuyordu. Bodrum
katında ise, biri 41.60x2.75 m. diğeri 14.85x2.37 m. ölçülerinde iki sarnıç ve
13 adet banyo odası vardı.
Agoranın batı ucunda, agoranın batı ana giriş kapısı
yanında agora mabedi yer almaktadır. Ele geçen bir yazıtta, kente yaptığı
hizmetlerden ötürü Assos halkının bu yapıyı Hephaistogenes’in oğlu Kallisthenes
onuruna inşa ettikleri öğrenilmiştir. Roma döneminde yapılan bu yapı daha
sonraki devirlerde kiliseye dönüştürüldüğü için yapının gerçek durumu hakkında
kesin bilgilere sahip değiliz. Agoranın resmi yapıları doğu kısımdaki dar alana
toplanmıştır. Antik Yunan’da kent meclisinin toplantı binası olan Boluleuterion
kapalı bir binaydı. Hemen onun önünde konuşmacılar için bir Bema ve bazı diğer
yapılar, heykeller ve diğer küçük yazılı anıtlar yer almaktaydı. Agoraya batı
yönünden kemerli geniş bir kapıdan giriliyordu. Bu kapının sağ ve sol
arkalarında sokağa bakan, günümüzde temellerinden bazıları görülebilen
dükkanlar yer almaktaydı. Buluntulardan bu dükkanların çok kaliteli mallar
sattıklarını biliyoruz.
TİYATRO
Agora ile deniz arasında at nalı şeklinde orkestrası
bulunan tiyatro yer almaktadır. Yüz yıl kadar önce sağlam olan yapı bugün
acınacak durumdadır. M.Ö. 3. yüzyılda inşa edilmiş olup Roma döneminde
yenilenmiştir. Tiyatronun yakınında Roma hamamı bulunmaktadır.
NEKROPOL
Arkaik devirden Roma çağına kadar kullanılan ana giriş
kapısına gelen yolun her iki yanı lahitler ve büyük mezar anıtları ile dolu
olan nekropol alanıdır. Bugün de sandukası sağlam kalabilmiş andazitten yapılma
lahitler görülebilmektedir. Ana batı kapının biraz kuzeyinde görülen kemerli
yapı, Puplius Varius’un mezarına ait kalıntılardır. Batı kapısından çıkan bu
yol, Satnioenis çayına kadar devam etmektedir.
ASSOS’DAKİ
OSMANLI ESERLERİ
Akropolün kuzeyinde bir ortaçağ kulesinin önündeki küçük
cami I. Murat döneminde yapılmıştır. Satnioneis çayı (Tuzla Çayı) üzerindeki
sivri kemerli köprü de 14. yy’dan kalma bir Osmanlı yapısıdır.
Yazan:
Yavuz İşçen / Ankara
Haziran
1990
ÇOK PINARLI İDA
Yolunuz bir gün İda’ya (Kaz
Dağları) düşerse, çam kokuları taşıyan ılık rüzgarın kulağınıza bir şeyler
fısıldadığını hissedersiniz. Bu tanrıların tanrısı Zeus’un sesidir. Bin yıllar
önce tanrıça Rhea onu İda’ya bırakmıştır. Kocası Kronos yemesin diye. Zeus’u
büyüten dağ perileri bugün de sağınızda solunuzda dolaşıyordur İda’da. Biraz
ilerde Paris’le karşılaşırsınız. Troia kralı Priamos’un ünlü oğludur Paris. Onu
da bir zamanlar İda’ya bırakmışlardır tanrı Zeus gibi. Anadolu’nun en eski
şehirlerinden birinin Troia’nın mahfına neden olmasın diye. Dişi bir ayı
beslemiştir Paris’i, dağ perisi Oinone’ye aşık olana kadar.
Yolunuz
bir gün İda’ya düşerse zirvesine mutlaka çıkın. Derin bir soluk alın orada.
Binlerce yıl geçmişten binlerce yıl geleceğe uzanan tarihtir içinize çektiğiniz
İda’da. Tanrılar tanrısı Zeus, şu an sizin bulunduğunuz yerden seyretti ünlü
Troia savaşını. Yüzünüzü Troia kıyılarına çevirin. Bin yıllar önce Akha
ordusunun yaktığı ateşlerin sıcaklığını hissedeceksiniz. Patlamaya hazır bir
savaşı haber verecek bu ateşler size. Biraz sonra Akhilleus geçecek yanınızdan,
ağır miğferi ve pırıl pırıl zırhları ile gözlerinizi kamaştırarak. İda’dan
Skamandros nehrinin kaynağını bulmadan sakın dönmeyin. İda’nın eteklerine yakın
bir yerden çıkar Skamandros. Biraz önce yanınızdan geçen Akhilleus’u önüne
kattığı gibi kovalayan bu Skamandros’dur. Buz gibi suyundan için, bir zamanlar
Herakles kendi elleri ile kazıp çıkartı bu suyu. Ay ışığında saçlarınızı
yıkayın Skamandros’da, altın sarısı olacaktır renkleri. Gerdek gecesi öncesi
tüm Troia kızları bu sularda yıkandı unutmayın.
Yolunuz
bir gün İda’ya düşerse, bir şeylerin düğümlendiğini hissedersiniz yüreğinizde.
Gözleriniz dolu dolu olur. Hektor ile Andromakhe’nin tüyler ürperten
hikayesidir burada yaşanan. Toros dağları eteklerinde Klikya bölgesinde bir
kralın kızıdır Andromakhe. Akhilleus’un
savaş meydanında boğazına kargısını sapladığı Hektor kocasıdır onun. Yenilgiden
sonra Troia’nın en yüksek surundan aşağı atılmak sureti ile ölüme mahkum edilen
onun, bebek yaştaki oğludur. Şimdi Akhalılar şişkin karınlı gemileri ile onu, köle pazarına satmaya götürmektedirler. Kulaklarınızda
şimdi duyduğunuz onun sesidir. Bu ses, bin yıllardır İda’nın kırkayağı andıran
tepelerinde yankılanmaktadır. Yanağınızdan süzülen , onun göz yaşlarıdır şimdi.
İnsanı ürperten derin bir sevgidir Andromakhe’nin duyduğu. O koca destanda
İlyada’da yakalayabileceğiniz belki de tek gerçek sevgidir bu.
Yolunuz
bir gün İda’ya düşerse demiyorum artık. Çünkü insanın yolu durup dururken
İda’ya düşmez biliyorum. Gelip geçerken ayak üstü uğranıverecek bir yer
değildir İda. O, bu tür gelgeç yolculardan sırların bütün ağırbaşlılığı ile
saklar. Acıları, yoksullukları, aşkları, öfkeleri, nefretleri, sevgileri,
kahramanlıkları ve entrikaları ile aslında yaşamın kendisidir İda.
Bugün
Andromakhe’nin yüreğini tutuşturan sevgiyi gerçekten anlayabiliyorsanız ve bu
sevgiyi içinizde derinden hissedebiliyorsanız eğer, yolunuz bir gün İda’ya
düşecektir mutlaka. İşte o gün yüce İda, sizi bağrına basacak ve sırlarını
yalnız size açacak. İyi dinleyin. Kulağınıza bin yıllar ötesinden gelen bir
şeyler fısıldayacak usulca. Başkalarının anlamadığı ve hissetmediği bir şeyler.
ZEUS TROIA
SAVAŞINI İDA’DAN SEYREDER
Öyle bildiğiniz arabalardan
değildir tanrı Zeus’un arabası. Ne de olsa tanrıların tanrısı Zeus’dur o. Altın
yeleli tunç ayaklı atlar işlemeli altın kamçının şaklamasını beklerler göklere
doğru uçmak için. İşte böylesi bir araba ile Zeus İda’nın yolunu tutar bir gün.
Oysa Akha orduları çok önceden gelmişlerdir Troia kıyılarına. Yakılan savaş
ateşleri, Ege’nin mavi sularına demir atmış bin gemilik Akha filosunu gün gibi
aydınlatmaktadır. İda’nın doruğu Gargaron’dadır Zeus’un tapınağı ve güzel
kokulu sunağı. Tanrıların tanrısı atlarını burada durdurur, göz kamaştırıcı
çalımıyla oturup, Troia kıyılarını ve
Akha’lıların gemilerini süzmeye başlar İda’dan. Bu Zeus’un İda’ya ilk gelişi
değildir. Grit’te bir İda dağında başlayan macerası Anadolu’da başka bir İda
dağında sürüp gitmektedir. Rhea, Zeus’un annesidir. Anadolu’nun matriyarkal
tanrısı olan Kybele’ye Grit’liler Rhea demektedirler. Rhea, Kronos ile evlidir.
Zeus, bu evlilikten olan altı çocuktan sonuncusudur. İkinci kuşak tanrılar
üzerinde egemenlik kurmuş olan Kronos’un kendi oğullarından birine yenilmek
gibi kötü bir yazgısı vardır. Bunu bilen Kronos, doğan bütün çocuklarını
yutmaktadır. Ancak tanrıça Rhea son çoçuğu olan Zeus doğduğunda bir oyunla
kocasına taş yutturur ve Zeus’u Grit’teki İda dağında bir mağaraya saklar.
Zeus,
burada su perileri Nymphalar tarafından büyütülür. Söz konusu tanrı bile olsa
değişmeyen kader bir gün Kronos’un da karşısına dikilir. Zeus, babasının
egemenliğine son verip, tanrılar üzerinde kendi egemenliğini kurar. Bu aynı
zamanda ikinci kuşak tanrıların sonu ve üçüncü kuşak tanrıların yeni Olympos
tanrılarının başlangıcıdır. İste bu şekilde tanrıların tanrısı olan Zeus, daha
sonra kıskanç karısı Hera ile evlenmek için her nedense Anadolu’daki İda dağına
gelir. Yapılan düğün kırk gün kırk gece mi sürmüş bilinmez ama söylentiye göre
toprağı dölleyici yağmur, böylelikle ilk kez toprağa karışmıştır.
Daha
sonraları da sık sık İda’ya gelip gittiğini bildiğimiz Zeus, bugün daha farklı
bir nedenle, Akhalılar ile Troialılar arasındaki ünlü Troia savaşını seyretmek
ve hatta yönetmek için buradadır. Yönetmek için diyorum çünkü Zeus fanatik bir
taraftar olmamakla birlikte pasif bir izleyici de değildir bu savaşta. Yer yer
savaşa müdahale eder, komutanlarla konuşur, haberler uçurur, işmar eder.
Üstelik Zeus bu savaşta tarafsız da değildir. Karısı Hera’nın bütün karşı
çıkmaları ve Akhalıları desteklemesine karşın o, açık açık Troialılardan yana
saf tutar. Ancak mitolojilerde sonlar önceden belirlenmiştir. Tanrılar tanrısı
Zeus bile bunun için Troia’nın acı sonunu değiştiremez. Yenilgi kaçınılmazdır.
TROIA KRALI
PRIAMOS
Zeus’un
İda’nın zirvesine oturup Troia savaşını seyre koyulduğu sırada Troia’nın
başında kral Priamos vardır. Homeros’un İlyada’sında, elli oğul ve on iki kız
babası yaşlı ve saygıdeğer bir kraldır Priamos.
Troia ise, zaman zaman tanrıların bile gazabına uğramış bahtsız bir
şehirdir. Babası Laomedon ve tüm kardeşlerinin öldürülüşünü hayal meyal
hatırlar Priamos. Troia surlarının ilk kez yıkıldığı o gün küçücük bir çocuktur
henüz. Yazgısı ona yaşlılığında Troia surlarının ikinci kez yıkıldığını da
gösterecektir. Gelin bu olayın nasıl gercekleştiğini hep beraber izleyelim.
Troia şehrini Ilos’un kurduğu söylenir. Onun adına Troia’ya bugün Ilion’da
denilmektedir. Ilos, Dardanos’un
torunudur. Dardanos ise Zeus’un bir oğludur. Büyük bir kraldır Dardanos, antik
dünyanın en yüksek tümülüslerinden biri olan mezarı onun adına bugün Anadolu’da
yükselmektedir. Düzenbaz ve sözünde durmayan bir kral olarak tanılan Laomedan
ise, Troia’nın kurucusu Ilos’un oğludur.
Kral
Laomedon düzenbazlıkta öyle bir ileri gitmiştir ki, zaman zaman tanrıları bile
kandırabilmeyi becermiştir. Troia’nın başına gelen ilk felaketler de hep kral
Laomedon’un bu yalancılığından gelmiş. Bir keresinde tanrı Apollon’u
görevlendirmiş, İda dağının yemyeşil yamaçlarında sığır ve at sürülerini
otlatsın diye. Ancak sonradan tanrıya bu hizmeti karşılığı vermeyi vaad ettiği
şeyleri yerine getirmemiş. Aynı şeyi tanrı Poseidon’a karşı da yapmış ve Troia
surları örmesi karşılığında vereceğini söylediği ücreti ödememiş. O güne kadar
hizmette kusur etmeyen tanrılar sonunda kızmışlar. Apollon şehre bir veba
salgını, Poseidon ise bir deniz canavarı göndermiş. Böylece Troialılar bir
yandan hastalıktan kırılırken diğer yandan da canavara yem olmuşlar.
Troia’nın
ileri gelen kahinleri bu duruma çare olarak, tanrıların öfkesini dindirmek
üzere Laomedon’un kızı Hesione’nin Poseidon’a kurban edilmesi gerektiğini
söylemişler. Sonuçta kahinlerin dediği olmuş, Hesione tam Poseidon’un
canavarına kurban edilecekken Herakles çıkagelmiş. Kral Laomedon, canavarı
öldürmesi karşılığı Herakles’e bir zamanlar İda dağında tanrı Apollon’un
otlattığı at sürüsünü vermeyi teklif etmiş, o güne dek bir çok canavarı
haklamış olan Herakles teklifi kabul etmiş ve canavarı öldürmüş. Ancak kendisine
verilen sözün tutulmadığını görünce fena halde bozulup Troia’ya karşı savaş
açmış bir grup Yunanlıyı da yanına alıp Poseidon’un ördüğü Troia surlarını ilk
kez Herakles saldırıp yıkmış. Şehre
girdikten sonra kral Laomedon’u ve bütün oğullarını öldürmüş. Laomedon’un
oğullarından en küçüğü olan Priamos, ablası Hesione’nin yalvarmaları karşılığı canını kurtarabilmeyi
becermiş. Herakles yalvar yakar canını bağışladığı küçük Priamos’u babasının
yerine Troia’nın başına geçirmiş. İşte Homeros’un Ilyada’sında ağır başlı,
insan yürekli yaşlı bir kral olarak karşımıza çıkan Priamos, bu Priamos’dur.
Priamos,
Sangarios ( Sakarya ) ırmağının bir kızı olan Hekabe ile mutlu bir yuva kurmuş
gençliğinde. On dokuz çocuk doğurmuş Hekabe Priamos’a. Hekabe ilk oğluna Hektor
adını vermiş, ikinci oğluna ise Paris. Homeros’un Ilyada’sında bol bol adı
geçecektir Hektor ile Paris’in. Hektor Troia savaşında Troia’nın en güçlü
kahramanıdır. Savaş meydanında Akhilleus tarafından boğazına kargı saplanarak
öldürüleceği güne kadar mutlu günler yaşamıştır karısı Adromakhe ile. Paris ise
Akha’lı güzel Helena’yı kaçırdığı için mahfına neden olacaktır Troia’nın. Yaşlı
kral Priamos, ömrünün son günlerinde her iki oğlunun da acı bir şekilde
öldürülüşünü seyreder Troia surlarından.
PRIAMOS’UN OĞLU
PARIS IDA’DA ÇOBANLIK YAPAR
Paris
bir kral oğludur. Kral gibi olmasa bile kral oğlu gibi yaşamak onun da
hakkıdır. Öyleyse bu çobanlık hikayesi nereden çıkıyor diyeceksiniz? Bakın
anlatalım. Troia Kralı Priamos’un karısı
Hekabe, Paris’e gebe iken rüyasında karnından çıkan bir alevin Troia surlarını
sardığını görür. Bu rüya ile birlikte rüya yorumcuları da işe karışır. Doğacak
çocuğun şehrin yıkımına neden olacağını bu durumdan kurtulabilmek için çocuğun
doğduktan sonra öldürülmesi gerektiğini söylerler. Zavallı Paris’in henüz
bunlardan haberi yoktur. İyi yürekli kral Priamos, oğlu doğduğunda ona acır ve
öldürülüşünü görmek istemez. Bebek İda dağına bırakılması için bir çobana
verilir. Çoban Agelaos bebek Paris’i götürüp İda dağına bırakır. Aslanlar ve
parslar hakkından gelir diye düşünülür.
Bugün
hala öyle midir? bilemiyorum ama Homeros’un anlattığı dönemlerde İda dağı
aslanların parsların dolaştığı bir yerdir. Ancak aslanlar ve parslar bulmadan
önce dişi bir ayı bulur Paris’i ve beş gün süre ile emzirir. Altıcı gün çoban
Agelaos bebeği ölmemiş olarak görünce onu alıp evine götürür. Diğer çoban
çocukları arasında büyür Paris. İda dağının yemyeşil yamaçlarında at ve sığır
sürülerini otlatır, kral Priamos’un oğlu olduğunu bilmeden. Çoban Agelaos
başına geleceklerden korktuğundan olmalı ki bu sırrı ondan saklar. Ne var ki,
Paris yakışıklılığı ve yiğitliği ile kısa zamanda dikkatleri üzerine çekmeyi
başarır. Sürüleri çok iyi koruduğu için ona koruyucu anlamına gelen Aleksandros
adını takarlar. Paris’in yakışıklılığı Skamandros’un kızı su perisi Oinone’nin
de gözünden kaçmaz. Birbirlerini delice sevip evlenirler. İda’nın yemyeşil
ormanlarında dolaşıp mutlu günler yaşarlar birlikte.
Bu
mutluluk, üç tanrıçanın İda’ya gelip kimin daha güzel olduğunu Paris’e
sormalarına kadar devam eder. Paris, Aphrodite’yi seçer. Aphrodite böylece
tanrıçalar arasında yapılan dünyanın ilk güzellik yarışmasında birinciliği
kazanmış olur. Yarışma öncesi, kazanması halinde Paris’e dünyanın en güzel
kadınını bulması konusunda yardım edeceğine söz verir. Bu kadın, Sparta kralı
Melanaos’un karısı ve antik dünyanın en güzel kadını olarak bilinen Helena’dır.
Paris, Helena’yı nasıl bulacağını kara kara düşünürken Troia’da bir yarışma
düzenlendiğini haber alır. Yarışmanın ödülü İda dağında yetiştirilmiş bir
boğadır. Paris Troia’ya gider ve yarışmayı kazanarak boğaya sahip olur. Bu
arada kardeşleri kendisini kıskanır ve öldürmek isterler. Paris kaçarak Zeus’un
tapınağına sığınır. İşte tam bu sırada kız kardeşi kahin Kassandra onun kim
olduğunu anlar ve durumu babası krala bildirir.
Kral
Priamos ve karısı Hekabe, öldü zannettikleri oğullarını karşılarında sağ salim
görünce çok sevinip onu saraya alırlar. Böylece Paris İda dağında çobanlıktan
kurtulup sarayda yaşamaya başlar. Ancak gel gelelim Helena’yı bulma fikrini bir
türlü aklından çıkartamaz ve ilk bulduğu fırsatta Yunanistan’ın yolunu tutup
Helena’yı bulur. Tanrıça Aphrodite’nin de yardımı ile Helena’yı kaçırarak
Troia’ya getirir. Paris Helena’yı kaçırırken hiç düşünmemiştir, bir gün
Akhalıların güzel Helena’yı geri
alabilmek için bin gemilik bir filo ile gelip Troia kıyılarına
demirleyeceklerini. Tanrılar tanrısı Zeus, İda’nın zirvesinden iste bu gemileri
süzmektedir şimdi.
DÜNYANIN İLK
GÜZELLİK YARIŞMASI IDA’DA YAPILIYOR
Troia
kralı Priamos’un oğlu Paris, İda’da çobanlık yaparken bir gün karşısında
birbirinden güzel üç güzel tanrıçayı görüverir. Bunlan Hera, Atena ve
Aphrodite’dir. Tanrıçalar Paris’ten içlerinden en güzel olanı seçmesini
isterler. Öyle zor bir seçimdir ki bu, Paris ne yapacağını şaşırır. O kimde
karar kılacağını düşünürken biz de olayın perde arkasını araştıralım. Herşey
deniz tanrısı Nereus’un kızı Thetis’in evlilik töreninde başlar. Tanrıça Thetis
güzel bir kadındır. Vakti zamanında tanrı Zeus bile gönül vermiştir ona. Ancak
Thetis’in doğuracağı çocuğun babasından daha güçlü olacağı yolunda bir söylenti
dolaşmaktadır etrafta. Tanrı Zeus kendisinden daha güçlü bir oğlu olup da
yerinden olma riski ile yaşamaktansa uçkuruna sahip olup Thetis ile evlenmekten
kaçınır. Görüyoruz ki şu koca dünyada tanrılar bile koltuk derdinde. Her neyse
efendim bunun için ölümlü insanlar arasından bir koca aranmış Thetis’e. Üvey
kardeşi ile kaynatasının katili yarı gezgin, yarı kaçak Paleus’u uygun
görmüşler her nedense!
Paleus
ile Thetis’in düğünleri, tanrıların mekanı Olympos dağında mükemmel bir törenle
kutlanmış. Masanın başına Zeus oturmuş, bir yanına gelin bir yanına da damat
eğlenceler başlamış. Bir tatsızlık çıkarmasın diye kavga tanrıçası Eris düğüne
davet edilmemiş. Ancak Eris kendisine düğün davetiyesi gönderilmemesine fena
bozulmuş ve düğün gecesi bir oyun oynamaya karar vermiş. Altın bir elma üzerine
“ En Güzele ” yazarak düğün masasında Zeus’un önüne bırakmış. Masadaki bütün
tanrıçalar tabi ki elmanın kendisine ait olduğunu ileri sürmüş ve bir
patırtıdır kopmuş. Zeus’un işin altından nasıl kalktığını anlatmadan önce,
masaya bırakılan elmanın hikayesini kısaca aktaralım. İşin bu noktasında gene
Herakles’le karşılaşıyoruz. Herakles, “Akşam Kızlarının Bahçesi ” olarak bilinen,
dünyanın bir ucunda güneşin battığı yerde, Atlas’ın gök kubbeyi taşıdığı
bölümde bulunan bu bahçeyi koruyan yüz başlı ejderle giriştiği kavgadan galip
ayrılmış ve Atlas’ı da ikna ederek bahçeden üç elma almayı başarmış. Diğer iki
elmaya ne oldu bilemiyorum ancak elmalardan biri kavga tanrıçası Eris’in eline
geçmiş. İşte düğün gecesi masaya Zeus’un önüne koyulan altın elma bu elmadır.
Güzel kadınlardan hayli iyi anlayan Zeus, tanrıçalar arasında ilk elemeyi
yaparak Hera, Atena ve Aphrodite’yi ayırmış. Bu üç güzelden birini seçme
sorumluluğunu ise İda’da çobanlık yapan Paris’e bırakmış her nedense? Böylece
üç tanrıça ilk güzellik yarışmasına ev sahipliği yapacak olan İda dağının
yolunu tutup Paris’i aramaya başlamışlar. Paris’i bulur bulmaz elmayı eline tutuşturup
en güzel olana vermesini istemişler. Paris kara kara düşünmeye başlamış. Her
tanrıça kendisini seçmesi karşılığında yüklü bir rüşvet teklif etmiş Paris’e.
Hera, Asya krallığını, Atena, yiğitlik başarı ve insanüstü aklı, Aphrodite ise
en güzel dünyalının sevgisini vereceğini söylemiş. Paris fazla düşünmeden
elmayı Aphrodite’ye uzatmış. Böylece Aphrodite dünyanın ilk güzellik kraliçesi
seçilmiş İda’da.
Paris’in
başına ne geldiyse bundan sonra gelmiş. O dönemde dünyanın en güzel kadını
olarak ünlenmiş olan, Helana’yı arayıp Yunanistan’da bulmuş ve tanrıça
Aphrodite’nin de yardımı ile kaçırarak Troia’ya getirmiş. Sen git Sparta Kralı
Menelaos’un karısını kaçır getir. Adamın yanına bırakmazlar elbet. Helena’ya
evlenmeden önce bütün Akha’lı yiğitler talip olmuş. Helena’nın babası bu kadar
koca adayı arasında seçim yapamamış ve seçimi kızına bırakmış. Ancak tüm koca
adaylarından, Helena kimi seçerse seçsin, o adam bir haksızlığa uğrarsa onu
destekleyecekleri konusunda yemin etmelerini istemiş. Helena’nın kaçırılmasından
sonra tüm Akha’lı yiğitler yeminlerini tutup kral Agamennon komutasında bin
gemilik bir filo ile Helena’yı geri almaya gelmişler Troia kıyılarına. Troia
kralı Priamos ve oğlu Paris vermek istememişler güzel Helena’yı Akha’lılara. İşte bu nedenle başlamış ünlü
Troia savaşı.
SKAMANDROS VE
AKHILLEUS
Troia
savaşında iki büyük kahraman vardır. Bunlardan biri Troia’lı Hektor, diğeri ise
Akha’lı Akhilleus. Bu savaş her iki
kahramanın da ölümünü getirecektir. Oysa Akhilleus’un annesi Thetis, oğlu doğduğunda
çok uğraşmıştır onun ölümsüz olması için. Akhilleus ile ilgili o kadar çok
efsane vardır ki, doğumundan ölümüne bütün hayatı ile Yunan mitolojisine en çok
konu olmuş kişilerden biridir Akhilleus. Homeros’un İlyada’sı bile Troia’nın
değil, Akhilleus’un destanıdır sanki.
Akhilleus,
Zeus’un masasına üzerinde “en güzele” yazılı altın elmanın koyulduğu o ünlü
düğünde evlenen Thetis ile Paleus bir oğludur. Akhilleus’un annesi tanrıça
Thetis, bir ölümlü ile evlendirilmeyi hiç istemez. Ama ne yapsın ki emir büyük
yerden gelmektedir. Denizkızlarına özgü niteliğini kullanıp kılıktan kılığa
girerek evlenme işlemlerini engellemeye çalışsa da sonuçta bu evliliğe razı
olur. Thetis ile Paleus’un birçok çocukları olur, Thetis çocuklarının da
kendisi gibi ölümsüz olmalarını istemektedir. Bunun için doğan çocuklarını
gövdelerindeki ölümlülük tohumlarını yok etmek için ateşe tutar. İlk altı çocuk
bu şekilde ölür. Yedinci çocuğu olan Akhilleus da aynı şekilde ateşe tutulur.
Ancak kocası durumu görüp Akhilleus’u ölümden kurtarır. Bu olaydan sonra Thetis
ve Paleus’un arası açılır ve Thetis tekrar denizlerin dibine döner, bir daha da
kocasıyla görüşmez. Olaydan üçüncü derecede yanıklarla kurtulan Akhilleus diğer
at adamlara benzemeyen ve hekimlikten anlayan Kheiron tarafından tedavi edilir.
Tedavi işlemleri sırasında hızlı koşması ile ünlü bir devin iskeletinden alınan
ayak kemiği, Akhilleus’a nakledilir. Akhilleus hızlı bir koşucu olmasını bu
kemiğe borçludur. Bu kemik ona Troia Savaşı’nda Skamandros’dan kaçarken çok lazım
olacaktır. Akhilleus’la ilgili olarak anlatılan efsanelerden biri de Skamandros
Nehri ile ilgilidir. İda Dağı’nın eteklerinden çıkan Skamandros, Zeus’un oğlu
büyük bir tanrı olarak kabul edilir. Skamandros’un bir adı da Ksantos yani
Kızılsu’dur. İçinde yıkanan koyunların tüylerini kızıllaştırdığı için bu ad
verilmiş ona. Bir anlatıma göre Aphrodite, güzellik yarışmasında Paris’in önüne
çıkmadan önce saçlarına kızıl bir renk vermek için başını bu nehirde yıkamış.
Skamandros Nehri’ni yiğit Herakles’e borçluyuz. Herakles, herhalde yaptığı bir
iyilikten sonra epeyce susamış ve Zeus’tan su istemiş. Zeus da bir işaretiyle
yerden bir pınar fışkırmasını sağlamış. Herakles kana kana bu sudan içmiş.
Harareti kesilmemiş olacak ki kaynağı iyice kazmış. İşte Skamandros Nehri işte
böyle akmaya başlamış Troia Ovası’na doğru.
Troia
Savaşı’nda Akhilleus başlangıçta Kral Agamennon’a kızdığı için savaşa katılmaz.
Ancak en yakın arkadaşı Patroklos, Hektor tarafından öldürülünce Akhilleus
çılgına döner ve tekrar savaşa girer. Troialıları bir bir kılıçtan geçirmeye
başlar. Ölüleri de Skamandros Nehri’ne atar. Nehirde üst üste yığılan ölüler
öyle bir çoğalırlar ki, Skamandros akamaz olur. Nehir Akhilleus’a ölüleri başka
yere atmasını söyler. Akhilleus bu sözleri dinlemez ve Troialıları üst üste
yığmaya devam eder. Bunun üzerine ırmak tanrı ile yiğit arasında yaman bir
çatışma olur. Irmak kızar ve ovaya taşarak suları ile Akhilleus’u kovalamaya
başlar. Bu yetmiyormuş gibi Skamandros, Simois Irmağı’nı da yardıma çağırır.
Troia Savaşı’nda baştan beri Akhalıları destekleyen Zeus’un karısı Hera,
yiğidin yardımına koşar ve Hephaistos’u ateşle ırmakların üzerine gönderir.
Ortalığı ateş kaplar. Irmaklar pes eder. Böylece ateş suyu yenmiş olur.
Yazan:
Yavuz İşçen / Ankara
Mayıs
1990
GORDION (YASSIHÖYÜK )
Yazan: Yavuz İşçen
Gordion’a ulaşmak için,
Ankara–Polatlı yolunu takiben önce Polatlı’ya gelinir. Ankara–Polatlı arası 70
km’dir. Polatlı’dan Sivrihisar yönüne devam edilir. Polatlı çıkışından 18 km sonra sağdan sarı
tabela ile Gordion yolu ayrılır. Ayrımdan 12 km sonra Yassıhöyük köyüne ve köyün hemen
bitişiğinde yer alan Gordion’a ulaşılır. Ankara’ya olan toplam uzaklığı 100 km dir. Gordion Höyüğü,
Sakarya Nehri (Sangarios) ile Porsuk Nehri’nin (Tembris) birleştiği noktanın
biraz yukarısında bugünkü Yassıhöyük Köyü yakınında yer almaktadır.
Gordion,
Friglerin ilk kralı olan Gordias zamanında bir süre Frig ülkesinin başşehri
olmuştur. Gordias’dan sonra başa gelen Midas zamanında ise başşehir Gelene’ye
(Dinar/Afyon) taşınmıştır. Şimdiye kadar yürütülen kazılarda bu höyüğün
Gordion’a ait olduğuna ilişkin herhangi yazılı bir belge bulunmuş değildir.
Ancak antik kaynaklardan elde edilen bilgilere göre Gordion, Sakarya Nehri
kıyısında yer almaktadır ve nehir şehrin tam ortasından geçmektedir. Bu
tanımlamaya uyan tek yer burasıdır. Gerçekten de asıl şehrin yer aldığı büyük
höyük ile onun güney doğusundaki küçük höyük arasındaki çukurluk Sakarya
Nehri’nin buradan geçtiğine işaret etmektedir.
GORDİON YERLEŞMESİ
Gordion’da
yapılan kazılar sonucu elde edilen bilgilere göre, Gordion’daki ilk yerleşme
M.Ö 3000 yıllarına ve Eski Tunç Devri’ne kadar gitmektedir. Daha sonra Orta
Bronz ve Geç Bronz çağlarında da höyüğün kesintisiz iskan edildiği
görülmektedir. Gordion’daki en önemli yerleşme ise Frig yerleşmesi olmuştur.
Bir süre Friglerin başşehirliğini de yapan Gordion, özellikle M.Ö 1000
yıllarında önemli ticari yollar üzerinde bulunması nedeni ile önem kazanmıştır.
Pers kralı Dareios (M.Ö 522–468) tarafından yaptırılan ünlü kral yolu da
Ephesos’dan (Efes) başlayıp Sardes (Sart)
üzerinden Gordion’a Ve buradan da Kapadokya üzerinden Mezopotamya’ya inip Sus
şehrinde son bulmaktadır. Gordion, M.Ö 600 ve 500 yılları arasınsa kral yolu
üzerinde önemli merkezlerden biridir. Yapılan kazılarda büyük höyüğün
güneydoğusunda kral yoluna ait olduğu sanılan yol kalıntıları ortaya
çıkartılmıştır. Büyük İskender ünlü doğu seferi sırasında bu yolu takip
etmiştir. Hatta Gordion’da mola vermiş ve kışın geçmesini beklemiştir. Frig
kralı Gordias’ın sabanın boyunduruğuna attığı ve çözülemeyen ünlü düğümü de
İskender muhtemelen bu dönemde kılıcıyla kesmiştir.
M.Ö
700’lerde Gordion Kimmerler’in istilasına uğramıştır. Höyüğün saray sahasındaki
yangın izleri bu istilanın sonucudur. Kimmer istilasından sonra Frig’ler Lidya egemenliğine
girmişlerdir. Gordion’da küçük höyükte Lidya yerleşimine ait kalıntılar ortaya
çıkartılmıştır. Lidya’nın M.Ö 546 ‘da Perslerin eline geçmesinden sonra Gordion
Pers egemenliğinde bir Pazar şehri olarak önemini korumuştur. M.Ö 395’de
Isparta kralı Argosilos Gordion’u almış ve Pers egemenliğine son vermiştir.
Daha sonra Avrupa’nın batı bölgelerinde oturan Keltler’in (Galatlar) Anadolu’ya
göç edip Sakarya ile Kızılırmak arasındaki bölgeye yerleşmelerinden sonra
bölgeye Galatya adı verildi. Galatlar döneminde Gordion yağmalandı. Daha sonra
bölgeye hakim olan Roma’lılar Gordion’da pek bir şey bulamadılar. Bu dönemde
Gordion önemini kaybetmiş ve terk edilmiş durumdaydı.
GORDİON’DAKİ KALINTILAR
Gordion’daki
kalıntıları, höyükdeki yapı katları ve kalıntıları ile tümülüsler olarak ele
almak mümkündür.
GORDİON HÖYÜĞÜ
Höyükte,
her biri kendi arasında tali tabakalara ayrılan beş temel medeniyet tabakası
mevcuttur. Sarayların bulunduğu sahanın kuzeydoğu köşesinde Frig tabakaları
altında Eski Tunç tabakaları görülür. (M.Ö 3000) Höyüğün güneydoğuya inen dik
yamaçlarında Hitit ve eski Frig tabakaları görülür. Yangınla sona eren ilk Frig
şehrinin üzerinde yer yer 2.5–4 metre kalınlığında bir mil dolgusu yer
almaktadır. Bu dolgu Pers egemenliği döneminde yapılmıştır ve yeniden inşa
edilen şehrin belirli bir yükselti elde etmesini sağlamıştır. Bu tabakanın
üzerinde ise şehrin terk edildiği döneme kadar olan tabaka bulunmaktadır.
Frig
şehrinin en büyük kalıntısı güneydoğudaki anıtsal kapıdır. Yumuşak kalkerden
yapılmış duvarlar iç kısımda aşağıdan yukarı doğru şevlidir. Kapının zemini
çakıl taşları ile döşeli ve meyilli bir rampa şeklindedir. Kapının her iki
yanında muhtemelen birer kule vardı. Bu kuleler kapının kuzey ve güneyinde
bulunan iki avluya hakim durumdaydılar. Çıkarılan pithos dizileri buranın ambar
olarak kullanıldığını göstermektedir. Kapının iç kısmında çeşitli renkli
taşlardan yapılmış küçük bir ev vardır. Bu evin daha eski bir döneme ait sur
kapısı olma ihtimali bulunmaktadır. Sur içinde, şehir merkezinde ayrı ayrı
megaronlardan meydana gelmiş saraylar vardır. Bu saraylarda, başlangıçta, kamış
ve saz üzerine örtülmüş topraktan damlar kullanılmıştır. M.Ö 600’lerden
itibaren pişmiş çatı kiremitleri kullanılmaya başlanmıştır.
Kapıdan
hemen girişte yer alan megaron tamamen kerpiçten yapılmıştır. Ön odanın zemini
çakıl taşından yapılma mozaiklerle kaplıdır. Bundan sonraki megaronun içi,
döşemesi kırmızı, mavi, beyaz çakıl taşlarından yapılmış olup geometrik
bezemelidir. İyi korunmuş durumda bulunan bu megaronun karşısında iki megaron
daha vardır. Bunlardan biri Gordion’daki en büyük megaron olup, “Büyük megaron”
olarak adlandırılmaktadır. Bunlardan başka dört megaron daha bulunmaktadır.
Böylece toplam yedi megarondan bahsedebiliriz. Megaronların arkasında uzunluğu 100 m genişliği 11x14 m olan
ve 8 büyük odadan oluşan teras binası vardır. Sarayda hizmet gören personel
için kullanıldığı ve bazılarının da depo olarak kullanıldığı tahmin
edilmektedir. Gordion Höyüğü, toplam 500x350 m. büyüklüğü ile İç Anadolu’nun en
önemli yerleşim birimlerinden biridir.
TÜMÜLÜSLER
Gordion’daki
diğer kalıntılar, tümülüslerdir. Başkentte yaşamış Frig krallığı aile üyeleri
ile zenginler ve asiller için yapılmış olan yığma mezarların sayısı 80 tanedir.
Bunlardan 25 tanesinde kazı yapılmıştır. Tümülüslerin içinde en büyüğü “Büyük
Tümülüs” olarak adlandırılan 300
m . çap ve 53
m . yüksekliği ile Midas’a ait olduğu sanılan tümülüsdür.
Bu tümülüsün gerçekten Midas’a ait olduğu kesin olmamakla birlikte genel kanı
bu doğrultudadır.
Bugün
140 m .
uzunluğunda bir tünelden geçilerek ulaşılan mezar odasında, sedir ve ardıç
tomruklarının yatay olarak üst üste dizilmesi ile oluşturulmuştur. Tomrukların
etrafı tüf taşından yapılma bir duvarla çevrilidir. Oda içersine, ölü ve
hediyeleri koyulduktan sonra tüm bu yapı toprak ile örtülmüştür. Mezar odası
içten içe, 5.15x6.20 m. boyutundadır. Oda ortasında bulunan büyük yatak
üzerinde 1.59 m .
boyunda ve 60 yaşın üzerinde bir erkek iskeleti bulunmuştur. Ayrıca mezar odasında
ölü ile birlikte hediye olarak gömülen ahşaptan 9 masa, 2 paravan, 3 bronz
kazan, 165 kap, 145 adet bronz fibula ele geçirilmiştir. Gordion’da ilk kazılar
1900 tarihinde Alman Körte kardeşler tarafından başlatılmıştır. 1950 yılında
Pensylvania Üniversite’si adına Prof. Dr. Rodney Young başkanlığındaki Amerikan
ekibi tarafından yürütülen kazılar bu profesörün ölmesine karşın devam
etmektedir. Gordion kazılarında elde edilen eserlerin bir kısmı Ankara Anadolu
Medeniyetleri Müzesi’nde, bir kısmı ise 1965 yılında Yassıhöyük Köyü’nde açılan
Gordion Müzesi’nde kronolojik sıraya göre sergilenmektedir.
Yazan:
Yavuz İşçen / Ankara
Haziran
1992
GAVURKALE HİTİT ANITI
Yazan: Yavuz İşçen
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder