Araştırma Yazıları 3

MAĞARACILIK  (SPELEOLOJİ)
Yazan: Yavuz İşçen
Mağaraları keşfetmek, yeraltındaki gelişim şekillerini incelemek, haritalarını çıkarmak ve mağara üzerinde jeolojik, hidrojeolojik, arkeolojik ve biyolojik her türlü bilimsel çalışmayı yürütmek olarak özetleyebileceğimiz mağaracılık, bilimsel çalışma ortamının yanı sıra son yıllarda özellikle ülkemizde sportif yanıyla da ön plana çıkmıştır.
Yeraltında kayaçlar içinde insan girişine olanak verecek şekilde genişlemiş doğal yeraltı boşlukları olarak tanımlayabileceğimiz mağaraları araştırmak gerçekten zor ve özverili bir çalışmayı gerektirmektedir. Yeraltında ilerlemek her şeyden önce tam karanlık bir ortamda çalışmak demektir. Mağaracılar bunun için özel aydınlatma araçları kullanmaktadırlar. Mağara içinde ilerlemek çoğu zaman dik uçurumlardan aşağıya ipler ve özel malzemeler yardımı ile inmeyi, kimi zaman yeraltı dereleri üzerinde şişme botlarla ilerlemeyi, kimi zaman üzerinize dökülen büyük şelalelerin altında çalışmayı, kimi zamansa su altına tüple dalarak mağaranın su altındaki karanlık dehlizlerini araştırmayı gerektirmektedir. Bütün bunlar gerçekten zor ve takım çalışmasını şart koşan uğraşlardır. Mağaracılık bu nedenle aktivite yanı çok baskın olan kolektif bir doğa sporudur.


BİR MAĞARANIN ARAŞTIRILMASI
Mağaracılıkta temel amaç bir mağaranın bütün yönleriyle araştırılmasıdır. Bu araştırmanın ilk adımını mağaranın yeraltında izlediği yolun ortaya çıkartılması oluşturur. Sportif mağaracılık daha çok bu ilk aşama üzerinde şekillenir. Sportif mağaracılıkta amaç mağaranın sonuna ulaşmaktır. Yani nasıl dağcılar zirveye çıkıyorlarsa mağaracılarda mağaranın sonuna ulaşmayı hedeflerler. Mağaracılar açısından mağaranın sonuna ulaşmak, bütün kolları ile birlikte mağaranın keşfini tamamlamak anlamına gelir. Bir mağara, ana galeri olarak adlandırabileceğimiz asıl kolun yanı sıra birçok yan kollardan oluşur. Ana galeri ve buna bağlanan bütün yan kolların araştırılması ve ortaya çıkartılmasıyla ilk adım tamamlanmış olur.
Mağaracılıkta ikinci adım mağaranın haritasının çıkartılmasıdır. Ana galeri ve ona bağlı yan kollar, mağara haritacılığı tekniği ile ölçülür. Bu ölçümler daha sonra evde masa başında bazı hesaplamalar ve buna bağlı yapılan çizimler ile harita haline dönüştürülür. Ancak bu söylendiği kadar kolay bir uğraş değildir. Üzerinde çalışılan mağaranın zorluk derecesine göre haritanın çizimi bazen yılları alabilir.
Mağaracılığın üçüncü adımını mağara içindeki diğer bilimsel çalışmaların tamamlanması oluşturur. Mağaranın jeolojik ve hidrojeolojik açıdan araştırılması konunun uzmanlarınca yürütülür. Bazı mağaralar arkeolojik açıdan önem taşıyan buluntulara sahip olabilir. Eğer bu tür bir mağaraya girilmişse buluntuların arkeologlar tarafından incelenmesi ve ön araştırma raporlarının tutulması sağlanır. Mağara içinde yapılacak biyolojik araştırmalar ise gene konunun uzmanı kişilerce sürdürülür. Bütün mağaralarda bazı canlı türleri yaşarlar ancak bir de çok özelleşmiş mağara canlıları vardır. Bu canlıların incelenmesi ayrı bir uzmanlık alanıdır. Bilimsel araştırmaların da tamamlanması ve raporlarının tutulmasıyla birlikte incelenen mağara tam anlamıyla sonlandırılmış olur.


TEMEL MAĞARACILIK MALZEMELERİ
Mağaracılık, bilimsel adı ile speleoloji dünyada geniş ilgi bulmuş bir alandır. Ülkemizde de son yıllarda hızlı bir gelişim göstermektedir. Yeraltında sürdürülen etkinliklerin yarattığı tedirginliğin yanı sıra karşılaşılan güçlükler, mağaracıların özel eğitim almalarını ve özel bazı donanımlara sahip olmalarını gerekli kılmaktadır. Araştırılması çok kolay olan mağaraların yanı sıra gerçekten çok zor olan mağaralar da bulunmaktadır.
Mağaracılıkta karşılaşılan ilk zorluk karanlıktır. Mağara karanlığı ışığın sıfır olduğu hiç ışıksız bir ortamdır. Böyle bir ortamda uzun süre bulunmak iyi bir aydınlatma aracına sahip olmakla mümkündür. Sizi yarı yolda bırakacak bir aydınlatma aracı mağaradan çıkamamanız anlamına gelir. Dışardan yardım gelmediğinde bu ölümle eş anlamlıdır. Mağaraya define aramak için giren ve el fenerinin pili bittiği için çıkamayan bazı kişilerin iskeletlerinin çok sonraları bulunduğu bir gerçektir. Mağaracılıkta kullanılan aydınlanma araçlarının başında karpit lambaları ve pilli ya da akülü lambalar gelir.

Karpit Lambaları
Mağaracılar aydınlanmayı sağlayabilmek için aynı eski madencilerin yaptığı gibi karpit lambaları kullanırlar. Eski madenciler diyoruz çünkü karpit lambaları 1900-1940 yılları arasında madenlerde kullanılıyordu. Daha sonraları madenlerde bu lambaların yerini pilli ve akülü lambalar aldı. Ancak mağaracılar bu geleneksel lamba çeşidini kendilerine göre nedenlerle terk etmediler. Karpit lambaları uzun süre bitmeksizin yanmaları, çok ekonomik olmaları, homojen ve iyi bir aydınlatma sağlamaları nedeniyle mağaracılar arasında günümüzde de tercih edilmektedirler. Karpit lambalarının kendilerine göre dezavantajlı yanları bulunmakla birlikte avantajlı yanlarının ağır basması ve dezavantajlı yanlarının aynı anda pilli lamba kullanılarak giderilebilmesi bu lambaların günümüzde de kullanımının devam etmesinin nedenleri arasındadır.
Karpit lambalarının en önemli dezavantajı alev esasına göre çalıştığı için sulu ortamlarda, özellikle de yukardan mağaracının üzerine su döküldüğü şelale inişleri ya da çıkışları  sırasında sönmesidir. Diğer bir eksi yanı da ip inişleri sırasında dikkatsiz davranılması durumunda alevin ipi yakma olasılığının bulunmasıdır. İpin yanması kopma ve düşme anlamına geldiği için böyle bir durumda hayati tehlike söz konusudur. Günümüzde mağaracıların kullandığı aydınlanma donanımı kaska monte edilmiş manyetolu olarak ateşlenebilen bir karpit lambası ve onun altında pille çalışan gene kaska monte edilmiş bir kafa lambası şeklindedir. Mağaracılar şelale ve ip inişleri sırasında karpiti söndürüp pilli lambayı kullanırlar. Diğer durumlarda da pilli lambayı söndürüp karpiti yakarlar. Kaska monte edilmiş pilli lamba aynı zamanda hem yedek lamba işlevi görür hem de ışığı bir noktaya toplamak gerektiğinde yakılarak uygun aydınlanma sağlanabilmesine olanak verir. Karpitte bunu yapabilme imkanı bulunmaz. Mağaracılar bu ikili sisteme ek olarak ayrıca bir de yedek seyyar pilli kafa lambası bulundururlar. Bu yedek lamba genellikle sırtlarındaki ufak çantada taşınır ve duruma göre çıkartılıp kullanılabilir. Özet olarak bir mağaracı mağarada üç adet aydınlatma aracı taşır. Tabi ki kullanılan pilli lambaların yedek pilleri ve yetecek miktarda yedek karpit her mağaracının çantasında bulunması gereken diğer malzemelerdendir. Yedek pil ve karpitlerin özellikle sulu mağaralarda su ve nemden etkilenmelerinin önüne geçebilmek için su geçirmeyen özel muhafazalar içinde çantada taşınması gerekmektedir.

Karpit Lambasının Yapısı ve İşleyişi
Bütün karpit lambaları iki bölümden oluşurlar. Birinci bölüm üstte bulunan su haznesi, ikinci bölüm ise altta bulunan karpit haznesidir. Birbirinden ayrılabilen bu bölümler içlerine su ve karpit koyulduktan sonra vidalı kapak sayesinde sıkıştırılarak birleştirilirler. Su haznesinin gevşetilebilen ya da sıkıştırılabilen ve suyun istenilen hızda karpitin üzerine damlamasına sağlayan bir vanası bulunur. Karpit haznesinin ise bir hortum aracılığı ile dışa açılan ve meme tabir edilen başlıkla son bulan bir bölümü vardır. Suyun karpitin üzerine damlaması asetilen gazı açığa çıkartır. Bu gazın en önemli özelliği yanıcı olması ve yanarken parlak bir alev çıkartmasıdır. Karpit haznesinde biriken asetilen gazı hortumdan geçip memenin ucuna gelir ve buradan düzgün şekilde dışarı çıkar. Memenin ucu ateşlendiğinde mum alevi büyüklüğünde bir alev oluşur. Mağaracılar bu alevi özel bir donanım ve yansıtıcı ayna ile birlikte aydınlanma aracı olarak mağarada kullanırlar.
Karpit haznesinin içine koyulan karpit, haznenin yarısını kaplayacak miktarda olmalıdır. Ayrıca karpiti direk haznenin içine koymak yerine eski bir kadın çorabının içine yerleştirdikten sonra hazneye koymak filtre etkisi yarattığı için olası tıkanmaları engellemekte ve yanma sonrası karpiti hazneden çıkartırken de kolaylık sağlamaktadır. Yarıya kadar doldurulmuş bir karpit haznesi ile mağara içinde 5-6 saat aydınlanmak mümkündür. Günümüzde mağaracılar Petzl firmasının ürettiği karpit ve aydınlanma donanımlarını kullanmaktadırlar.
Bu donanımların ülkemizde bulunmadığı yıllarda mağaracılar bu donanımın biraz ilkel bir biçimini kendileri üretirlerdi. Bunun için sanayiden metal madenci karpit haznesi, işçi bareti, 30 cm boyunda 10’luk bakır boru, 1.5 metre boyunda bahçe sulama hortumu, birkaç kelepçe ve bir de metal parlak çay tabağı almak gerekiyordu. Gerisi tornavida ve pense ile halledilebiliyordu. Önce karpit haznesinin memesi sökülüyor ve bu meme bakır borunun bir ucuna hava sızdırmayacak şekilde monte ediliyordu. Daha sonra memenin söküldüğü yere hortum takılıp kelepçe ile sabitleniyordu. Hortumun diğer ucuna ise bakır boru takılıp gene kelepçe ile sabitleniyordu. Bu sistem en son olarak barete monte edilince işlem tamamlanmış oluyordu. Metal parlak çay tabağının ne işe yaradığına gelince, önce biraz çekiçle dövülüp uygun şekle getirildikten sonra alevli kısmın tam arkasına gelecek şekilde barete vida ile monte ediliyordu. Böylece aleve ayna görevi yapıp daha çok aydınlanma sağlanabiliyordu.

Pilli Aydınlanma Aletleri
Mağaracılar genellikle iki tip pilli lamba kullanırlar. Bunlardan biri kaska monte edilmiş olan ve kaskın arkasında pil yuvası bulunan genellikle Petzl firmasının ürettiği hologene ampullü odaklama özelliği bulunan lambalardır. Bu lambaları yakabilmeniz için üzerindeki bileziği döndürmeniz gerekmektedir. Bu bilezik aynı zamanda ışığın odaklama durumunu da ayarlamanıza yarar. Eğer bileziği fazla döndürürseniz ışık tek bir noktaya toplanır. Az döndürürseniz daha geniş bir alanı aydınlatır. Mağaracıların kullandığı bir diğer lamba ise gene aynı firma tarafından üretilen aynı özelliklere sahip standart kafa lambalarıdır. Mağaracılar bunların su geçirmez tiplerini tercih ederler. Bu lambaları mağara dışında kampta da rahatlıkla kullanabilirsiniz. Mağaracılar bu ikinci pilli lambayı tamamen yedek olarak emniyet amacıyla çantalarında bulundururlar. Kullandığınız pilli lambaların hangi ampul tipi ile ne kadar süre yanabileceği bu lambaların kataloglarında belirtilmektedir. Bu sürelerin bilinmesinde yarar vardır. Böylece pilin ne kadar dayanacağını hesaplar ve yanınıza ona göre yedek malzeme alabilirsiniz. Genel olarak mağaracıların kullandığı hologene ampullü Petzl kafa lambaları, bir takım pil ile sürekli yakıldıklarında 3-6 saat arası yanarlar.

Kask
Mağaracıların temel malzemelerinden birisi kasktır. Mağaracılıkta kafanın korunması çok önemlidir. Bu nedenle mağaraya kasksız girilmez. Zaten aydınlatma donanımları da kaska bağlı oldukları için isteseniz de bunu başarmanız zordur. Mağaralar yerine göre çok dar pasajlardan oluşurlar. Bu gibi yerlerde mağaracılar çoğu yerde sürünerek ilerlerler. Bazen de çok dar deliklerden geçmek durumunda kalırlar. Bütün bu işler karanlık ortamda yapıldığı için aydınlatma donanımlarınız ne kadar iyi çalışırsa çalışsın zaman zaman kafanızın üzerini göremezsiniz. Buna ilaveten hiç hesaplamadığınız bir anda kafanızı bir sarkıta veya kayaya çarpma olasılığınız çok fazladır. Taş düşmelerini de buna ilave edebiliriz. Bütün bu riskleri göz önüne aldığımızda kaskın mağaracılıkta kullanılan en önemli malzemelerden biri olduğunu söyleyebiliriz.

Tulum ve Çizme
Bir mağaracı için çamur olmazsa olmaz öğelerden biridir. Hatta camia arasında evinde buzdolabının içinde çamur izine rastlanmayan kişinin mağaracılığı kuşku ile karşılanmaktadır. Mağaracılar yeraltı derelerinin izini sürerken yer yer çok çamurlu bölgelerden geçerler. Öyle ki ortam bir bataklığı aratmayacak yoğunluktadır. Çamurun yanı sıra çoğu zaman diz hizasının altında yeraltı suları içinde yürünür. Durum böyle olunca mağaraya girmek için bizim lağımcı çizmesi dediğimiz kauçuk çizmeler ve bütün vücudu kapatan su geçirmez bir tulum ideal giysileri oluşturur.

Küçük Sırt Çantası
Genellikle mağaracılar sırtlarında küçük bir sırt çantası alarak mağaraya girerler. Mağarada kullanılacak sırt çantaları hacim olarak 25-30 litre civarında olmalıdır. Daha büyük çantalar dar pasajlardan geçerken sorun olurlar. Hatta bu büyüklükte çantaları bile bazen çıkartıp ilerlemek gerekebilir. Mağara çantalarının sağlam ve suya dayanıklı olanları tercih edilmelidir. Sırt çantasının içine yedek kafa lambası, yedek piller, yedek karpit, içerde acıktığınızda atıştırabileceğiniz enerji verici yiyecek bir şeyler ve içecek su ya da meyve suyu gibi şeyler koyulabilir. İçerde kalınacak süreye bağlı olarak çantanızda yer kaldıysa giyecek ek kuru bir şey bulundurmak yararlı olabilir. 

Şişme Bot ve Yardımcı İpler
Fosil mağara olarak adlandırılan yeraltı su sistemi ile hiçbir bağlantısı bulunmayan mağaralarda şişme bot kullanımını gerektirecek bir durumla karşılaşılmaz. Eğer girilen mağara aktif mağaraysa yani içinden yeraltı deresi geçiyor ya da bir yerinde yeraltı suyu sifon yapıyorsa, bu tür mağaralarda şişme bir bot ilerleyebilmeniz için şart olabilir. Böyle mağaralara girerken ekipte bir ya da iki şişme bot bulunması gerekir. Mağarada kullanılan şişme botlar çok büyük olmamalıdır. En çok iki kişiyi taşıyabilecek büyüklükte botlar idealdir. Çünkü daha büyük botu hem yanınızda taşıması zor olur hem de büyük bir bot dar geçitlerden ilerlemenize olanak vermeyebilir. Mağara botlarının oldukça sağlam yapılı olması ve küçük seyyar küreklerinin bulunması dikkat edilmesi gereken özelliklerdir. Bu kürekler ince iplerle bota bağlı olarak bulundurulmalıdırlar. Ülkemizde mağaracılar uzun yıllar Rus malı iki kişilik botları bu amaçla kullanmışlardır. Sanırım hala da kullanılıyor. Şişme botla birlikte ince ama sağlam ipler de gerekmektedir. Bu ipler botu bağlamak, geri çekmek gibi amaçlarla çok gereksinim duyulan malzemeler arasındadır.

MAĞARA NEDİR? VE NASIL OLUŞUR? 
Mağara, yeraltında kayaçlar içinde insan girişine olanak verecek şekilde gelişmiş doğal boşluklara veriler isimdir. Bu kelime Arapça “magare” ya da “mağare” sözcüğünden dilimize girmiştir. Kayaçların içinde doğal boşluklar oluşabilmesi için bir aşındırma ya da erime ve ardından çökme olması gerekmektedir. Doğada aşındırma elemanları olarak dalga, rüzgar, buz, lav gibi etkenler sayılabilir. Örneğin ülkemizde de bulunan deniz mağaralarının çoğu dalga aşındırması sonucu oluşmuşlardır. Ülkemizde rüzgar buz ve lav gibi etkenlerin aşındırması sonucu oluşmuş mağaralara rastlanmazken erime sonucu oluşmuş mağaralar bir hayli fazladır. Hatta bu mağaraların tüm mağaralarımızın %98’lik bölümünü kapsadığını söyleyebiliriz.
Erime kavramını biraz açarsak, başta kireçtaşı olmak üzere alçıtaşı, dolimit gibi bazı taşlar yüzey sularının etkisi ile zaman içinde erirler. Bu erimenin yeraltında yarattığı boşluk tavanın çökmesi sonucu genişler ve yeraltında daha büyük boşluklar meydana gelir. Bu boşluklara mağara adını veriyoruz. Ülkemizde özellikle kireçtaşı içinde oluşmuş birçok mağara bulunmaktadır. Su (H2O) ve kireçtaşının (CaCO3) birleşimi sonucu uygun koşullarda gelişen erime olayı kireçtaşı ile kaplı arazilerde bir çok değişik yüzey şekillerinin oluşmasına neden olur. Bu yüzey şekillerinin tümü karstlaşma olarak adlandırılır. Mağaralar da bu yüzey şekillerinden biridir. Ülkemizde karşılaşacağımız çoğu mağara karstik mağaralardır.

Kast Nedir? : Karst adlandırması, ilk kez Yugoslavya’nın Trieste bölgesinde kireçtaşı ile kaplı bölgeye verilen addan esinlenerek kullanılmıştır. Bu adlandırma sonradan benzer arazi biçimleri için kullanılan bir tanımlama biçimine dönüşmüştür. Bu tanımlamaya göre karst, kimyasal çözünmeden fazlasıyla etkilenen kayalar ve özellikle de kireçtaşı ile kaplı arazilerde yüzey sularının yeraltına geçişi sırasında yaşanan çözülme ve yeniden çökelme süreçlerinin bir ürünü olarak oluşan özel arazi şekillerine verilen bir addır.
Karstlaşma bölgedeki yağışlardan ve bitki örtüsünden fazlasıyla etkilenir. Ayrıca tüm kireçtaşı araziler her zaman karstik yapı ortaya çıkarmazlar. Karstik yapının oluşabilmesi kireçtaşının direnci saflık ve sertliği ile de yakından ilgilidir. Saf ve yumuşak kireçtaşlarında karstlaşma belirgin değildir. Bunun yanı sıra kireçtaşı kaplı arazinin faylı ve kırıklı bir yapı gösteriyor olması karstlaşmayı hızlandırıcı etki yapmaktadır.
Yeryüzüne düşen yağış atmosferden geçerken ve toprağa düştükten sonra yeraltına sızarken bünyesine karbondioksit alır. Bu karbondioksit suda erir ve karbonikasit (H2CO3) oluşur. Karbonikasit aslında hepimizin bildiği gazlı içeceklerde bulunan kabarcıklardır. Karbonikasitli su kireçtaşını etkiler ve onun kristal yapısını fiziksel olarak parçalar. Bu parçalanma kireçtaşının erimesi anlamına gelir ve kireçtaşı araziler üzerinde ya da içinde erimenin yarattığı kanallar, boşluklar oluşmaya başlar. Bu boşluklar oluşan reaksiyonun süreklilik göstermesi sonucu büyür ve ilerler. Zamanla tavanda meydana gelen çökmeler sonucu daha geniş galeriler ve tüneller oluşur. Bir mağaranın oluşumu binlerce hatta milyonlarca yıl sürebilir. Tecrübeli bir mağaracı suyun mağara içindeki izlediği yolu belirleyerek mağaranın nasıl geliştiğini kolaylıkla anlayabilir.
Mağaralarında aynı canlılar gibi bir ömürleri vardır, doğarlar, gelişirler duraklar ve ölürler. Bir mağara yüzey suları ile bağlantısı herhangi bir nedenle kesildiğinde gelişimini durdurur. Ve bir duraklama dönemi başlar. Bu şekilde duraklama dönemine girmiş mağaralara “fosil” mağara adı verilmektedir. Fosil evresinde bulunan mağaralar bu dönemin sonunda yan duvarların ya da tavanın göçmesi sonucu yıkılarak ömürlerini tamamlarlar. Yeraltı su sistemi ile bağlantısı kesilmemiş olan mağaralar ise “aktif sistem” ya da “aktif mağara” olarak adlandırılırlar.

MAĞARA İÇİ OLUŞUMLAR
Mağaraların içleri gerçekten görsel açıdan anlatılmaz güzelliklerle doludur. Bir mağaranın içini gezmek bu bakımdan sanki bir masal dünyasında dolaşmaya benzer. Mağaraların içlerinde en çok rastlanan oluşum tiplerinin başında hepimizin bildiği sarkıt ve dikitler gelir. Ancak mağara içi oluşumlar sadece sarkıt ve dikitlerle sınırlı değildir. Sarkıt ve dikitlerin birleşmesi ile oluşan sütunlar, Pamukkale’de yer üzerinde gördüğümüz travertenler, bir insanı rahatlıkla yutabilecek boyutlarda içi sulu dolu cadı kazanları, mağara incileri, kristalize oluşumlar, pasta kreması tipi travertenler, perde oluşumları, bacalar ve üzerinde botla gezilebilen göller gibi mağarayı süsleyen ve ona karakterini veren doğal birçok güzellik bulunur. Kendine özgü bir yapılanma biçimi olan ve başka hiçbir ortamda bir benzeri bulunmayan bu güzelliklerin tümüne birden mağara içi oluşumlar adı verilmektedir.
Mağaraların içinde böylesine ilginç oluşumların gelişmesine neden olan şeyin ne olduğu çoğu insan tarafından merak edilmektedir. Aslında bu yukarda anlatmaya çalıştığımız mağaranın oluşum sürece içinde yaşanan kimyasal reaksiyonlar ile yakından ilişkilidir. Karbonikasidin kireçtaşını çözmesi reaksiyonu basit ve tek yanlı bir süreç değildir. Bu süreç basınç ve ısı değişikliklerine bağlı olarak ters yönlü de işleyebilir. Yani bünyesinde erimiş halde kireçtaşı bulunan sudan karbondiyoksit (CO2) kaybı sonucu kireçtaşı (CaCO3) çökelebilir. Bu çökelen kireçtaşları tavandan aşağıya doğru sarkıtların oluşmasına neden olur. Sarkıtlardan yere damlayan sulardaki kireçtaşının çökelmesi sonucu da yerden dikitler yükselmeye başlar. Bazen bu reaksiyon o kadar şiddetlidir ki sarkıt ve dikitler belli bir zaman içinde birleşirler ve sütun denilen oluşum şeklini ortaya çıkartırlar. Bir mağaranın zenginliği oluşumlarının çeşitliliği ile yakından bağlantılıdır.

TÜRKİYE’DEKİ KARSTİK ALANLAR
Ülkemiz karstik alanlar açısından oldukça geniş bir dağılıma sahiptir. Toplam topraklarımızın %40’lık bölümü karstik arazilerden oluşmaktadır. Karstik bölgelerin kapladığı alanlara bakılarak ülkemizde birçok mağara bulunduğu tahmin edilmektedir. Tahminlere göre yurdumuzda 35-40 bin adet mağara olabileceği öngörülmektedir. Ülkemizde kireçtaşı karstı en çok Akdeniz bölgemizde Orta ve batı Toros dağları üzerinde gelişmiştir. İl olarak söylersek, Adana, Mersin, Antalya, Muğla ve daha içerde bulunan Isparta, Burdur, Konya, Karaman illerimiz karstlaşmanın yoğun olduğu illerimizdir. Anamur yakınlarındaki Peynirlikönü düdeni (-1429 m) ve Isparta ilimizdeki Pınargözü Mağarası (15 km) gibi ülkemizin en derin ve en uzun mağaraları da bu bölgede yer almaktadır. Peynirlikönü Mağarası dünya derinlik sıralamasında şu anda 12. sırada yer almaktadır. Bu bölgenin yanı sıra Karadeniz bölgemizde Zonguldak, Kastamonu, Sinop arası, Trakya bölgemizde Kırklareli’nin kuzeybatısı, Doğu’da Şanlıurfa’nın güneyi, Diyarbakır-Mardin arası, Eruh Şırnak arası gibi bölgelerimiz de karstik açıdan zengin bölgelerimizi oluşturur.

TÜRKİYE’NİN EN DERİN MAĞARALARI
1- Peynirlikönü Düdeni (Anamur/İçel) – 1429 metre
2- Çukurpınar Düdeni (Anamur/İçel) – 1190 metre
3- Kuyukale (Dedegöl/Isparta) – 832 metre
4- Pınargözü Mağarası (Yenişarbademli/Isparta) + 720 metre
5- Subatağı Düdeni (Yahyalı/Kayseri) – 643 metre
6-Sütlük Subatanı (Pozantı/Adana) – 640 metre
7-Derme Düdeni (Beşkonak/Antalya) –550 metre
8- Akarca Düdeni (Akseki/Antalya) – 430 metre
9- Düdenyayla Düdeni (Beyşehir/Konya) – 416 metre
10- Atlılar Düdeni (Gözne/İçel) – 410 metre
11- Camlıköy subatanı (Pozantı/Adana) – 379 metre
12- Bucakalan Mağarası (Akseki/Antalya) – 345 metre
13- Düdencik Düdeni (Akseki/Antalya) – 330 metre
14- Sakaltutan Düdeni (Akseki/Antalya) – 303 metre
15- Sakaltutan Deliği (Akseki/Antalya) –302 metre
16- Dağlı Kuylucu (Cide/Kastamonu) – 280 metre
17- Kalp Kapo Obruğu (Gündoğmuş/Antalya) – 261 metre
18- Ilgarini Mağarası (Cide/Kastamonu) – 250 metre
19- Felengi Mağarası (Altınekin/Konya) – 245 metre
20- Gölcük Düdeni ( Seydişehir/Konya) – 245 metre

TÜRKİYE’NİN EN UZUN MAĞARALARI
1- Pınargözü Mağarası (Yenişarbademli/Isparta) 15.000 metre
2- Tilkiler Düdeni (Manavgat/Antalya) 6650 metre
3- Kızılelma Mağarası (Zonguldak merkez) 6630 metre
4- Mencilis Mağarası (Safranbolu/Zonguldak) 5350 metre
5- Ayvaini Mağarası (Bursa merkez) 4866 metre
6- İkigöz Mağarası (Çatalca/İstanbul) 4816 metre
7- Altınbeşik Mağarası (Akseki/Antalya) 4500 metre
8- Maraspoli Mağarası (Ermenek/Konya) 3750 metre
9- Çukurpınar Düdeni (Anamur/Antalya) 3500 metre
10- Gökgöl Mağarası (Zonguldak merkez) 3350 metre
11- Dupnisa Mağarası (Demirköy/Kırklareli) 3150 metre
12- Gürlevik Mağarası (Taşkale/Karaman) 2500 metre
13- Susuz Mağarası (Seydişehir/Konya) 2303 metre
14- Balatini Mağarası (Beyşehir/Konya) 2030 metre
15- Körükini-Suluin (Derebucak/Konya) 1936 metre
16- Adlerhorst Mağarası (Antalya) 1804 metre
17- Bursa Mağarası (İnigöl/Bursa) 1750 metre
18- Kazandere Mağarası ( Kırklareli) 1684 metre
19- Ayvacık Subatanı (Salihli/İzmir) 1579 metre
20- Gölcük Düdeni (Seydişehir/Konya) 1565 metre

DÜNYANIN EN DERİN MAĞARALARI
1- Lamprechtsofen (Avusturya) –1632 metre
2- Gouffre Mirolda (Fransa) –1610 metre
3- Jean-Bernard (Fransa) – 1602 metre
4- Torca del Cerro (İspanya) – 1589 metre
5- Pantijukhina (Gürcistan) –1508 metre

DÜNYANIN EN UZUN MAĞARALARI
1- Mammoth Cave (ABD) 571.317 metre
2- Optimisticheskaja (Ukrayna) 212.000 metre
3- Jevel Cave ( ABD) 195.615 metre
4- Hoelloch (İsviçre) 182.540 metre
5- Lechuguilla Cave (ABD) 170.269 metre

TÜRKİYE’DE MAĞARACILIĞIN TARİHÇESİ
Türkiye’de bilinen ilk mağara araştırmasını Avusturya asıllı jeolog Abdullah beyin 1869-1870 yılları arasında Küçükçekmece gölünün yaklaşık 2 km. kadar kuzeyindeki Yarımburgaz Mağarası’nda yaptığı araştırmalar oluşturur. Bu inceleme o dönemde çıkan bir tıp dergisinde “Bir mağara nasıl tetkik olunur ve Yarımburgaz Mağarası’nı ziyaret” adı ile Fransız’ca olarak yayınlanmıştır.
Daha sonraki dönemde ülkemizde sürdürülen mağaracılık etkinlikleri arasında 1919 yılının temmuz ayında İtalyanların Antalya ilimizin yaklaşık 45 km. kuzeyinde bulunan Kocain Mağarası’nı keşfetmeleri ve bu mağara içinde sürdürülen arkeolojik araştırmalar gelir. İtalyanlar 1918 yılında itilaf devletleri ile Osmanlı devleti arasında imzalanan Mondros Mütarekesi sonrası 1919-1921 yılları arası bölgeyi işgal etmişlerdir. Bu işgal dönemi sırasında Kocain Mağarası’nda araştırmalarda bulunmuşlardır. Bu araştırmalar 1923 ve 1924 yıllarında arkeolog Giuseppe Moretti imzasıyla Annuario Della Scuola Archeologica di Atene adlı yıllıkta yayınlanmıştır.
1921 yılında Harun Reşit Kocacan adlı araştırmacımızın ülkemizdeki mağaralar üzerinde çalıştığı bilinmektedir. Cumhuriyet sonrası 1927 yılında yine Yarımburgaz Mağarası’nda yapılan araştırmalar bulunmaktadır. Bu araştırmalar, İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi zooloji profesörlerinden Raymond Hovasse tarafından yürütülmüştür. Profesör Hovasse Yarımburgaz Mağarası’nda yaşayan canlılar üzerine biyolojik bir çalışma yapmıştır.
1935-1939 yılları arasında Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Profesörlerinden Cemal Arif Alagöz ülkemizde çeşitli araştırmalar sürdürmüştür. Profesör Alagöz daha çok Zonguldak ilimiz ve çevresi ile Toroslar’da bazı mağara araştırmalarında bulunmuştur. Bu araştırmaları 1944 yılında “Türkiye Karst Olayları Hakkında Bir Araştırma” adı altında bir kitap olarak yayınlanmıştır.
1938 yılında Prof. Dr. Şevket Aziz Kansu mağaralarımızı prehistorik açıdan ele almış ve Ankara Demirözü Mağarası ve çevresinde araştırmalarda bulunmuştur. Bu mağara içindeki ilk araştırmalar ise 1945 yılında Prof. Dr. Kılıç Kökten tarafından yapılmıştır.
1949-1950 yıllarında İsveç’li K.Lindberg ülkemizdeki mağaralarda yaşayan canlılar üzerine bir araştırmada bulunmuştur. Bu araştırmaları 1952-1954 yılları arasında Fransız’ca olarak “Annales de speleologie” adlı Fransa Milli Speleoloji Komitesi yayın organında yayınlanmıştır. 1955 yılında Konya ilimizin Ermenek ilçesinde bulunan Maraspoli Mağarası üzerinde çeşitli araştırmalar sürdürülmüştür. Bu araştırmalar ülkemizde günümüz mağara araştırmalarının öncüsü sayılabilecek ilk çalışmaları oluşturur. Maraspoli Mağarası jeolog Dr. Temuçin Aygen tarafından mağaranın hidrojeolojik incelemesinin yapılması şeklinde gerçekleşmiştir. 1955-1964 yılları arasında geçen 10 yıllık dönemde Dr. Temuçin Aygen’in kişisel gayretleri sonucu Türkiye’de 100 kadar mağaranın incelemesi gerçekleştirilmiştir. Dr. Temuçin Aygen bu çalışmalarını dönemin çeşitli yerli ve yabancı yayın organlarında yayınlayarak ülkemizde mağaracılığın duyulması adına çok önemli bir misyonu yüklenmiştir. (Dr. Temuçin Aygen’i 26 Ocak 2003 tarihinde 81 yaşında kaybettik.)

MAĞARABİLİM (SPELEOLOJİ) NEDİR?
Mağaracılığın sportif bir uğraş ya da hobi olarak ele alınabilecek bir yanı olmakla birlikte, bilimsel açıdan incelenmesini gerektiren birçok özelliği de bulunmaktadır. Mağaralarda yapılan bilimsel çalışmalar sonucu, mağarabilim anlamına gelen speleoloji ortaya çıkmıştır. Speleoloji kısaca, mağaraların jeolojik, hidrojeolojik, minerolojik, biyolojik, arkeolojik, paleolontolojik, pleoantropolojik yöntemler kullanılarak incelenmesi çalışmalarının tamamını kapsayan bir disiplin olarak tanımlanabilir.
Speleoloji kelimesi ilk olarak Emile Riviere tarafından Yunan’ca bir sözcükten türetilmiştir. Yunan’ca spelaion (mağara) ve logos (bilim) kelimelerinin birleşiminden meydana gelen speleoloji dünyadaki en genç bilimlerden biridir. Speleoloji son 30 yıl içinde ciddi birçok  ilerlemeler kaydetmiştir. Speleoloji sayesinde dünyamızın milyonlarca yıl süren evrimi içinde nasıl bir gelişim gösterdiği, jeolojik formasyonun biyoloji ve farklı disiplinleri nasıl etkilediği gibi birçok konudaki düşüncelerimiz gelişme kaydetmiştir. Yeraltı su sistemleri, bunların oluşumları, karstik şekillenmeler konusunda yapılan hidrojeolojik incelemeler tatlı su kaynaklarının en verimli şekilde kullanımını gündeme getirmiştir. Mağaralarda sürdürülen arkeolojik araştırmalar insanın geçmişini kavrayabilmemiz açısından çok önemli bulguların gün ışığına çıkmasını sağlamıştır.
Ülkemizde mağara araştırmalarının tarihçesine baktığımızda, başlangıçta mağaracılığın tamamen bilimsel bir tarzda ele alındığını görürüz. 1870’li yıllardan hemen hemen 1950’li yıllara kadar bu şekilde devam etmiştir. 1950’lerden itibaren mağaracılığın sportif olarak ya da turizm kapsamında değerlendirilmeye başladığını görüyoruz. Bu tarihten itibaren mağaracılığın bilimsel yanının ikinci planda kalması yapılan araştırmalarda devlet desteğinin azalmasıyla yakından ilişkilidir.
Ülkemizde speleolojik araştırmalar, başlangıç dönemi göz ardı edilirse yeni yeni gelişme kaydetmektedir. Bu tür çalışmaların devletin maddi desteği ile yürütülebilmesi son yıllarda speleolojik araştırmaların üniversite bünyesinde oluşturulacak birimlerce ele alınmasını daha uygun hale getirmiştir. Bir bölgede yürütülecek mağara araştırması için öncelikle bölgenin jeolojik ve topografik bilgilerinin oluşturulması gerekmektedir. Daha sonra yapılacak çalışmaları yürütebilecek konusunda uzman bir kadro gereklidir. Elde edilecek verilerin incelenmesi, ulusal ve uluslar arası çevrelere duyurulması gibi çalışmalar akademik bir çalışma birimini şart koşmaktadır.

SPELEOLOJİNİN TARİHÇESİ
Speleoloji dünyada 1700’lü yılların ortalarından itibaren gelişme göstermiştir. Bilimsel anlamda ilk araştırmalar, 1743 yılında Nagel’in Morovya’da kot farkı olarak 136 metre derinliği bulunan Macosha uçurumuna inmesiyle başlamıştır. 1770 yılında Lloyd İngiltere’de Derbyshire’de Eldon-Hole Mağarasına girmiştir. 1774 yılında Alman Esper Almanya’da bazı mağaralarda bulduğu büyük hayvanlara ait kemikleri incelemiş ve bunların bugün nesli tükenmiş bazı hayvan türlerine ait olduğu görüşünü ortaya atmıştır.
1800’lü yıllarda da speleolojik incelemeler sürdürülmüştür. Bu yıllarda özellikle Avusturya’lı mağaracıların 1840 yılında Tiryeste şehrinin su ihtiyacını karşılamak amacıyla –322 metre derinliğe sahip Trebiciano Mağarasına araştırmaları ve 1854’de Owen ile 1897’de Hovey ve Ellsworth Call’ın Amerika’daki ünlü Mammoth Cave’de yürüttükleri çalışmalar dikkat çekicidir.
Ancak dünyada speleolojinin gelişiminin daha çok Fransız jeolog ve coğrafyacı Eduart Alfred Martel ile başladığı kabul edilir. Martel tüm yaşamını mağarabilimin gelişimine adayarak 50 yıldan fazla bir zaman dilimi içinde yürüttüğü araştırmalarda birçok mağaranın incelemesini yapmıştır. Dönemin teknolojisine uygun dikey mağaracılık teknikleri geliştirerek birçok dikey mağaraya girmiştir. 1895 yılında Fransa’da ilk speleoloji derneğini kurmuştur. Derneğin yayın organında mağaralarla ilgili birçok bilimsel makale yayınlamıştır.
Martel’den sonra da mağarabilim hızı bir gelişim göstermiştir. 1935-1946 yılları arasında Robert de Joly, dikey mağara iniş ekipmanları içinde önemli bir işlev görmüş olan ilk çelik merdivenleri yapmış ve bunlarla bir çok araştırma yürütmüştür. Bu merdivenler iki sıra çelik tel arasına yatay olarak sabitlenmiş alüminyum çubuklardan oluşmaktadır. Bu çelik merdivenler ikinci dünya savaşı sonrası yıllarda hızlı bir gelişme yaşayan dikey mağara inişlerinde adeta yeni bir dönem başlatmıştır. Örneğin 1963 yılında dünya derinlik sıralamasında birinci konumda bulunan Trou du Glaz mağarasının araştırılabilmesi bu merdivenler sayesinde yapılabilmiştir. Günümüzde artık mağara araştırmalarında çelik merdivenler kullanılmamaktadır. Mağaracılar daha sonra çok daha farklı dikey mağaracılık teknikleri geliştirmişlerdir.

BİOSPELEOLOJİ
Birçok bilim dalını içeren speleolojinin konularından önemli bir tanesini de mağaralarda yaşayan canlılar oluşturur. Bilindiği gibi mağaralarda çeşitli canlılar yaşamaktadır. Mağaraların en belirgin özelliği olan ışık yokluğu, besin kıtlığı, yüksek nem oranı ve neredeyse sabit sayılabilecek ısı burularda yaşayan canlıların bu ortama adapte olabilmeleri sorununu doğurmuştur. Mağara yaşamına adapte olmuş mağara canlıları mağara ekosisteminde meydana gelebilecek en ufak bir değişimden fazlasıyla etkilenirler. Bugün biospeleoloji denilen bilim dalı, mağaralarda yaşayan canlı türleri ve bu türlerin geçirmiş olduğu evrimle uğraşmaktadır.
Biospeleolojik bilgiler yaşadığımız dünyanın daha anlaşılabilir kılınması için gereklidir. Mağaralara çeşitli nedenlerle giren canlıların yanısıra, mağara yaşamına adapte olmuş canlılar da bulunmaktadır. Genel bir sınıflandırmaya dayanarak troglobit adını verdiğimiz bu canlıların özelliklerinin araştırılması, insanlığın evrimini daha iyi anlayabilmemiz açısından önemlidir. Biospeleolojik araştırmalar, mağara canlı türlerinin saptanmasının yanı sıra bu türlerin özelliklerini, yaşama şartlarını, üreme şeklini, beslenmesini v.b. tüm özelliklerini saptamayı gerektirmektedir. Bunu gerçekleştirebilmek için mağara içinde değişik mevsimlerde yapılacak ölçüm ve gözlemlerle veri toplamak, deneyler yapmak zorunludur. Bu şartlarda bir mağaranın biospeleolojik incelemesinin yapılması yıllar sürecek titiz ve bilimsel bir çalışmayı öngörmektedir.

MAĞARA CANLILARI
Mağaralarda birçok canlı yaşamaktadır. Bunlar mağara içinde toprak yüzeyinde, guano (yarasa gübresi) üzerinde, toprağın altında, yeraltı suları içinde yaşayan çeşitli canlı türleridir. Bütün bu canlılar gösterdikleri ortak özelliklere göre şu şekilde sınıflandırılabilirler.

1-Misafir mağara canlıları (Trogloxen)
2-Mağara seven canlılar (Troglofil)
3-Gerçek mağara canlıları (Troglobit)

Misafir mağara canlıları: Bu canlılar kendi içlerinde kara canlıları ve suda yaşayanlar olmak üzere iki ana grupta ele alınabilirler. Kara canlıları içinde mağarayı sığınak olarak kullanan bazı hayvan türlerine rastlamak mümkündür. Bunların başında çok eski dönemlerden beri mağaraları kullandıklarını bildiğimiz ayılar gelir. Ayıların mağaranın iç bölümlerinde ve özellikle en derin kısımlarında kış uykusuna yattıkları bilinmektedir. Ayılar sanıldığının aksine mağaranın giriş ağzını değil içini kullanırlar. Porsuk, tilki, çakal, kirpi ve yeraltı faresi gibi bazı hayvanların da mağaraları kullandıkları olmaktadır. Kara hayvanlarının yanısıra, yeraltı derelerinin bazı su canlılarını mağaraların içine kadar taşıdığı gözlenmiştir. Balıklar, kertenkeleler, semenderler, kurbağalar, su yılanları gibi bazı hayvanlara mağara içinde sularda rastlanabilmektedir. Bu canlıların çoğu mağaradan tekrar çıkamaz. Dışarı çıkmayı başarabilenler yaşar diğerleri ise genellikle ölürler. Bu canlıların çok azı mağara hayatına uyum sağlayabilir ve yaşantısını devam ettirebilir.

Mağara seven canlılar: Bu canlıların ortak özellikleri mağara içinde belli bir dönem yaşayabilmekle birlikte yaşamlarını devam ettirebilmeleri için mağaranın dışına çıkma ihtiyacı hisseden canlılar olmalarıdır. Bu canlılara en iyi örnek uçan memeli olarak da tanımlayabileceğimiz yarasalardır.
Yarasalar: Mağara canlısı denildiğinde herkesin aklına gelen ilk hayvan olan yarasalar, gecelemek ya da kışı geçirmek gibi gereksinimlerle mağaraları kullanırlar. Ancak özellikle kış uykusu sonrası beslenmek amacıyla dışarı çıkmak durumundadırlar. Yeryüzünde yaşayan yarasa türlerinin hepsi mağaraları kullanmaz. Mağara yaşantısına adapte olabilmiş bazı türler mağaralarda yaşarlar. Yarasalar genellikle mağaranın en derin kısımlarında koloni halinde bulunurlar. Yarasalarla ilgili olarak ülkemizde bilinen inanışların çoğu doğru değildir. Kan emici (vampir) yarasalar ülkemizde yoktur ve sadece Güney Amerika’da yaşarlar. Özellikle kan emici türlerin kuduz mikrobu taşıyıcısı oldukları bilinmektedir.
Tüm yarasa çeşitlerinin %70’lik bir bölümü böcek yiyerek beslenir. Sinekler, sivrisinekler, ve gece uçan diğer böcek türleri yarasaların yiyeceğini oluştururlar. Yarasalar gece aktif olan canlılardır. Ağız ve burunlarından insan kulağının duyamayacağı yükseklikte bir ses çıkartırlar. Bu sesin havadaki objelere çarpıp geri dönmesi esasına dayanan bir yön ve av bulabilme becerileri vardır.

Gerçek mağara canlıları: Biospeleologların asıl üzerinde durdukları mağara canlıları troglobit adı verilen mağara ortamına adapte olarak sadece burada yaşayan canlılardır. Gerçek mağara canlıları adını verdiğimiz bu canlıları mağara ortamından dışarı çıkartırsanız yaşayamazlar. Bu canlılar mağara ortamının kendine özgü özeliklerine uzun yıllar boyunca alışmışlar ve evrimleşerek yeni bir biçim almışlardır.
Mağara ortamı her şeyden önce karanlık bir ortamdır. Mağara derinliklerinde yaşayan canlılar tamamen ışıksız bir ortamda yaşarlar. Böyle bir ortamda canlıların güneş ışığına göre geliştirdikleri renk pigmentlerinin bir anlamı kalmaz. Bu nedenle troglobit sınıfında yer alan canlılar albino gibi renksiz olurlar. Karanlık ortamın ikinci etkisi ise gözlerin anlamsızlığıdır. Bu tür canlıların bazılarında gözler varlığını korumakla birlikte görme işlevini yitirmiş durumda olurlar. Bazılarında ise gözler hiç bulunmaz. Gözlerin işlevini yitirmesi bunun yerine diğer duyu organlarının fazlasıyla gelişmesini getirmiştir. Örneğin bu tür canlıların duyargaları en ufak bir titreşimi algılayabilecek yapıdadır.
Troglobitlerin karşılaştığı ikinci önemli durum besin kıtlığıdır. Mağaralar besin anlamında oldukça fakir bir ortam sunarlar. Bu bakımdan burada yaşayan canlılar, enerjiyi iyi kullanmak durumundadırlar. Bunun en iyi yollarından biri fazla hareketli olmamaktır. Bu nedenle troglobitlerde hareket azami ölçüde yavaştır. Birçoğu bütün günlerini hiç hareketsiz geçirirler. Bu canlılar açlığa çok dayanıklı bir yapı geliştirmişlerdir. Birçoğunun aylarca hiç besinsiz yaşayabilmeleri mümkündür.
Mağara ortamı sabit sayılabilecek bir ısıya ve yoğun bir nem oranına sahiptir. Burada yaşayan troglobitlerin vücutları buna alışmıştır. Birçok troglobitin vücudunda suyu vücutta tutmaya yarayan tabakalar bulunmaz. Bu nedenle bu canlılar havadaki nem değişimlerine çok duyarlıdırlar. Mağara iç ısısında meydana gelecek 1 derecelik artış ya da azalış bile bu canlılar için çok önem teşkil eder. Troglobitler üremelerini tamamen mağara içi ısı ve nem değişimlerine göre ayarlarlar. Mağara ekosisteminde ufak bir oynama bu canlıların hayatını alt üst etmeye yeter. Bu canlılar bilim açısından gerçek bir hazine değerindedirler. Bir çokları için önemsiz gibi görünen bu canlılar, muhtemelen ülkemizde henüz tanımlaması bile yapılmamış canlılardır. Türkiye’de troglobitler üzerine yapılmış araştırma yok denecek kadar azdır. İnsan olarak gerçek kimliğimizin ortaya çıkartılmasında bu canlıların bizlere söyleyeceği çok şey olduğu düşüncesindeyiz.

TÜRKİYE’DE SIK RASTLANAN MAĞARA CANLILARI
Yukarda üç grup altında sınıflandırdığımız canlı türlerinden ülkemiz mağaralarında sık rastlanan bazıları hakkında bilgi vermek istiyoruz.
Yarasa: Türkiye’de başlıca üç tür yarasa familyasına ait üyelere rastlanmaktadır. Bunlar Rhinnolophidae, Vespertilionidae ve Molossidae familyalarıdır. Rhinnolophidae ve Molossidae familyalarından birer cins, Vespertilionidae familyasından ise 8 cins olmak üzere ülkemizde toplam 10 cins yarasa bulunmaktadır. Bu yarasa cinslerinin hepsi uluslararası sözleşmelerle korunma altındadır.
Mağara Çekirgesi: Ceuthophilus stygius ve Hadonoecus subterraneus adı ile bilinen iki cinsi ve bu iki cinse ait çeşitli türleri ülkemizde de bulunan mağara çekirgeleri, iri gözleri olmasına karşın yarı kör biçimdedirler. Devamlı hareket eden duyargaları çok güçlü olan bu hayvanlar ağır hareketli olmakla birlikte ürkütüldüklerinde yarım metre kadar sıçrayarak uzaklaşırlar.
Örümcek: Mağaraların giriş ağızlarına yakın bölgelerinde yaşayan örümceklerin bir çok cinsi bulunmaktadır. Ülkemizde bazı mağaralarda iri ve çok zehirli oldukları belirtilen örümcek türleri olduğu bilinmektedir. Koyu kahverengi tonlu bu örümceklerin ayak açıklıkları 5-8 cm arasındadır. Ülkemizde Akseki bölgesindeki bazı mağaralarda insan eli büyüklüğünde üzeri tüylü ve çok zehirli örümceklere rastlanmıştır. Bunların koyu gri ve yeşil olan iki rengi bulunduğu ve her iki rengin de üzerinde siyah benekler olduğu gözlenmiştir.

DİKEY MAĞARACILIK
Mağaralar şekillenmelerine göre yatay mağaralar ve dikey mağaralara olarak iki ana grupta toplanabilir. Bir de hem yatay hem de dikey bölümleri bulunan mağara tipleri de vardır. Yatay olarak şekillenmiş olan mağaralara yukarda anlattığımız klasik mağaracı ekipmanları ile girilip çıkılabilir. Ancak dikey olarak oluşmuş mağaralar bazen derinlikleri 100 metreden fazla olabilen kuyu şeklinde birçok bölüm içerir. Bu bölümlerin geçilebilmesi için klasik mağaracı ekipmanlarına ilaveten mutlaka özel bazı malzemeler ile bunları kullanabilme bilgi ve becerisine sahip olmak gereklidir. Dikey mağaracılık bilgisi adı altında toplayabileceğimiz bütün bu teknikler, ip kullanımı, mağaracılık düğümleri, emniyet almak, bolt çakmak, istasyon kurmak, mağara iniş ve çıkıp ekipmanlarını tanımak ve kullanabilmek gibi birçok bilgi ve donanımı içerir. Dikey mağaracılık tekniklerinin geliştirilmesi sayesinde birçok mağaranın sonuna ulaşabilmek mümkün olmuştur. Eğer bu teknikler geliştirilmemiş olsaydı hala birçok mağara bizim için bilinmezliğini koruyor olacaktı. Bu bölümde kısaca dikey mağaracılık tekniği hakkında bilgi vermek istiyoruz.

İp
Dik inişlerde kullanılan sistemin en önemli elemanını ip oluşturur. Bütün dik inişlerde ip kullanılmaktadır. Mağaracıların zaman zaman fazla uzun olmayan 5-10 metrelik inişlerde katlanıp sarılabilen çelik merdiven kullandıkları da olmaktadır. Ancak çelik merdiven iniş ve çıkışı sanıldığı gibi kolay değil aksine daha zordur ve ayrıca iple emniyet alınmasını gerekli kılar. Günümüzde mağaracılar arasında çelik merdiven kullanımı hemen hemen terk edilmiş durumdadır.
Mağaracıların inişlerde kullandıkları ipler 9-10 ya da 11 mm çapında statik ip olarak adlandırılan esneklik payı olmayan iplerdir. Mağaracılık ipleri bu özelliği ile dağcılık iplerinden ayrılırlar. Dağcılık ipleri dinamik iplerdir ve düşme sırasında oluşan şoku emebilmeleri için belli bir esneme payına sahiptirler. Mağaracılıkta ip bir emniyet aracı olarak değil tamamen tırmanışın ana aracı olduğu için esnek ip mağaracının işini daha zorlaştırır.
Mağaracılık iplerinin içi, poliamidden (naylon) ya da polyesterden (tergal) sargı biçiminde yapılır. Bu bölümün üzeri sonradan örgü bir kılıf ile kaplanarak ipe son şekil verilir. Mağaracılık ipleri oldukça dayanıklıdırlar. 11 mm’lik bir ip 2 tondan fazla yük taşıyabilir. İpe atılan düğümler, karabinadan geçirilme ve ıslanma gibi etkiler, ipin taşıma ve şok kapasitesini bir miktar olumsuz etkilese de ciddi bir etki yaratmazlar. Ancak ipler için asıl tehlike ipin kayaya sürtünmesi durumudur. Mağaracılıkta en çok dikkat edilmesi gereken konulardan biri budur. Çünkü mağaracılar karanlık ortamda ipin geçtiği yerleri tam göremeyebilirler. Dikey inişlerde ipin kayaya sürtündüğü her noktaya bolt çakılıp istasyon kurulması gerekmektedir. Eğer sürtünme ipe zarar vermeyecek şekilde ise ip koruyucu kılıflar kullanılarak sürtünme etkisi aza indirilebilir. Dikey mağaraya girilmeden önce ilk kontrol edilecek malzemelerden biri iptir. İpin üzerinde herhangi bir yıpranma meydana gelmişse ip buradan kesilir ya da tamamen kullanımdan kaldırılır. İplerin bir şok yeme sayısı bulunur. Bu sayı ip kataloglarında belirtilir. Örneğin 6-7 defa şok yemiş bir ip görünür bir deformasyon olmasa bile yeniden kullanılmaz Mağara ipleri her kullanımdan sonra soğuk su ile yıkanarak temizlenmelidirler. Yıkama sonrası kurutma işlemi ise güneşsiz bir ortamda yapılmalıdır. Güneş her durumda iplere zarar verici bir etki yapar bu bakımdan mağara dışında da ipler hiçbir zamana güneş ışıklarına maruz bırakılmamalıdırlar. Mağara ipleri genellikle 100 metrelik toplar halinde alınır. Daha sonra istenilen uzunluklarda kesilir. Taşıma ve kullanım kolaylığı açısından 50 metrelik parçalar uygundur. Ancak bir mağaraya girilirken değişik ebatlarda birçok ip olması ve inişin uzunluğuna uygun iplerin kullanılması en doğru olanıdır. İp kesildiğinde açık kalan ucu çakmakla bir miktar yakılır ve ipin buradan dağılmasının önüne geçilir. Ayrıca her parça ipin sonuna mutlaka kaç metrelik bir parça olduğunu gösteren not yapıştırılır. Böylece mağaracı iniş sırasında kullanacağı en uygun ipi seçebilir ya da iniş sırasında kullandığı ipin iniş için yeterli olup olmadığını baştan görebilir. İniş için bir istasyon oluşturulur ip aşağıya sarkıtılmadan önce ipin düşürmesi olası taşlar temizlenmelidir. Bu işlem yapılmazsa iniş yapan mağaracının üzerine taş düşme riski oluşabilir. Ayrıca aşağıya atılan her ipin ucuna sekizli bir düğüm atılarak ipin ucu sabitlenmelidir. Aksi taktirde karanlıkta iniş yapan mağaracı ipin devam ettiğini sanıp ipin ucundan aşağıya düşebilir.

İstasyon Kurmak
Mağara içinde dik bir inişle karşılaşıldığında ilk yapılacak iş uygun emniyet noktaları oluşturarak ipi bu noktalara sabitlemek ve iniş için hazır hale getirmektir. İpin sabitlenmesine istasyon kurmak adı verilir. Mağaracılıkta ipi sabitleyebilmek için izlenebilecek iki yol vardır. Bunlardan ilki doğal emniyet noktalarından yararlanmaktır. İkinci yol ise, doğal emniyet noktalarının bulunmadığı yerlerde mağara duvarına bolt çakarak yapay emniyet noktaları oluşturmaktır.
Mağaracılar her zaman doğal emniyetlerden yararlanmaya özen göstermelidirler çünkü bolt denilen sistem mağara duvarına özel aletler yardımı ile çakılan metal bir dübelden oluşur. Bu dübele kulakçık adı verilen başka bir metal halka vidalanır ve ip, kulakçıklardan geçirilen karabinalara bağlanır. Bu şekilde oluşturulan emniyet noktaları oldukça güvenli olmakla birlikte kaya içine çakılan dübelin sonradan çıkartılabilmesi mümkün değildir. Mağaradan çıkılırken dübel üzerine vidalanan kulakçık vidası çözülerek çıkartılıp alınır ancak dübel kayanın içinde kalır. Bu durum mağaralarımızda bolt kirliliği adı verilen bir kirliliğe neden olmaktadır. Mağaracıların klasik sloganlarından biri, “Ayakizinden başka bir şey bırakma, Zamandan başka bir şey öldürme, Fotoğraftan başka bir şey çıkartma”dır. Bu slogana mümkün olduğunca sadık kalmaya çalışmak gerekir. Ancak çoğu zaman bolt çakılmaksızın dikey bir mağaranın araştırmasını tamamlayabilmek mümkün olmaz. Doğal emniyet almak, mağara içindeki kayalardan, sütunlardan vb. perlon bantlar yardımı ile oluşturulan emniyet şekilleridir. Bu emniyet sisteminde karabina oluşturulan perlon halkaya takılır ve ip karabinadan geçirilerek istasyon noktası oluşturulur. Bunlar mağaradan çıkarken toplanabildiği için mağaraya hiçbir zarar vermezler.
Mağaracılar bu şekilde istasyon kurarken her zaman çift emniyet sistemi kullanırlar. Yani tek bir noktadan kayaya sabitlenmiş ip ile iniş yapılmaz. İpin mutlaka iki noktadan sabitlenmiş olması gerekir. Mağaracılıkta çift emniyet sistemi aslında mağara içinde tüm ip tekniklerinde karşılaşılan her durum için de geçerlidir. Çift emniyet sisteminde ilk kurulan emniyet noktası güvenlik için yedektir. İkinci kurulan emniyet noktası ise mağaracının inişe başladığı noktada bulunan ve inişin asıl yükünü taşıyacak olan emniyet noktasıdır. Her iki emniyet noktası birbirine bağlıdır. Bu durumda mağaracının iniş yaptığı boltun yerinden çıkması gibi bir durum yaşanırsa ağırlık ikinci emniyet noktasına bineceği için mağaracı düşmez ve inişini sürdürebilir.
Mağaracılar ipi bu şekilde iki noktadan sabitledikten sonra ip inişinde kullanılan teknik donanımlarını kullanarak inişe başlarlar. İniş sırasında ipin zarar görmemesi için, ipin kaya ile temas ettiği her noktaya bir bolt daha çakılarak yeni bir emniyet noktası (istasyon) oluşturulması gerekir. Aksi taktirde iniş riske atılmış olur. Kayaya bolt çakılması çekiç ve bolt çakıcı bir alet yardımı ile gerçekleştirilir. Bir boltun çakılması yaklaşık 15-20 dakika sürer. İp üzerindeki mağaracı boltu çaktıktan sonra buraya bir kulakçık vidalar ve bir karabina takar. Daha sonra ip üzerinde bir lup yaptıktan ipi buraya düğümler. İniş bu şekilde devam eder. Bir mağaracı ip üzerindeki inişini tamamlayıp ipten çıktıktan sonra yukarıya ipin boş olduğunu bağırarak bildirir ve yeni bir mağaracı ipe girerek inişe başlar.
Gerek ana istasyonun gerekse ara istasyonların kurulmasında ipi karabinalara sabitlemek için ya da doğal emniyet noktaları oluştururken düğüm atmak gerekir. Atılacak düğümler rasgele olmaz her duruma uygun mağaracılık düğümlerinin kullanılması gerekir. Mağaracılar en çok “sekizli düğüm” tabir edilen düğüm biçimini kullanırlar. Bütün istasyonlarda kullanılan düğüm biçimi sekizli düğümdür. Bunun yanı sıra “çift sekizli”, “perlon düğümleri”, pursik ipi ile birlikte kullanılan “pursik düğümü”, “yarım kazık”, “tam kazık” gibi çeşitli düğüm biçimleri mağaracılar tarafından kullanılan düğüm çeşitleridir.

İstasyon Değiştirmek
İp üzerinde iniş ya da çıkış yapan her mağaracı istasyon noktalarına geldiğinde üzerindeki  takımlarını çift emniyet ilkesini ihlal etmeksizin güvenli bir şekilde sırasıyla çözerek alttaki veya üsteki ipe geçirmek durumundadır. Bu işleme istasyon değiştirmek adı verilir. Bu işlem belli bir zaman alır. Bu bakımdan her mağaracı istasyonlarda bir miktar bekler. Zaten bu noktalara istasyon denmesinin nedeni budur.
Dikey bir mağaranın araştırılması sırasında mağaracılar aralarında çeşitli ekiplere ayrılarak birlikte çalışırlar. ilk ekip hattı kurarak inişi gerçekleştirir. Daha sonrakiler kurulmuş hattı kullanarak iniş yaparlar. Genellikle inişi en son bitiren ekip ise kurulu hattı toplayarak çıkışı sürdürür. Mağaracılığın zor yanlarından biri dikey mağaraların çıkışıdır. Çünkü yerine göre yüzlerce metre ipin toplanıp mağara dışına çıkartılması gerekmektedir. Dağcıların işi zirveye çıktıktan sonra kolaylaşır. Dağdan iniş kolaydır demek istemiyoruz ancak çıkış kadar yorucu değildir. Mağaracıların işi ise asıl olarak mağaranın sonuna ulaşıldıktan sonra başlar. Bu bakımdan mağaracılık kollektif bir çaba ile gerçekleştirilebilir. Örneğin 3-4 kişilik bir ekibi         -1000 metre derinliğinde dikey bir mağaranın sonuna indirebilmek için bir çok kişinin çalışması gerekir. Bu sayı 50-100 kişi olabilir ve mağaranın sonuna ulaşılması yılları alabilir. Bu nedenle mağaracılıkta bireysel başarılardan çok kulübün, ekibin başarısı vardır.

DİKEY MAĞARACILIK EKİPMANLARI
Dikey mağaralarda ip iniş ve çıkışlarını gerçekleştirebilmek için bazı donanımlara ve bunların kullanım bilgilerine sahip olmamız gerekmektedir. Dikey mağaracılıkta kullanılan ekipmanlar, kabaca hem iniş hem de çıkışta kullanılan ekipmanlar ile iniş ve çıkış ekipmanları olarak üç ana grupta ele alınabilir. Mağaracılıkta bütün bu malzemelere kısaca SRT malzemeleri adı verilmektedir. SRT (Single Rope Technique) “Tek İp Tekniği” anlamına gelen mağaracılıkta iple iniş ve çıkış tekniklerinin tümüne verilen bir addır. Bu teknikte bütün  ekipmanlar karabinalar ile birleştirilir. Mağaracılıkta yerine göre normal alüminyum karabinaların yanı sıra çelik alaşımlı ve vidalı şekilde kilitlenebilen özel mağaracılık karabinaları kullanılmaktadır. Mağaracıların bu karabinalara markasına dayanarak “maillon rapide” adını vermektedirler. Maillon rapideler, farklı boylarda delta, oval ve yuvarlak biçimli olabilmektedir.

Hem iniş hem de çıkışta kullanılan ekipmanlar
Kuşamlar: Mağaracılıkta bel ve göğüs kuşamı olarak iki ayrı kuşam aynı anda kullanılır. Bel kuşamı daha enli perlondan yapılır, göğüs kuşamında ise biraz daha ince perlon kullanılır. Her iki kuşam birbirine oval maillon rapide ile bağlanır. Bel kuşamını birleştirmek için delta ya da yuvarlak maillon rapide kullanılır. Mağaracının ağırlığının ip üzerinde güvenli ve dengeli bir biçimde dağılmasına yardımcı olan kuşamlar, dikey mağaracılığın temel malzemelerinden biridir. Bel kuşamının karabinası üzerine kilitli bir karabina ile birlikte indirici (desendör), uzun kısa ipin kilitli karabinası ve boş bir kilitli karabina takılır. Göğüs kuşamının üzerinde ise çıkış sırasında kullanılan göğüs cumarı yer alır.
Uzun-kısa ip: Bel kuşamındaki delta maillon rapide normal kilitli karabina ile bağlanan bu ekipman 11 mm. Kalınlığında ip ya da kalın perlon banttan yapılan birbirine bitişik, biri yaklaşık 50 cm, diğeri yaklaşık 70 cm uzunluğundaki ucunda kilitsiz normal karabinalar bulunan iki ipten oluşur. Uzun-kısa ipin kısası,  genellikle istasyonlarda güvenlik amacıyla ve yan geçişler sırasında kullanılır. Uzunu ise çıkış sırasında el cumarına bağlanarak ikinci emniyeti oluşturur.

İniş ekipmanları
İndirici (Desendör): İniş sırasında ip üzerindeki birinci emniyeti sağlayan alet indiricidir. Bel kuşamına kilitli karabina ile bağlanan indirici, içinde dönen iki yuvarlak silindir bulunan ve ipin buralardan belli bir düzene bağlı olarak geçirilmesiyle yarattığı sürtünme sonrası mağaracının kendi kol gücü ile kendini ip üzerinde tartabilmesine olanak veren bir alettir. Üzerindeki bir mandala basılarak inişin başlatılabildiği modelleri (stoplu desendör) ile birlikte mandalsız modelleri de bulunur. Mağaracılar genellikle mandalsız modelleri tercih ederler. Mandalsız modellerde durmak istenildiğinde indiriciye iple yarım ya da tam kilit atılır. İndiriciden çıkan ip boş bir kilitli karabinadan geçirilerek kullanılır.
Pursik ipi: İniş sırasında ip üzerindeki ikinci emniyet pursik ipi ile sağlanır. Bu ip 5-6 mm. kalınlığında yaklaşık 1.5 metre uzunluğundadır. İki ucu birbirine sekizli düğüm ile bağlandıktan sonra kullanılır. Pursik adlandırması aslında bu ipi ana ipe bağlarken atılan bir düğüm çeşidinin adıdır. Bu düğümün özelliği avuç içinde bol tutulduğunda sıkışmaması ve inişe olanak tanımasıdır. Ancak avuç içinden bırakıldığında sıkışarak kitlenen bu düğüm mağaracının inişine izin vermez. Eskiden mağaracılar pursik düğümünü inişte kullanırken son yıllarda çıkan ve bu düğümün işlevini gören “pursik halkası” adı verilen metal bir aletle iniş yapmaktadırlar. Bu halka, üzerinde bulunan mandala basıldığı sürece inişe olanak tanır. Mandal bırakıldığında mağaracıyı olduğu noktaya sabitleyerek inişi durdurur.

Çıkış ekipmanları
Göğüs cumarı: Dikey çıkışta kullanılan birinci emniyet noktamız göğüs cumarıdır. Ana ip bu cumarın içinden geçirilerek cumar kapatılır. Mağaracı yükseldikçe ip cumarın içinde hareket eder. Ancak hareket tek yönlüdür. Yani cumar sadece mağaracının tırmanmasına izin verir. Ana ip cumarın içinde olduğu sürece aşağıya doğru hareket edebilmek mümkün değildir. Böylece mağaracı her yükselişinde o noktada asılı kalır. İstese bile aşağıya doğru hareket edemez.
El cumarı: Dikey çıkış sırasındaki ikinci emniyet noktamız el cumarıdır. Ana ip el cumarının da içinden geçirilip kapatılır. El cumarının çalışma prensibi göğüs cumarı ile aynıdır. El cumarının ucuna, küçük oval bir maillon rapide ile ayak ipi bağlanır. Ancak bu haliyle el cumarı bir emniyet noktası oluşturmaz. Emniyet noktasının oluşması için aynı maillon rapide uzun ipimizin ucundaki kilitsiz karabinayı da bağlamamız gerekmektedir.
Ayak ipi: Alt ucunda bir ya da iki ayağımızı içine sokabilecek kadar bir halka bulunan ayak ipi, 11 mm ip ya da perlon battan yapılır. Bir ucu tırmanış sırasında el cumarına bağlı olur. Mağaracı dizini kırarak ana ip üzerine takılı olan el cumarına hareket serbestisi kazandırır. Daha sonra el cumarını ana ip üzerinde yukarı doğru hareket ettirip cumarı o noktada bırakır ve ayak ipinin halkasına basarak yükselir. Tekrar yükselmek istediği el cumarını aynı şekilde tekrar yukarı doğru hareket ettirir ve yine ayak ipine basarak yükselir. Bu hareket sürekli tekrarlanarak tırmanış gerçekleştirilir.

Yazan: Yavuz İşçen / Ankara
Ekim 2005
Ülkemizde Mağaracılık Örgütlenmesi
Dernekler ve Kulüpler

Yazan: Yavuz İşçen
Ülkemizde bugün mağaracılık alanında etkinlik gösteren çeşitli dernek, üniversite kulüpleri ve kurumlar bulunmaktadır. Ülkemizde kurulan mağaracılık örgütlenmelerinin bir kısmı bir süre varlığını devam ettirmiş ve sonradan etkisini yitirmiştir. Bir kısmı ise halen etkinliklerini devam ettirmektedir. Mağaracılık camiası içindeki örgütlenme, yeni dernek ve kulüplerin katılımıyla devam etmektedir. Bu örgütlerin çoğu “Türkiye Mağaracılar Birliği” (TMB) adı altında toplanmıştır. Türkiye’deki mağaracılık örgütlenmesini kronolojik olarak kısaca tanıtmak istiyoruz.


MAD
1964 yılında Dr. Temucin Aygen’in başkanlığında “Türkiye Mağara Cemiyeti” adı ile bir dernek kurulmuştur. Daha sonraki yıllarda bu derneğin adı “Türkiye Mağara Araştırma, Tanıtma ve Turizm Derneği” olarak değiştirilmiştir. Bu dernek en son olarak “Mağara Araştırma Derneği” adını almıştır. Kısa adı ile bugün MAD olarak bilinen dernek, etkinliklerini günümüzde de sürdürmektedir. Dernek ilk kurulduğu yıllarda ülkemizdeki mağaracılık deneyiminin azlığı ve malzeme yokluğu gibi birçok sorunla uğraşmıştır. Bu sorunlar daha çok yurt dışı mağaracılarla birlikte Türkiye’de yapılan ortak etkinliklerle giderilmeye çalışılmıştır. Bu etkinliklerin başında 1966-1967 yılları arasında Fransız, İngiliz ve İtalyan mağaracı ekiplerle Toroslar üzerinde yapılan çalışmalar gelir.
Daha sonra dernek, Antalya Manavgat ilçesi yakınlarında yeni inşa edilmekte olan Oymapınar Barajı’nın yapımı sırasında bölgenin karstik yapısının incelenmesi çalışmalarına destek olmuştur. Bu çalışmalar sırasında Dr. Temuçin Aygen başkanlığında bir ekip bölgedeki birçok mağaranın araştırmasını yürütmüştür. 1970 yılında İspanyol mağaracı ekiple birlikte Bursa Ayvaini Mağarası ve Zonguldak Mağaraları üzerinde çalışmalar sürdürülmüştür. Yabancı ekiplerle birlikte yürütülen çalışmalar, askeri yönetimin 1980 yılında tüm dernekleri kapatmasına kadar devam etmiştir. 1982 yılından sonra askeri yönetim ile yapılan yazışmalar sonrası dernek yeniden çalışmalarına başlamıştır. 1985-1986 yıllarından itibaren dernek çalışmaları ciddi bir ivme kazanmış ve yeni üyelerin katılımıyla bir çok araştırma etkinliği düzenlenmiştir. MAD bu tarihten günümüze kadar birçok başarılı çalışma yürütmüş ve yüzlerce mağaranın araştırmasını yaparak literatüre kazandırmıştır. Özellikle Türkiye derinlik sıralamasında belli bir yeri olan Kayseri Yahyalı’da –643 metrelik Subatağı Düdeni ve Adana Pozantı’da –640 metrelik Sütlük Subatanı’nın araştırmaları bunlar arasında sayılabilir.

BÜMAK
1973 yılında Doç. Dr. Nüzhet Dalfes ve arkadaşları tarafından İstanbul Boğaziçi Üniversitesi Mağaracılık Kulübü (BÜMAK) kurulmuştur. Kulüp kuruluşundan itibaren ülkemizdeki araştırılmamış mağaraları ortaya çıkartabilmek için yoğun bir çaba harcamaya başlamıştır. Başlangıçta İstanbul ve yakın çevresinde yürütülen araştırmalar zamanla ülke geneline yayılmıştır. Dikey mağara malzemelerinin getirilmesi ve dikey mağaracılık tekniğinin geliştirilmesine paralel olarak 1976 yılında Düdencik ve Suluin, 1977 yılında ise Koyungöbedi ve Düdensuyu Mağaralarına girilmiştir.
Daha sonraki yıllarda kulüp etkinliklerini Zonguldak ve Kastamonu bölgeleri üzerine yoğunlaştırmıştır. Bu bölgede birçok yeni mağaranın ilk araştırmaları tamamlanmıştır. BÜMAK 1978 yılında Akseki bölgesinde Çimyayla bölgesi ve 1979 yılında Kırklareli Dupnisa mağaralarının araştırmalarını yürütmüştür. 1990 yılına kadar ülkemizde 100’den fazla mağaranın araştırmasını yapan kulüp, 1989 yılından sonra Anamur yakınlarındaki Çukurpınar Mağarası üzerinde çalışmıştır. Bu mağaranın araştırılması 1992 yılı Ağustos ayında sonuçlandırılmış ve –1190 metre ile Çukurpınar Mağarası, Türkiye derinlik sıralamasında birinci duruma yükselmiştir.
BÜMAK 1993 yılı Eylül ayında Çukurpınar Mağarası ile aynı bölgede bulunan Peynirlikönü Düdeni’nde ilk araştırmaları başlatmıştır. 1993-1996 yılları arasında mağaranın araştırılması –1032 metreye kadar ilerletilebilmiştir. Bu mağaranın araştırmasına katılan mağaracılardan Evren Günay 1995 yılında bir trafik kazasında hayatını kaybetmiştir. Bunun üzerine BÜMAK o güne kadar sürdürdüğü mağaraların yerel isimlerinin korunması ilkesini terk etmiş ve bu mağarayı “Evren Günay Mağarası” olarak anmaya başlamıştır. 1977 yılında mağarada –1377 metreye inilmiştir. 2001 yılında dışarıda gelişen ani yağış nedeni ile mağara içinde su basması sonucu ölümle biten bir kaza yaşanmıştır. Bu kazada BÜMAK’lı mağaracı M.Ali Özel hayatına kaybetmiştir. Bunun üzerine mağaranın adına “Evren Günay-M. Ali Özel Mağarası” denilmiştir. Daha sonra bu isim kısaltarak mağaraya “EGMA” Düdeni adı verilmesi uygun görülmüştür. Bu kazadan sonra mağaranın araştırmasına bir süre durdurulmuştur. Yerel adı ile Peynirlikönü Düdeninin (EGMA) araştırılması 2004 yılında sonlandırılmış ve mağara –1429 metre derinliği ile Türkiye’nin birinci, dünyanın ise 12. derin mağarası olarak sıralamadaki yerini almıştır.

MTA-MAG
1979 yılında Maden Teknik Arama (MTA) Genel Müdürlüğü bünyesinde Jeoloji Etütleri Dairesi’ne bağlı olarak “Mağara Araştırma Projesi” adı altında bir proje başlatılmıştır. Bu proje “MTA Karst ve Mağara Araştırmaları Birimi” tarafından yürütülmüştür. 1979-1989 yılları arasında bu proje kapsamında MTA Mağara Araştırmaları Grubu (MTA-MAG) tarafında ülkemizin değişik bölgelerinde 150 mağaranın araştırılması ve haritalanması yapılmıştır. Dr. Nuri Güldalı ve Lütfü Nazik tarafından sürdürülen bu proje daha çok ülkemizin ekonomik öneme sahip mağaralarını ortaya çıkartabilmek, mağaraların turizm açısından kullanılabilirlik durumunu saptamak ve ilgili makamlara sunmak amacını gütmüştür. 1989’dan sonraki yıllarda da birimin çalışmaları devam etmiştir. 1989-1999 yılları arasında 340 mağara daha haritalanarak araştırması tamamlanmıştır. MTA-MAG çalışmalarını günümüzde de sürdürmektedir. 

ZOMMAK
1984 yılında Zonguldak Mühendislik Fakültesi bünyesinde Arif Engin Gürses öncülüğünde kurulan “Zonguldak Mühendislik Fakültesi Mağara Araştırma Kulübü” (ZOMMAK) uzun yıllar malzeme yetersizliği nedeni ile fazla etkin olamamış ve daha çok bölge mağaralarını inceleyen ve tanıtan bir yapı göstermiştir. Zaman zaman bölgeye gelen yabancı ekiplerin yanı sıra MAD ve BÜMAK ile ortak etkinlikler yapılmıştır. ZOMMAK Arif Engin Gürses’den sonra uzun bir durgunluk dönemine girmiştir.

DAD
1986 yılında İstanbul’da Oral Ülkümen ve arkadaşları tarafından kurulan Doğa Araştırmaları Derneği (DAD), yeni mağaracı yetiştirmekten çok üniversite kulüplerinden yetişen insanların üniversite sonrası konudan uzaklaşmamaları ve bu insanların deneyimlerinin yeni kuşaklara aktarılabilmesi amacı ile etkinliklerini yürütmüştür. Bazı etkinliklerini BÜMAK’la birlikte organize eden dernek ülkemizin çeşitli yerlerinde mağara araştırmaları yapmıştır. Derneğin etkinlikleri son yıllarda durmuş durumdadır.

UKAM
198O’li yılların sonlarına doğru Hacettepe Üniversitesi Hidrojeoloji Mühendisliği bölümü çerçevesinde daha çok öğretim üyeleri tarafından oluşturulan “Uluslararası Karst Su Kaynakları Uygulama ve Araştırma Merkezi” (UKAM), Hidrojeoloji Mühendisliğinin tüm dallarında temel ve uygulamalı araştırmalar düzenlemekte, özellikle karst su kaynakları araştırmalarına özel bir önem vermektedir. Su kaynaklarının miktar ve kalite açısından geliştirilip korunması amacıyla ulusal ve uluslar arası bir çok seminer, sempozyum, kongre, konferans organize eden UKAM bilimsel çalışmalarını günümüzde de sürdürmektedir.

HÜMAK
1988 yılında Hacettepe Üniversitesi Hidrojeoloji Mühendisliği Bölümü öğrencileri ve araştırma görevlileri tarafından kurulan Hacettepe Üniversitesi Mağara Araştırma Topluluğu (HÜMAK) mağaracılığın üniversite bünyesinde yaygınlaştırılmasını hedefleyerek etkinliklerini sürdürmüştür. Mağaracılığın sportif yanlarından çok hidrojeolojik, biyolojik ve arkeolojik yanlarını ön planda ele alan topluluk, etkinliklerine devam etmektedir.

ANMAK
1991 yılında MAD içinden ayrılan küçük bir grup tarafından 1993 yılında “Ankara Mağara Araştırma ve Koruma Derneği” adı altında kurulan bu dernek, daha çok mağaraların korunması gerekliliğini vurgulamıştır. Dar ve kendi içinde bir grup olarak varlıklarını sürdüren ANMAK, mağara turizmi karşıtı görüşleriyle, dernek olarak mülksüzlüğü (dernek üzerine kayıtlı demirbaş dahil hiçbir mal bulunmaması anlamında) savunmalarıyla ayrı bir çizgi izlemiştir. Tüm etkinliklerin kişilerin özel malzemeleriyle yapıldığı ANMAK’da, etkin olunan 1991-1996 yılları arasında 100’den fazla mağara etkinliği organize edilmiş ve ülkemizde 14 ayrı ilde toplam 62 yeni mağara saptanarak bu mağaraların araştırılması yapılmış ve haritaları çıkarılmıştır. 1997 yılında dernek olarak amaçladıklarından uzak bir noktada bulunduklarını düşünen grup, bu şartlarda dernek olarak devam etmenin fazla anlamlı olmadığına karar vererek derneği kapatma kararı almış ve etkinliklerine son vermiştir.

TMB
1994 yılında kurulan ancak 2004 yılında gerçek anlamda bir organizasyon oluşturmayı sağlayan “Türkiye Mağaracılar Birliği” (TMB) aslında geçmişi oldukça eskiye giden bir çalışmanın ürünü olarak ortaya çıkmıştır. TMB oluşturma fikri ilk kez 1990 yılında İstanbul’da yapılan I. Speleoloji Sempozyumu sırasında ortaya atılmıştır. 1993 yılında yine İstanbul’da düzenlenen ve Türkiye Mağaracılığının sorunları ve Çözüm Önerileri adlı toplantıda TMB adı ilk kez telaffuz edilmiştir. 1994 yılında Ankara’da düzenlenen II. Mağarabilim Sempozyumunda TMB’nin kuruluşu duyurulmuş ve ilk tüzük önerisi ortaya çıkmıştır. Bu gelişmelerden sonra TMB ilk toplantısını 1995 yılında Ankara’da yapmış ve çeşitli alt gruplar oluşturulmuştur. Ancak bu yapı fazla bir işlerlik kazanamamış yapılan sonraki toplantılar çok verimli olmamıştır.1995-2001 yılları arasında TMB toplam 9 kez toplanmıştır. 9. toplantıda TMB’ne yasal bir statü kazandırılması konuşulmuştur.
Bu toplantıyı izleyen yıllarda 2002’de Eskişehir’de ortak bir kurtarma çalıştayı düzenlenmiştir. 2003 yılında ise Karaburun’da ortak bir etkinlik düzenlenerek yatay mağara kurtarma teknikleri konulu bir çalıştay daha gerçekleştirilmiştir. En son 2004 yılında toplanan TMB, temsilciler kurulu, koruma, kurtarma, dokümantasyon, standardizasyon gibi alt birimler oluşturarak sistematik bir şekilde çalışmalarına başlamıştır. TMB 2005 yılında Olympos’da değişik kulüplerden 73 mağaracının katılımıyla bir çalıştay organize etmiştir. TMB yaptığı çalışmaları Speleo Türk adlı bir yayın organı çıkartarak duyurmaktadır. Speleo Türk yılda bir kez çıkmaktadır. 2004 ve 2005 yıllarında bir sayısı çıkmıştır. Bugün TMB bünyesinde etkinlik sürdüren 9 kuruluş bulunmaktadır. Bunlar, ANÜMAB, BÜMAK, DEÜMAK, ESMAG, EMAK, HÜMAK, MAD, MTA, TAMAG’dır.

DEÜMAK
1994 yılında İzmir “Dokuz Eylül Üniversitesi Mağara Araştırma Kolu” adı altında etkinliklerini sürdüren grup ülkemizde çeşitli mağaraların araştırmasında bulunmuştur. Mağaracılığı bilimsel açıdan ele almaya çalışan grubun etkinlikleri devam etmektedir. 

ESMAG
1995 yılında “Eskişehir Üniversitesi Mağara Araştırma Grubu” (ESMAG) adı altında Melih Zeytinoğlu ve arkadaşları tarafından kurulmuştur. Günümüzde de etkinliklerini sürdürmektedir.

EMAK
1996 yılında Ege Üniversitesi Mağara Araştırma Kolu (EMAK) adı altında üniversite bünyesinde kurulan topluluk, daha çok İzmir ve çevresinde mağara araştırmalarında bulunmuştur. Üniversite bünyesinde mağaracılığın sevdirilmesi için sürdürülen etkinlikler günümüzde de devam etmektedir.

SKAD-ASKAD
2001 yılında İzmir’de mağaracılık ile ilgilenen kişileri bir araya toplamak düşüncesiyle Dokuz Eylül Üniversitesi mezunlarınca kurulan “Speleolojik ve Karstik Araştırmalar Derneği” (SKAD), mağaracılığın bir bütün olduğunu ve bilimsel çalışmalarla birlikte sportif mağaracılığın da birlikte yürütülmesi yaklaşımına sahiptir. Aynı dernek daha sonra ad değiştirerek “Anadolu Speleolojik ve Karstik Araştırmalar Derneği” (ASKAD) adını almıştır. Dernek daha çok Ege ve Akdeniz Bölgelerinde yaptığı araştırmalar ile bilinmektedir. 

TAMAG
2002 yılında Antalya’da TODOKS bağlantılı olarak gelişen bir grup, 26 ocak 2003 tarihinde kaybettiğimiz ülkemiz mağaracılığının kurucularından biri olarak kabul edilen Temuçin Aygen’in adını yaşatabilmek amacıyla “Temuçin Aygen Mağara Araştırma Grubu” adı altında bir birliktelik organize etmiştir.

ZÜMAK
2003 yılında eski kulübün yeniden canlandırılması ile ortaya çıkan ZÜMAK, aslında ZOMMAK’ın bir devamıdır. Zonguldak Mühendislik Fakültesi’nin 1993 yılında Üniversite olmasını takiben kulübün adı da “Karaelmas Üniversitesi Mağara Araştırma kulübü” (ZÜMAK) olarak değiştirilmiştir. Kulüp etkinlikleri, Araştırma görevlisi Turhan Bilir ve Serhat Küçükali tarafından organize edilmektedir. Kulüp daha çok bölgesel etkinlikler yürütmekte olup malzeme eksikliğinin giderilmesini takiben etkinliklerini ülke geneline yaymayı hedeflemektedir.

ANÜMAB
2004 yılında Ankara’da “Ankara Üniversitesi Mağara Araştırma Birimi” (ANÜMAB) adı ile kurulan grup henüz oldukça yenidir.

Yazan: Yavuz İşçen / Ankara
Ekim 2005

MAĞARA TURİZMİ VE SORUNLAR
Yazan: Yavuz İşçen

Turizm Bakanlığı tarafından yürütülen “Turizmin çeşitlendirilmesi” ve “Kıyılardan iç kesimlere yaygınlaştırılması” çalışmalarına bağlı olarak mağaraların turizme açılması konusu son dönemde yeniden gündeme geldi. Şu anda 12 yeni mağaranın turizme açılma çalışmaları Turizm Bakanlığı tarafından sürdürülüyor. Turizm Bakanlığı, yayınlamış olduğu “Türkiye’nin Speleolojik Olanakları-I” adlı kitapçıkta 12 yeni mağarayı turizme açabilmek için ilgili yerel yönetimlerle temasa geçtiğini açıkladı. Bu mağaraların turizme açılıp açılmaması ya da hangilerinin açılabileceği, açılırken nelere dikkat edilmesi gerektiği gibi konularda yürütülen tartışmalara geçmeden önce konunun daha iyi kavranabilmesi açısından ülkemizde mağara turizminin geçmişine bir göz atmakta yarar görüyoruz.


MAĞARA TURİZMİ ADINA ÜLKEMİZDE YAPILANLAR
1950’li yıllarda dünyada mağara turizmi olayının yaygınlık kazanmasına bağlı olarak ülkemizde de bu konuda etkileşim olmuş ve 1966 yılında ilk örnek olarak Burdur İnsuyu Mağarası turizme açılmıştır. Daha sonra Alanya’daki Damlataş, Silifke’deki Cennet-Cehennem ve Narlıkuyu (Dilek) Mağarası, Anamur’daki Köşekbükü, Tarsus’taki Eshab-ı Kehf (Yediuyurlar), Antalya’daki Karain ve İstanbul’daki Yarımburgaz Mağarası turizme açılmıştır. Turizme açılan en son örnekler ise, Harput’taki Buzluk Mağarası ve 1993 yılı haziran ayında açılışı yapılacağı belirtilen Tokat’taki İndere (Ballıca) Mağarası’dır. İndere Mağarası’nı da sayarsak, bugün 10 mağaranın turizme açık olduğunu söyleyebiliriz. Burada, yazıyı fazla uzatmamak amacıyla mağaraların tek tek durumları üzerinde durmayacağız; zaten sorunlar hemen hemen ortak gibidir. Bunları genelleştirerek söylersek; bu mağaraların çoğunda, mağaranın doğal ortamı bir daha düzeltilemeyecek şekilde bozulmuştur. Kırılan sarkıt ve dikitleri, bozulan atmosferi, kuruyan suları, betonlaşan zemini, devam etmeyen kimyasal çökelimi, yok edilen yarasa popülasyonları ve faunası, tahrip olan arkeolojik değerleri ve her türlü kirliliği ile bu mağaraların artık turistik anlamda da bir değer ifade etmediğini görmekteyiz. Özet olarak, turizme açık olan mağaralarımızın durumu tek kelimeyle içler acısıdır. Milyonlarca yıllık bir birikimin 25 yıl gibi çok kısa bir sürede yok edilmiş olması, üzücülüğünün yanı sıra ders çıkartılması gereken bir olaydır.
Ülkemizdeki örnekleriyle kıyaslandığında çok iyi korunduğu, denetlendiği ve rehberlik hizmeti verildiği halde turizmin mağaralar üzerindeki tahrip edici etkisini gören Amerika ve Avrupa ülkelerinde 1970’li yıllardan itibaren mağaraların turizme açılmaması tartışmaları başlatılmıştır. Bir zamanlar dünyada mağara turizminin öncülüğünü yapmış olan bu ülkeler artık mağaralarını turizme açmamaktadırlar. Üstelik, speleolojinin bir bilim dalı olarak daha gelişmiş olduğu ve mağaracılıkla uğraşan kurum ve kuruluşların nicel ve nitel olarak daha yetkin konumda bulunduğu bu ülkelerde bile mağaraların korunamamış olması bizi daha temkinli olmaya itmelidir. Oysa, ülkemizde bu konuda tam bir vurdumduymazlık hakimdir. Doğal değerlerin korunması gerektiği bilinci, yöneticiler de dahil olmak üzere toplumun birçok kesiminde gelişmemiştir. Bu bilincin geliştirilmesine katkıda bulunacak olan mağaracı dernek ve kulüpler ise, mağaracılığın daha çok sportif yanını ön plana çıkarmakta ve bu konuda etkin bir rol oynayamamaktadırlar. Konuyla ilgili kuruluşların sayıca azlığı ve ülke çapında yaygınlaşmamış olması da diğer bir olumsuz etkendir. Bu durumda kısa vadeli karlar ve politik çıkarlar uğruna doğal değerlerimiz süratle yok edilmekte, ortam konu hakkında uzman olmayan kişilerin ellerine terk edilmektedir.
Bugün halen turizme açık bulunan 10 mağarada yapılmış olan tahribatı düzeltebilme şansımız hemen hemen yok gibi. Ancak yine de bu mağaralar belli bir revizyondan geçirilip, daha fazla tahrip olmaları engellenebilir. Turizm Bakanlığı bu konuda hiçbir çaba sarf etmezken 12 yeni mağarayı daha turizme açmaya kalkışmaktadır. Bu tavır, bakanlığın mağaraların korunması konusunda hassas davranmadığını göstermektedir. Dolayısıyla, bakanlığın izlediği mağara turizmi politikası daha çok “Turizme aç harap olsun, daha sonra yenisini aç” şeklinde olmaktadır. Burada, turizme açık olan mağaralarımızda yapılabilecek yenileme çalışmaları ve alınabilecek önlemler konusuna da kısaca değinmek istiyoruz.

TURİZME AÇIK OLAN MAĞARALARIMIZDA ALINABİLECEK ÖNLEMLER
Turizme açık mağaralarda, mağaranın turizme açılması sırasında yapılan tahribatın yanı sıra, şu an en büyük tahribat buraları ziyaret edenler tarafından yapılmaktadır. Artan ziyaretçi sayısı mağara atmosferinde olumsuz etkiler yapmakta ve mağaranın ekolojik dengesi bozulmaktadır. Mağara çıkışında evlerine hatıra götürmek gibi gereksiz bir saplantıya sahip olan ziyaretçiler sarkıt ve dikitleri kırmaktadırlar. Mağara duvarlarına çamurla ya da başka araçlarla yazı yazmak, isim kazımak ise artık bir gelenek haline gelmiştir. Yine ziyaretçiler,  mağaraya çeşitli yiyecek ve içeceklerle girmekte, bunların artıklarını da (çöp kutusu olmadığından ya da içlerinden öyle geldiği için) çok rahat bir şekilde yere atabilmektedirler. Ziyaretçiler tarafından yapılan bu ve buna benzer zararların önlenebilmesi uzun vadeli bir çözüm olmakla birlikte bu kişilerin eğitilmesine bağlıdır. Mağaraya girecek kişilere, görevliler bu konularda uyarılarda bulunup nasıl davranmaları gerektiği konusunda bilgi verebilirler. Mağara tanıtım broşürlerine bu konularla ilgili bilgi eklenebilir. Bütün bunlar uzun vadede mutlaka yararı olacak girişimlerdir. Kısa vadede ise turizme açık mağaraların görevli rehberler eşliğinde gezilmesi sağlanmalıdır. Bu rehberlerin temel görevi hem mağaranın, hem de ziyaretçilerin güvenliğini sağlamak olmalıdır. Ayrıca, bu rehberler ziyaretçilere mağara hakkında kısa bilgi de verebilirler. Bizler, rehbersiz olarak mağaraya ziyaretçi sokulmasına kesinlikle karşıyız. Ziyaretçiler tarafından yapılan tahribat alınacak bu önlemlerle büyük ölçüde engellenebilir.
Turizme açık mağaralarda ziyaretçilerin yanı sıra turizme açılma işlemleri sırasında gerekli teknik bilgi yoksunluğundan kaynaklanan yanlışlıklar, alelacele turizme hazırlama, sezona hazırlama vb. kaygılarla gerekli araştırmalar yapılmadığı için oluşmuş hatalar da vardır. Bu hatalar sonucunda mağaralarımız büyük oranda tahribata uğramıştır. Bu tahribatın birçoğu için artık geri dönülemez bir noktada bulunuyoruz. Gezi yolu yapıyoruz diye kalıp kalıp dökülen betonlar, ışıklandırma çalışması yapıyoruz diye kırılan sarkıt ve dikitler, pasaj genişletiyoruz diye patlatılan dinamitler, çevre düzenlemesi yapıyoruz diye yok edilen mağara önü arkeolojik dolgu tabakası, katledilen yarasalar vb. için artık çok geç. Ancak, düzeltebileceğimiz şeyler de var. Örneğin, turizme açık olan 10 mağaranın hemen hepsinde elektrik tesisatı baştan aşağı yenilenebilir. Bu mağaralarda sıcak ışık kaynakları devamlı yakılmaktadır. Sıcak ışık kaynakları mağara atmosferini olumsuz olarak etkilemekte ve oluşumların üzerinde yosun birikmesine neden olmaktadır. Bu ise, kimyasal çökelimin durması ve mağaranın görsel güzelliklerini yitirmesine neden olmaktadır. Elektrik düzeni kurulurken hiçbir oluşuma zarar verilmemeli, kablolar mümkün olduğu kadar gizli bir şekilde döşenmeli, ışık doğrudan ziyaretçilerin gözüne gelecek tarzda değil, yansıtılarak kullanılmalıdır. Elektrik çarpma tehlikesine karşı kabloların yalıtımı düzgün olarak yapılmalıdır. Elektrik tesisatının yanı sıra demir parmaklık, merdiven gibi metal unsurların yenilenme, değiştirilme işlemleri yapılmalıdır. Örneğin, Narlıkuyu Mağarası’na inen 20 m.lik demir merdiven hem çok dar, hem de çok diktir. Basamakları kayganlaşmış olan bu merdivenin ziyaretçilerin güvenliği açısından yenilenmesi şarttır. Mağara içinde metal unsurlar kullanmak zorunlu ise okside olmayan metaller tercih edilmelidir.
Burdur İnsuyu Mağarası’nda kuruyan göllerin yeniden dolmasını sağlayabilmek için çevrede tarım yapan köylülere artezyen kuyu açmak yerine farklı sulama projeleri sunulabilir. Bütün bunlar bölgenin hidrojeolojik araştırmasının tamamlanmadan mağaranın turizme açılmasından kaynaklanmaktadır. Sonuçta mağara hem zarar görmekte, hem de mağaraya yapılan yatırımın çok kısa bir sürede boşa çıkmasına neden olunmaktadır. Güzelliklerini kaybetmiş bir mağaranın ziyaretçi sayısının azalacağı kesindir. Yazın içinde buz oluşan ve bu konuda ülkemizde tek örnek olan Harput’taki Buzluk Mağarası ise turizme yeni açılmış olmakla birlikte, yapılan hatalar sonucu buz oluşumunda hızlı bir düşme gözlenmiştir. 1991 yılının temmuz-ağustos-eylül aylarında yaklaşık 15-20 bin kişinin ziyaret ettiği belirtilen bu mağara bizce en kısa zamanda turizme kapatılmalıdır. Yapılacak araştırma ve düzenlemelerle buz oluşumunun yeniden sağlanması için uğraşılmalıdır. Yarımburgaz Mağarası’nda ise prehistorik değerlerimizin defineciler tarafından tahrip edilmesine ve kaçak kazılara son verebilmek için mağara girişi kesin olarak denetlenmeli ve giriş mutlaka kontrol altına alınmalıdır. Henüz turizme açılmamış olan ancak, Haziran 1993’te gerekli çalışmaları tamamlanarak turizme açılacağı belirtilen Tokat İndere Mağarası, literatüre ‘soğan sarkıt’ olarak geçen çok özel oluşumları barındırmasının yanı sıra zengin yarasa popülasyonu ve guano üzerinde oluşmuş faunası ile dikkati çekmektedir. Bu tür mağaralar hem burada yaşayan canlıların korunabilmesi, hem de bilimsel araştırmalar açısından önemlidir. Bizler, bu nedenlerden dolayı İndere Mağarası’nın turizme açılmasından yana değiliz. Turizme açma çalışmalarına bağlı olarak mağara içinde yapılmış olan yeni düzenlemeler hakkında bilgi sahibi olmamakla birlikte, çok geç olmadan bu çalışmalara son verilmesi ve mağaranın turizme açılmaksızın koruma altında tutulmasını istiyoruz. Kısaca anlatmaya çalıştığımız bu önlemler, turizme açık olan mağaralarımızın daha fazla bozulup, artık içine kimsenin girmek istemeyeceği bir hale gelmesini önleyebilir. Turizm Bakanlığı’nın yeni mağaraları turizme açma girişiminden önce, açılmış olanları yeniden düzenlemesinin daha uygun olacağı görüşündeyiz.
Bakanlık yetkilileri, mağaraların korunması fikrine karşı çıkmıyor, hatta bu konuda bir şeyler yapma çabası içinde görünüyorlar. ‘Koruma-Kullanma Modeli’ adı altında projeler üretiyor, mağaracı dernek ve kulüp temsilcileriyle toplantılar yapıyor, görüşler alınıp, görüşler veriliyor. Bütün bunlar çok güzel; ancak uygulamaya baktığımızda durum hiç de parlak değil. Daha önce yapılan hatalardan ders alınmaması, Turizm Bakanlığı’nın mağaraların korunması için gereken özeni göstermediği sonucunu ortaya çıkarıyor. Bize öyle geliyor ki, bakanlık bir takım mağaraları turizme açmayı önceden belirlemiş; üretilen koruma modellerinin ve görüşmelerin de aslında hep bu sonuca hizmet etmesi isteniyor. Bu durum, yapılan toplantıların samimiyeti konusunda kuşku duymamıza neden oluyor. Şimdi de bakanlık tarafından ortaya konulan ‘Koruma-Kullanma Modeli’ üzerinde durmak istiyoruz.

‘KORUMA–KULLANMA MODELİ’
MAĞARALARI GERÇEKTEN KORUYABİLİR Mİ?
Turizm Bakanlığı tarafından yayınlanan “Türkiye’nin Speleolojik Olanakları I” adlı kitapçıkta mağaraların korunabilmesi için en uygun yöntemin “koruma-kullanma dengesi içerisinde turizme açılması” olduğu belirtilmektedir. Aynı kitapçığın başka bir yerinde modelin kapsamı konusuna açıklık getirilmekte ve Akdeniz ile Ege kıyılarında, turistik merkezlere günübirlik ulaşım mesafesi içinde kalan (2 saatte gidilebilen) yerlerdeki mağaraların turizme açılmak üzere uygun görüldüğü açıklanmaktadır. Modelde, Akdeniz ve Ege kıyıları dışındaki mağaraların kapsam dışında bırakılmış olması, modeli en başından ülkemizdeki mağaraların korunmasına yönelik bir model olma niteliğinden uzaklaştırmaktadır. Teorik olarak modelin tüm ülke mağaralarını kapsayabileceği söylense bile, bunun pratiğe geçirilebilmesi mümkün değildir. Eğer kullanarak korumanın sağlanabileceğini varsaysak bile, bu modelin uygulanabileceği mağaralar sayı olarak çok sınırlıdır.
Modele göre, bir mağaranın korunabilmesi için Akdeniz ve Ege kıyı şeridinde yer alması tek başına yeterli değildir. Bu mağaranın aynı zamanda turistik merkezlere iki saatlik bir mesafede bulunması da şarttır. Ancak böyle olursa bu mağarayı turizme açıp koruyabileceğiz (!) Bunun dışında kalan, örneğin turistik merkezlere 3 saatlik uzaklıkta bulunan bir mağaranın (turizm için uygun görülmediğinden) korunabilme şansı da yoktur. Dikkat edilirse, burada konunun merkezine turizm oturtulmuştur. Koruma olayı ve diğer bütün şeyler buna tabi kılınmaktadır. Bu yaklaşım ile mağaraların hiçbir zaman korunabileceğini sanmıyoruz. Bizler bu yaklaşımın tam tersini düşünüyoruz. Yani konunun temeline mutlaka koruma anlayışı yerleştirilmeli ve mağaralarla ilgili tüm konular ve turizm bu temelden değerlendirilmelidir.
Ülkemizde binlerce mağara bulunmaktadır. Temuçin Aygen, karstik alanların genişliğine bakarak ülkemizde 40 bin dolayında mağara olduğunu tahmin etmektedir. Bakanlık tarafından öne sürülen model çerçevesinde koruyarak kullanabileceğimiz mağara sayısı ise çok küçük bir rakamdır. Bakanlık, söz konusu bölge sınırları içerisinde kalan 72 mağaranın araştırmasını yaptırarak ilk belirlemede 12 mağaranın uygun olduğunu saptamıştır. Sonuç olarak, ilgili bölgede sadece 12 mağara model kapsamında turizme açılarak korunabilecektir. Peki, aynı bölgede yeralan ve araştırması yapılmış 60 mağara ile araştırması yapılmamış diğer mağaralar ne olacak? Ya da ülkemizin diğer bölgelerinde yer alan binlerce mağara ne olacak? Bunların hepsini turizme açacak halimiz yok; çünkü turizm ticari bir etkinliktir ve temel dürtüsü kardır. Ne özel sektör, ne de devlet kar getirmeyecek bir alana yatırım yapmak istemeyecektir. Böylece bu mağaraları koruyabilme şansımız olmayacaktır. Bu şartlarda ‘Koruma-Kullanma Modeli’nin mağaraları gerçekten korumayı hedeflemediği açıktır.
Turizme açılan mağaraların korunup korunamayacağı da ayrı bir tartışma konusudur. Bizce bir mağaranın turizme açılması, o mağaranın korunmasını değil, tahrip olmasını gerektirmektedir. Bunu kanıtlayabilmek için çok şey söylemeye gerek yok; sadece daha önceden turizme açılmış 10 mağaraya şöyle bir bakmak yeterli olacaktır. Bu mağaraların içler acısı durumu, turizm ve koruma kavramlarının bir bütün oluşturamayacak kadar birbirini dışladığının en güzel göstergesidir. En idealize bir yaklaşımla bütün tedbirlerin alındığını varsaysak bile, tam bir koruma sağlamak mümkün olmamaktadır.
Burada genellikle şu soru ile karşılaşıyoruz: Peki hiçbir mağarayı turizme açmayacak, koruma uğruna bütün doğal değerlerimizi gözlerden gizleyecek miyiz? Elbette hayır. Bizler sadece mağaraların değil, tüm güzelliklerin paylaşılmasından ve insanlığa mal olmasından yanayız. Mağaraları gezebilme ayrıcalığının bir avuç mağaracının tekelinden çıkartılıp farklı insanlara yayılabilmesi herkesten önce bizleri sevindirecektir. Bizim savunduğumuz, bu olayın son derece bilinçli bir şekilde ele alınması, yerinde ve zamanında verilecek kararlarla mağaralarımızın tahrip olmasının önüne geçilmesidir. Burada en başta hangi mağaralar turizme açılabilir, hangileri açılamaz sorusuna bir yanıt bulmamız gerekmektedir. Turizm Bakanlığı bir mağaranın turizm açısından değerlendirmesini yaparken, bilimsel anlamda bu tür bir ayrıma gitmemektedir. Bakanlık, bir mağaranın turizme açılabilmesi için turistik merkezlere 2 saatlik uzaklıkta bulunmasını yeterli görmektedir. Hiçbir bilimsel kritere dayanmayan bu ayrım tamamen ticaridir. Bu bakımdan, her şeyden önce turizm açısından mağaralarımızın bilimsel temellere dayanan bir sınıflandırmasını yapmamız gerekmektedir.

MAĞARALARIMIZIN TURİZM AÇISINDAN SINIFLANDIRILMASI

A) BİRİNCİ GRUP MAĞARALAR
İnsan girişine ve turizme tamamen kapalı olan mağaralardır. Bu tür mağaralara yetkili kurumlardan alınacak özel izinle sadece araştırmacılar ve bilim adamları girebilir. Bu gibi mağaraların ağzına demir parmaklık yapılarak giriş kesin olarak engellenmelidir. Aşağıdaki özellikleri taşıyan mağaraları bu grupta toplayabiliriz:
1) Arkeolojik kalıntıları bulunduran, kazı ve araştırma çalışmaları yapılmamış ya da tamamlanmış olan    mağaralar.
     2) Yarasaların koloniler halinde yaşadıkları ve üremek amacıyla kullandıkları mağaralar. Bu tür mağaralara özellikle kış aylarında kesinlikle girilmemelidir.
3)       3) Biospeleolojik açıdan önem taşıyan, bilimsel araştırmalar için kullanılabilecek ve troglobit sınıfına giren özel mağara canlılarının yaşadığı mağaralar.
4)          4) Paleontolojik ve antropolojik kalıntıların bulunduğu mağaralar.
5)           Türünün tek örneği sayılabilecek, çok nadir görülen oluşum ve bazı özel değerleri bulunan mağaralar.

B) İKİNCİ GRUP MAĞARALAR
İnsan girişine kısmen açık, ancak turizme açılmamış mağaralardır. Bu tür mağaralara, mağaracı dernek ve kulüplerin üyeleri araştırma ve eğitim amacıyla girebilirler. Mağaralara tur düzenleyen özel tur şirketleri, mağaracı dernek ve kulüplerden rehber almak koşuluyla bu tür mağaralara gezi düzenleyebilirler. Özet olarak, bu gruba giren mağaralar özel ilgi gruplarına hitap eden mağaralardır. ‘Özel ilgi grubu’ kavramıyla mağaracı dernek ve kulüpleri kastediyoruz. Bu gruplar, yetkili makamlardan alınacak izinle bu mağaralara girebilmelidirler; ancak bu izinin her etkinlik için ayrı ayrı alınması bürokratik işlemleri fazlasıyla artıracaktır. Özel ilgi gruplarına bu izin bir defaya mahsus olmak üzere verilmeli ve düzenlenecek farklı etkinlikler için de geçerli olmalıdır. Özel ilgi grupları dışında kalan kişilerin bu mağaralara girmek istemeleri durumunda ise, yapılacak her gezi için izin alınması ve mağaracı dernek ve kulüplerden rehber alınması zorunluluğu getirilmelidir. Burada, bu tür mağaralarda rehberlik yapabilecek kişilerin nitelikleri üzerinde durmak istiyoruz.
Mağara Turist Rehberi: Bu rehberlerin belli bir mağaracılık deneyimine sahip olmaları şarttır. Mağaralara özgü koşulları iyi bilmelidirler. Mağarayı gezecek grubun güvenliğini sağlayabilecek bilgi ve deneyimin yanı sıra, mağaraya ilişkin tüm bilgileri verebilecek düzeyde olmaları gerekmektedir. Mağarayı gezen grubun mağaraya verebileceği zararları önlemek bu rehberlerin sorumlulukları arasında yer almalıdır. Eğer yabancı bir grup gezdiriliyorsa, söz konusu rehberlerde yabancı dil bilme şartı da aranmalıdır. Bizler, mağaracı dernek ve kulüplerin üyeleri içinden bağlı bulundukları kuruluşun yönetim kurulu tarafından ‘yeterlilik belgesi’ almış kişilerin mağara turist rehberi olarak belirlenmesinin yararlı olacağı görüşündeyiz. Böylelikle, derneklerin karşılaştıkları maddi sorunların çözümüne de katkıda bulunulmuş olacaktır.

C) ÜÇÜNCÜ GRUP MAĞARALAR
Üçüncü grupta turizme açılmış olan mağaraları toplamaktayız. Bu mağaralar; Turizm Bakanlığı, ilgili yerel yönetimler ya da özel kişiler tarafından işletilebilen, içinde ışıklandırma, gezi yolu vb. düzenlemeleri yapılmış, dışında da hizmet sunabilmek amacıyla çeşitli tesisleri bulunan mağaralardır. Bu mağaralara giriş ücretini ödeyen herkes girebilir. Ziyaretçilerin bu mağaralara girişi sırasında yanlarına rehber verilmesi, mağaranın ve ziyaretçilerin güvenliği açısından zorunludur. Söz konusu rehberler belli bir kurstan geçirilerek mağara hakkında bilgi sahibi yapılabilir. Turizme açılmış olan mağaraların Turizm Bakanlığı tarafından denetleneceği kesindir. Bizler, burada bir öneri olarak, mağaracı dernek ve kulüp temsilcilerinden oluşan bir ‘Denetleme Kurulu’nun, ya da her yıl görevlendirilecek bir dernek veya kulübün belli aralıklarla bu tür mağaralarda özel denetim yapabilmeleri gerektiğini savunuyoruz. Bu denetimler sonucu tutulan raporlar Turizm Bakanlığı’na iletilip, daha etkin bir denetim mekanizması oluşması sağlanabilir.

D) DÖRDÜNCÜ GRUP MAĞARALAR
Yukarıda saydığımız ilk üç grup mağara bilinen mağaralardır. Bunların en azından ön araştırmaları tamamlanmıştır. Dördüncü grupta ye ralan mağaralar ise, bilimsel anlamda araştırması yapılmamış, yöre insanının dışında bilinmeyen ve literatüre geçmemiş mağaralardır. Bu tür mağaralar genellikle mağaracı dernek ve kulüpler tarafından araştırılarak ortaya çıkartılmaya uğraşılmaktadır. Bu tür mağaraların ortaya çıkartılması amacıyla yapılacak araştırma etkinliklerinin ilgili yerel yönetimlere bilgi verilerek yürütülmesinin uygun olacağı görüşündeyiz. Tespit edilen mağaraların insan girişine ve turizme açılıp açılmayacağı, mağarada yapılacak araştırmaların sonuçlarına göre belirlenecektir.

MAĞARALARIN TURİZM DIŞI KULLANIMI
Ülkemizde mağaralar, turizm dışında en yaygın olarak ağıl şeklinde kullanılmaktadır. Giriş ağzı geniş olan mağaralar yöre köylüleri ve çobanlar tarafından keçi ve koyun gibi küçükbaş hayvanların barınağı haline getirilmiştir. Ağıl olmasının dışında, fazla değişmeyen ısı ve nem oranlarına sahip olduğu için mağaralarımızın bir kısmı da depo olarak, özellikle de narenciye ve peynir depolamak amacıyla kullanılmaktadır. Fazla yaygın olmamakla birlikte mantar üretimi ve sağlık gibi amaçlar için de mağaraların kullanıldığı bilinmektedir.
Yukarıda ‘Birinci Grup Mağaralar’ olarak nitelediğimiz, insan girişine ve turizme kapalı olması gerektiğini savunduğumuz mağaralar, kuşkusuz turizm dışı kullanımlara da kapalı olmalıdır. Birinci grubun dışında kalan mağaraların turizm dışı kullanımları, mağaraya hiçbir zarar verilmemesi şartıyla ve mutlaka denetlenerek, yetkili kurumlardan alınacak izine bağlı olmalıdır. Ağıl olarak kullanılması durumu en az denetlenebilen durumdur. Hayvanların mağaraların içlerine kadar girmedikleri düşünüldüğünde bu durumun mağaraya pek zarar vermediği sanılabilir. Oysa arkeolojik özellikleri bulunan mağaralarda giriş ağzı buluntuların en çok bulunduğu yerdir. Köylerde çobanlar, genellikle bütün köyün hayvanlarını toplu olarak otlatmakta ya da belli bir kişiye ait hayvanları otlatmaktadırlar. Bu tür özelliği olan mağaralarda köy muhtarları, sürü sahipleri ve çobanlar uyarılarak mağara ağızlarının ağıl haline getirilmesi engellenebilir. Konu sadece köy muhtarlarının vicdani sorumluluğuna terk edilmemeli, birtakım yasal düzenlemeler yapılarak bazı yaptırımlar koyulmalıdır.

MAĞARA TURİZMİ EKONOMİK ANLAMDA NASIL BİR YATIRIMDIR?
Mağara turizminden bir gelir bekleyebilmek için elbette bazı yatırımların yapılması gerekecektir. Bunları, mağara dışı yatırımlar ve mağara içi yatırımlar olarak ikiye ayırabiliriz. Mağara dışı yatırımlar genel olarak ulaşım yollarını ve konaklama tesislerini, mağara içi yatırımlar ise ışıklandırma ve güvenli gezi yollarını kapsamaktadır.
Mağaranın turizme açılması için bu yatırımlarda asgari ölçülere bağlı kalmak da yetmeyecek, turistin rahatının sağlanabilmesi için yüksek miktarlarda harcamalar yapılması gerekecektir. Ayrıca bunların bakımı için de sürekli olarak küçümsenmeyecek giderler olacaktır. Mağaralardan elde edilecek gelirleri ise şöyle sıralayabiliriz: Birincisi mağaralara ve bunların bulunduğu bölgelere giriş ücreti, diğeri ise konaklama tesislerinden ve düzenlenecek turlardan elde edilecek gelirler olacaktır.
Yatırımların ve gelirlerin resmi ve özel kurumlar arasında paylaşılmasına gelince ise şunu görüyoruz; konu ile ilgili resmi kurumlar, konunun özellikleri nedeniyle mağara içi ve dışı yatırımların tamamına yakın kısmını üstlenmek durumundadırlar. Elde edilen gelirden ise payları yalnızca giriş ücreti olacaktır. Konaklama tesislerinden ve turlardan elde edilen gelirler ise özel kurumlara kalacaktır. Giriş ücretlerinin büyük bir kısmı da mağaranın ve bölgenin bakımı için harcanacaktır.
Bu mağaraları görmeye gelecek kişilerin büyük çoğunluğunu ise mevcut turizm olanaklarından yararlanmak amacıyla belli bir süre için ülkemizde bulunan kişiler oluşturacaktır. Bu kişiler, yüksek harcamalar gerektiren tanıtım çabalarından etkilenerek, belki kısa bir süre için bu mağaralara uğrayacaklardır. Ülkemiz turist potansiyelinin büyük bir bölümünü oluşturan bu kişiler mağara görmek için kalış sürelerinin bir kısmını ayıracaklar, fakat büyük bir olasılıkla uzatmayacaklardır. Sırf mağara görmek için ülkemize gelecek kişileri de turist olarak değil, araştırmacı olarak nitelememiz gerekir. Bu kişiler için de yatırımların hatta turizme açılma işleminin yapılması gerekmez.
Bu konuların ışığında, mağaraların turizme açılmasından ‘büyük bir ek gelir’ beklenmemesi gerektiği sonucuna varılmaktadır. Yine de olaya ekonominin çok iyimser bir açısından bakmamız durumunda, yapılacak parasal yatırımların geri ödenebileceğini, ödenmese bile ülke tanıtımında önemli bir rol oynayacağını, bu olumlu rolün gelecekte dolaylı ya da dolaysız bir değer olarak kendisini göstereceğini düşünebiliriz. Ancak aklımıza gelmesi gereken diğer bir husus, ekonomik değerlerle ifade edilmesi mümkün olmayan doğal zenginliklerimizden büyük kayıplarımızın olacağıdır.
Olayın en acıklı yönü ise, oldukça tahrip olmuş bir mağaranın hiçbir ekonomik değer karşılığında eski durumuna gelmesinin mümkün olmayacağıdır. Ekonominin olumlu gelişmesi için bazı fedakarlıklar yapılmasının gerekli olmasına karşılık, zaten büyük bir ek gelir getirmeyeceği açık olan bir alana, üstelik milyonlarca yılda oluşmuş ve hiçbir ekonomik değer ile ölçülemeyecek doğal değerlerimizi yok ederek mağaraları turizme açmak her açıdan olumsuz görünmektedir.

BİR MAĞARANIN TURİZME AÇILIP AÇILMAMASINA KARAR VERİLMESİ İÇİN YAPILMASI GEREKEN ARAŞTIRMALAR
Bir mağaranın turizme açılabilmesi için kuşkusuz mağara ile ilgili birçok araştırmanın yapılması gerekmektedir. Gerekli araştırmaların yapılmamış olması ya da yeterli düzeyde araştırılmaması, ileride düzeltilmesi mümkün olmayan pek çok soruna yol açmaktadır. Bu durum, mağaranın gereksiz yere tahrip olmasına ve mağaraya yapılan yatırımın kısa bir sürede ekonomik anlamda boşa çıkmasına neden olmaktadır. Bu tür bir sonuçla karşılaşmamak için yapılması gereken araştırmaları şu şekilde sıralayabiliriz:

1 – JEOLOJİK ve HİDROJEOLOJİK ARAŞTIRMALAR
A) Aktif özelliği devam eden mağara ve düdenlerde ani ya da mevsimlik yağışlar su seviyesinde çok hızlı bir şekilde yükselmeye neden olmaktadır. Bu tür mağaraların turizme açılması durumunda yıllık yağış miktarları ve mağara su seviyesindeki yükselişler kesin olarak belirlenmelidir. Bu yükselişlerin zaman ve miktar olarak saptanmamış olması durumunda mağarayı ziyaret edecek kişiler için ciddi oranda risk söz konusudur.
B) Bazı mağaralar karstik yer altı kaynaklarının çıkış noktalarında bulunmaktadır. Bu kaynaklardan (mağaralardan) çıkan sular, çevrede bulunan ilçe ya da köylerin içme suyu ihtiyacını karşılamaktadır. Bu tür mağaraların turizme açılarak su kaynağının kirletilmesi, bu suyu kullanana insanların zor duruma düşmelerine neden olacaktır. Ermenek’teki Maraspoli Mağarası ve Safranbolu’daki Hızarini bu konuya örnek olarak gösterilebilir. Bu tür mağaraların bulunduğu bölgelerde çevrenin hidrojeolojik etüdünün yapılması zorunludur.
C) Turizme açılacak mağaranın ve mağaranın bulunduğu bölgenin hidrojeolojik incelemeleri tamamlanmadan mağara turizme açılırsa, bölgede yaşayan insanların su temini amacıyla açacakları artezyen kuyuları mağara içindeki su seviyesinde düşme yaratacaktır. Böylece mağaranın görsel güzelliğinin ayrılmaz bir parçası olan göller kuruyacak ve mağara çirkin bir görünüm alacaktır. Bu durum hem mağaraya zarar verecek, hem de yapılan yatırımları boşa çıkaracaktır. Burdur İnsuyu Mağarası’nı bu konuya örnek olarak gösterebiliriz.
D) Bazı jeotermal mağaralarda hidrojen oranı zaman zaman %5’e kadar yükselmektedir. Ani özellikler gösteren bu yükselişlerin ne zaman olacağı belirlenememektedir. Bu tür mağaralar turizme açılacaksa bu konuda ciddi araştırmalar yapılmalıdır.
E) Bazı yerleşim birimlerinde düzenli bir yer altı kanalizasyon sistemi olmadığından kanalizasyon foseptik çukurlar açılarak direkt olarak toprağa verilmektedir. Geçirimli bir litolojiye sahip bölgelerde bu kirli sular, yerleşim yerleri yakınlarında bulunan mağaraların içinde birikmekte ya da yağışla birlikte mağara içlerine kadar taşınmaktadır. Bölgede su kimyası çalışmaları yapılmamışsa, yerleşim yerlerine yakın mağaraların turizme açılması mağarayı ziyaret edecek kişilerin sağlığı açısından sakıncalı olabilir. Zonguldak civarındaki Kapız Mağarası bu konuya örnek olarak verilebilir.
F) Bilindiği gibi, bir mağara turizme açılırken içinde ve dışında birtakım düzenlemeler yapılmaktadır. Mağara içinde pasajlar genişletilirken, mağara dışında da yol açımı ve çevre düzenlemesi çalışmaları sırasında dinamit kullanılmaktadır. Bu çok zararlı ve yanlış bir yöntemdir. Dinamitin patlaması sonucu oluşan titreşimler mağaradaki oluşumların çatlamasına ve kırılmasına neden olmaktadır. Mağara turizme açılmadan önce bölgenin jeolojisi incelenir ve yol açımı ile diğer düzenlemeler için daha uygun mağaralar seçilirse, bu tür zararlar oluşmayacaktır. Örneğin Tuluntaş Mağarası’ndaki oluşumlar, taş ocağından taş çıkartılması için patlatılan dinamitler sonucu büyük oranda kırılmıştır.
G) Bir mağara turizme açılmadan önce jeolojik ve hidrojeolojik araştırmalar yapılarak mağaranın aktif bir sistem mi, yoksa fosil bir mağara mı olduğu belirlenmeli ve turizme açılma kararı verilirken aktif mağaralar tercih edilmelidir. Fosil mağaralarda turizme açılma sonucunda oluşabilecek kirlilik doğal süreçler tarafından giderilememekte ve mağaranın gördüğü zarar yok edilememektedir. Aktif mağaralarda oluşacak kirliliğin zaman içerisinde kendi kendine onarılma şansı vardır.
H) Paleontolojik Araştırmalar: Mağaralarda mağara içi tabakalar arasında ya da ana kayaç içerisinde çeşitli fosillere rastlanabilmektedir. Bu fosillerin paleontologlar tarafından incelenmesi sonucunda hem mağaranın ve bölgenin jeolojisine ait bilgiler elde edilmekte, hem de fosilbilim açısından incelenmesi yapılmalıdır. Bu tür mağaraların incelemesi yapılmadan turizme açılması sakıncalıdır.
Yapılması gereken bütün bu araştırmaların uzun zaman alacağı kesindir. Bu araştırmaların bir çoğu için mağaraya değişik zamanlarda defalarca girmek, ölçümler ve örnekler almak gerekecektir. Ülkemizde bu araştırmalar ciddi olarak yapılmamaktadır.

2- BİOSPELEOLOJİK ARAŞTIRMALAR
Bilindiği gibi mağaralarda birçok canlı yaşamaktadır. Mağaraların en belirgin özelliği olan ışık yokluğu, besin kıtlığı, yüksek nem oranı ve neredeyse sabit sayılabilecek ısı burularda yaşayan canlıların bu ortama adapte olabilmeleri sorununu doğurmuştur. Bugün biospeleoloji denilen bilim dalı bu sorunla, yani mağaralarda yaşayan canlı türleri ve bu türlerin geçirmiş olduğu evrimle uğraşmaktadır. Bu bilgiler yaşadığımız dünyanın daha anlaşılabilir kılınması için gereklidir. Mağaralara çeşitli nedenlerle giren canlıların yanısıra, mağara yaşamına adapte olmuş canlılar da bulunmaktadır. Genel bir sınıflandırmaya dayanarak troglobit adını verdiğimiz bu canlıların özelliklerinin araştırılması, insanlığın evrimini daha iyi anlayabilmemiz açısından önemlidir. Bu nedenle, mağaraların turizme açılmadan önce biospeleolojik açıdan incelenmesi şarttır. Eğer mağarada troglobit sınıfına giren türden özel mağara canlıları yaşıyorsa bu mağaraların kesin olarak turizme açılmaması gereklidir. Aksi takdirde, çok nadir olarak rastlanan ve uluslararası sözleşmelerle koruma altına alınmış bu canlıların ölümüne neden olunacaktır. Mağara atmosferinde meydana gelecek ufak bir değişiklik, nem oranındaki farklılaşma ya da mağara ısısının değişmesi bu canlıların yok olmaları anlamına gelmektedir.
Biospeleolojik araştırmalar, mağara canlı türlerinin saptanmasının yanı sıra bu türlerin özelliklerini, yaşama şartlarını, üreme şeklini, beslenmesini v.b. tüm özelliklerini saptamayı gerektirmektedir. Bunu gerçekleştirebilmek için mağara içinde değişik mevsimlerde yapılacak ölçüm ve gözlemlerle veri toplamak, deneyler yapmak zorunludur. Bu şartlarda bir mağaranın biospeleolojik incelemesinin yapılması yıllar sürecek titiz bir çalışmayı öngörmektedir. Ülkemizde turizme açılması planlanan hiçbir mağarada bu şekilde ciddi bir biospeleolojik araştırma yapılmamıştır. Zaten yabancı araştırmacıların yapmış olduğu 1-2 incelemenin dışında ülkemizde bu konuda yapılmış araştırma da yoktur.
Yurdumuzda mağara canlıları içinde en yaygın grubu yarasalar oluşturmaktadır. Yarasalar, kış uykusuna yatmak ve üremek amacıyla hayatlarının belli bir kısmını mağarada geçirmektedirler. Ülkemizdeki yarasaların tamamı böcek yiyerek beslenmekte ve ‘Cüce Yarasa’ adı verilen bir türünün dışında bütün türleri uluslararası sözleşmelerle korunma altında bulunmaktadır. Oysa ülkemizde, kendine ‘çevreci’ görüntüsü veren kişiler bile bu canlıların korunması gerekliliğine inanmış gözükmemektedirler. Yarasaların koloniler halinde yaşadığı mağaraların turizme açılması ya da bu tür mağaralara kışın girilmesi ekosistemimizin bozulmasına neden olmaktadır. Turizm Bakanlığı’nın mağaraları turizme açarken konuya gereken özeni göstermesini ve doğaya karşı duyarsız davranılmasına biran önce son verilmesini bekliyoruz.

3- ARKEOLOJİK ve ANTROPOLOJİK ARAŞTIRMALAR
Mağara giriş ağzında ve içinde yapılacak ön araştırmada çeşitli seramik kırıklarına, fazla miktarda insan ya da hayvan kemiklerine rastlanıyorsa bu mağaranın arkeolojik ve antropolojik kalıntıları bulundurma ihtimali kuvvetlidir. Mağara içinde mezar odaları, mezar stelleri, su sarnıçları, duvarlarda çeşitli yazı ya da resimler en çok rastlanan mağara bulgularıdır. Yapılacak yüzey araştırmaları ve gözlemler sonucu bu tür özellikler taşıdığı belirlenen mağaralarda biran önce arkeolojik kazıların başlatılması hem mağaranın korunabilmesi, hem de kaçak kazıların önlenebilmesi için gereklidir.
Mağara ve insan ilişkisinin geçmişi, insanoğlunun yeryüzünde görülmeye başladığı zamandan günümüze kadar uzanmaktadır. Tarih öncesi devirlerde insanlar tarafından doğal bir sığınak olarak kullanılan mağaralar, antik dönemde de ölü gömme ve dinsel nedenli bazı amaçlarla kullanılmıştır. Bu nedenle insanoğlunun gerek fizyolojik, gerekse kültürel evriminin izlerine en yoğun olarak mağaralarda rastlanmaktadır. Bugün ülkemizde, paleolitik devirlere kadar uzanan bulgularıyla kat kat uygarlık kalıntıları bulunduran, arkeolojik açıdan çok önemli mağaralar bulunmaktadır. Bizler de ANMAK olarak yaptığımız araştırma etkinlikleri sırasında çeşitli mağaralarda insanlığın eski dönemlerine ait izlere rastladık. Bu tür mağaralarda tespit edilecek ufak bir bulgu henüz kesinlik kazanmamış birçok konuyu aydınlığa kavuşturabilir. Bundan sonraki çalışmalarımızda ortaya çıkartacağımız bu tür mağaraların SİT alanı olarak tescil edilmesi amacıyla Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğü’ne araştırma raporlarımızla birlikte başvuracağız. Bir mağaranın SİT alanı olarak tescil edilmesi, mağaranın korunmasına yönelik hukuki bir çerçeve yaratmakla birlikte pratikte mağaranın korunabilmesi için mağara ağzının demir parmaklıkla kapatılması, ilgili köy ya da ilçe görevlilerinin uyarılması ve konunun denetlenmesi gibi daha farklı önlemler almak da gerekmektedir. Bu konuda Haymana’da bulunan Demirözü Mağarası iyi bir örnek oluşturmaktadır. Demirözü Mağarası SİT alanı olarak tescil edilmiş olmakla beraber, defineciler kaçak kazılarını hala çok rahat bir şekilde sürdürmektedirler. İşin diğer bir ilginç yanı da kendisiyle görüştüğümüz Demirözü Köyü muhtarının, mağaranın SİT alanı olduğu konusunda bir bilgisinin bulunmamasıdır.
Bizler, arkeolojik ve antropolojik kalıntıları olan, ancak kazı ve araştırma çalışmaları yapılmamış mağaraların turizme açılmasına kesinlikle karşıyız. Turizme açılması için önce kazı çalışmalarının tamamlanması ya da Karain Mağarası örneğinde olduğu gibi kazı çalışmaları devam ederken denetimli bir şekilde turizme açılmasının daha uygun olduğunu düşünüyoruz.

MTA RAPORLARININ NİTELİĞİ
Bilindiği gibi yurdumuzda mağaraları turizme açma yetkisi Turizm Bakanlığı’na aittir. Ancak, bakanlığın kendi bünyesinde mağaraların turizm açısından incelemesini yapabilecek bir birim yoktur. Bu konudaki araştırmalar MTA Genel Müdürlüğü Jeoloji Etüdleri Dairesi Speleoloji Proje Grubu tarafından yürütülmekte ve sonuçlar rapor halinde bakanlığa sunulmaktadır. Turizm Bakanlığı bu raporları değerlendirip mağaranın turizme uygun olup olmadığına karar vermektedir.
1979-1989 yılları arasında MTA tarafından 150 kadar mağaranın incelemesi yapılmıştır. Bu çalışmalara ilişkin raporlar incelendiğinde araştırmaların yetersiz ve yüzeysel olduğu dikkati çekmektedir. Yapılması gereken birçok araştırma ya hiç yapılmamakta, ya da konu hakkında herhangi bir uzmanlığı bulunmayan kişilerin gözlemleri ile yetinilmektedir. Mağarada yapılan inceleme, haritasının çıkartılması ve jeolojisi hakkında bir-iki paragraflık yazı hazırlanmasının ötesine geçmemektedir. Arkeolojik ve biyolojik incelemeler ise gözlem düzeyine bile ulaşamamaktadır.
Bizce, bir mağaranın turizme açılıp açılmamasına karar verebilmek için daha önceki bölümlerde açıklamaya çalıştığımız şekilde bilimsel araştırmaların yapılması gerekmektedir. MTA raporları bu nitelikte değildir. Söz konusu raporlarda mağarada arkeolojik kalıntıların bulunduğu, yarasa popülasyonlarının yaşadığı belirtilirken, ‘turizme açılabilir’ kaydı da düşülmektedir. Sadece bu örnek bile MTA raporlarının doğal değerlerimizin korunması konusunu dikkate almadığını göstermektedir.
Mağara ve turizm ilişkisinin bazı turistik tesislere ve ana karayollarına yakınlık-uzaklık bağlamında ele alındığı görülen MTA raporlarına dayanarak bir mağaranın turizme açılıp açılmamasına karar vermek en baştan yanlış adımların atılmasına neden olmaktadır. Konunun diğer bir üzücü yanı da, ülkemizde bir mağaranın turizme açılıp açılmaması hakkında sağlıklı ve doğru karar verilmesini sağlayacak nitelikte raporlar hazırlayabilecek bir kurum ya da kuruluşun bulunmamasıdır. Ülkemizde oldukça yeni bir uğraş olan speleoloji konusunda çalışan dernek ve kulüplerin tek başlarına bu yeterlilikte olmadığı görüşündeyiz. Ankara’da ANMAK, DASK, DOST, DOTAD, HÜMAK ve MAD, İstanbul’da BÜMAK, DAD, İTÜ-SAK, Zonguldak’ta ise ZOMMAK gibi dernek ve kulüpler ülkemizde bu alanda etkinlikler yapmaktadırlar. Bu kuruluşların çalışmalarını nasıl değerlendirdiğimiz ayrı bir yazının konusudur, ancak çok genelleyerek söylersek; ülkemizde mağaracılığın bugüne kadar daha çok sportif yanı ön planda olmuştur. Mağaralarda yapılması gereken bilimsel çalışmalar çok yüzeysel olarak ele alınmış ve mağaranın haritasının çıkarılması ile yetinilmiştir. Ülkemizdeki mağaracı kuruluşların daha nitelikli bir seviyeye ulaşmaları kuşkusuz zaman içerisinde gerçekleşecektir.
Ayrıca mağaracılığın, özellikle mağaralarımızın yoğun olduğu Antalya, Konya ve Gümüşhane gibi illere yayılması, buralarda da mağaracı dernek ya da kulüplerin kurulup çalışmaya başlamaları speleolojik gelişme açısından olumlu sonuçlar verecektir. Özet olarak, mağaracılığın nitel ve nicel olarak yeterli düzeye ulaşmadığı ülkemizde, mağaraların turizme açılması konusunda aceleci davranılmasının ileride düzeltilemeyecek hatalara yol açabileceği görüşündeyiz.
Turizm Bakanlığı’nın bu konuda örnek bir davranış sergileyerek, devlet kurumlarının yanı sıra MAD ve BÜMAK gibi ülkemiz mağaracılığına büyük emekleri geçmiş dernek ve kulüplerin temsilcilerinin de katıldığı bir çalışma grubu oluşturup, konuyu farklı görüşleri de dinleyerek çözümlemeye çalışması bizce çok yerinde bir davranıştır. Ülkemiz mağaracılığının gelişme aşamasında olduğu bu dönemde verilecek kararların daha sağlıklı olabilmesi açısından ‘çalışma grubu’ oluşturma düşüncesini destekliyoruz. Bizce bu çalışma grubunun, katılmak isteyen diğer dernek ve kulüp temsilcilerine de açık olması, çalışmaların verimini daha da artıracaktır.

TURİZME AÇILMASI PLANLANAN
ONİKİ MAĞARANIN DEĞERLENDİRİLMESİ
Turizm Bakanlığı, yayınlamış olduğu ‘Türkiye’nin Speleolojik Olanakları I’ adlı kitapçıkta 12 yeni mağarayı turizme açabilmek amacıyla ilgili yerel yönetimlerle temas kurulduğunu açıkladı. Yazımızın bu bölümünde söz konusu 12 mağara ile ilgili bir değerlendirme yapmak istiyoruz. Genel olarak hangi mağaraların turizme açılmasının daha uygun olduğunu ve turizme açılmasına karar verilmeden önce yapılması gereken araştırmaları yazımızın daha önceki bölümlerinde anlatmıştık. Söz konusu 12 mağarayı bu yazdıklarımızın ışığında tek tek ele almak istiyoruz. Bizler bu mağaraların 6 tanesinin turizme açılmasını sakıncalı buluyoruz. İlk önce bu 6 mağara hakkındaki görüşlerimizi belirteceğiz.

TURİZME AÇILMASINI DOĞRU BULMADIĞIMIZ MAĞARALAR

1 - DİM (GAVURİNİ) MAĞARASI (ALANYA/ANTALYA)
Dim Mağarası, Alanya’nın yaklaşık 10 km. kadar doğusunda yer almaktadır. Dim Çayı Vadisi üzerinden ayrılan stabilize yol mağaranın önüne kadar çıkmakta ve mağara ağzında bitmektedir. Yolun, mağarayı turizme açabilmek amacıyla bir önceki belediye başkanı döneminde açıldığını öğrendik. Dim Mağarası’nın konumuz açısından en önemli özelliği giriş ağzında arkeolojik kalıntıları barındırmasıdır. Ağız kısmında, içinde çeşitli seramik kırıklarına da rastladığımız kalın bir dolgu tabakası bulunmaktadır. Arkeolojik amaçlı kazı ve araştırma çalışmaları yapılmamış olan mağarada mil tabakası üzerinde defineciler tarafından açılmış pek çok çukur vardır.
Belediye, mağaraya girişi engelleyebilmek amacıyla mağara içinde üç ayrı yere beton döküp demir parmaklık yaptırmıştır. Birinci parmaklık, mağara ana girişinin yaklaşık 40 m. Kadar ilerisinde bulunan dar bir geçidi tıkamaktadır. Oysa arkeolojik dolgu tabakası zaten bu parmaklığa kadar olan 40 m.lik kısımda bulunmaktadır ve bu haliyle hiçbir koruma altında değildir. Arkeolojik kalıntılar korunmak istiyorsa asıl parmaklık mağaranın ana giriş ağzına yapılmalıdır. Ana giriş kayalarla kısmen tıkanıp bırakılan açıklığa parmaklık yapılabilir. Mağara giriş ağzının 40 m. İlerisinde yeralan birinci parmaklık kilitli olmakla birlikte yanında bir insanın sığabileceği kadar bir boşluk vardır. Sonuçta, parmaklığa karşın buradan mağaraya girilebilmektedir. Aynı olay mağara bacalarından birini tıkayan ikinci parmaklık için de geçerlidir. Bu iki parmaklık bu halleriyle işlevsizdir. Nitekim ANMAK, 26 Mart 1993 tarihinde mağaraya yaptığı etkinlikte parmaklıkların kenarından mağaraya girip çıkmıştır. Üçüncü parmaklık ise ancak sürünülerek geçilebilen 2 m.lik bir koridoru tıkamaktadır. Bu parmaklık geçidi tamamen kapatmaktadır; fakat kilitli olmadığından girişi engelleyecek durumda değildir. Buraya bir kilit takılabilir. Mağaranın turizme açılması sırasında bu dar geçidin dinamitleme ya da başka şekilde genişletilmesi gerekeceği kesindir. Bu zorunlu genişletme mağaranın doğal ortamına çok zarar verecektir.
Dim Mağarası içinde yaptığımız gözlemlerde herhangi bir arkeolojik bulguya rastlamadık. Bu şartlarda eğer Dim Mağarası turizme açılacaksa, mağaranın ana girişi ile birinci parmaklığın yeraldığı kısma kadar olan yaklaşık 40 m.lik bölüm kapatılarak turizm dışı bırakılabilir. Bu kısmın kazı ve araştırmaları bittikten sonra açılması kanımızca daha uygundur. Söz konusu bölüm tamamen kapatılıp giriş engellendikten sonra mağaraya giriş bacadan verilebilir. Zaten, mağaranın özellikle turist açısından ilginç olabilecek görsel güzellikleri bu bölümden sonra başlamaktadır. Turizme açma çalışmaları sırasında iç düzenlemeler yapılırken bu noktaya dikkat edilirse, mağaranın arkeolojik özelliklerine zarar vermeden turizme açılması sağlanabilir.
Dim Mağarası’nda dikkatimizi çeken diğer bir üzücü durum da, Kestel Belediyesi’nin tüm çöplerini mağara giriş ağzına kadar taşıyıp buradan aşağıya Dim Çayı’na doğru döküyor olmasıdır. Mağara giriş ağzının hemen altının çöplük haline getirilmiş olması hem aşağıda bütün güzelliği ile akan Dim Çayı’nın zaman içerisinde kirlenmesine, hem de turizme açılması planlanan bir yerin turizmi beklemeden pisletilmesine neden olmaktadır.

2 - GEYİKBAYIRI MAĞARASI (ANTALYA)
Antalya Merkez İlçe’ye bağlı Geyikbayırı Köyü’nde bulunan mağaraya ulaşım problemi yoktur. Çünkü mağara, köyün hemen girişinde, köye giren asfalt yolun 2 m. Kadar sağında bulunmaktadır. Yola bu kadar yakın olmasına karşın, giriş ağzı küçük ağaçlarla örtülü durumda olduğundan yoldan görülememektedir. Toplam uzunluğu 120 m. Kadar olan mağaranın en belirgin özelliği bir vadinin tabanında yeralması ve bu vadiden akan derenin küçük kollarından birinden mağaraya özellikle kışın su sızıntısı olmasıdır. Bu durum mağara içinde kalınlığı 10 – 20 cm. arasında değişen bir çamur dolgunun oluşmasına neden olmuştur.
Yarı aktif bir mağara sayılabilecek Geyikbayırı Mağarası bu özelliğiyle mağara canlıları açısından çok uygun bir yaşama ortamına sahiptir. Nitekim 25 Mart 1993 tarihinde ANMAK olarak yaptığımız inceleme sırasında değişik türde birçok canlıya rastladık: Değişik tür kırkayak ve örümcekler, bir tür küçük sümüklüböcek, havada uçuşan sinek benzeri küçük canlılar, yarasalar, açık gri renkte ve orta büyüklükte, karın kısımları beyaz renkte olan 2 adet fare, mağara çekirgesi vb. MTA raporlarında bu mağarada görüldüğü belirtilen Proteus Angiunus (Mağara Semenderi) türünden daha farklı bir görünüme sahip olduğu tespit edilen mağara kertenkelelerine yaptığımız gözlemde rastlayamadık. Troglobit sınıfına giren bu canlıların mağarada hala yaşayıp yaşamadığının tespiti için mağarada değişik mevsimlerde daha uzun süreli gözlemlerde bulunmak gerekmektedir. Bundan 10 yıl kadar önce Geyikbayırı Mağarası’nda 5-6 adet olduğu belirlenen pembe renkli, ağır hareket eden, gözleri olan ancak görmeyen bu canlı, ülkemizde ilk kez Geyikbayırı Mağarası’nda görülmüştür. Geyikbayırı Mağarası bu özellikleriyle biospeleolejik incelemeler ve deneyler için çok uygun bir mağaradır. Turizme açılması yerine, yerli ve yabancı bilim adamlarının araştırmasına  açılması daha uygundur. Mağara giriş ağzı demir parmaklıkla kapatılmalı ve giriş özel izine tabi olmalıdır.

3 - KURUDAĞ MAĞARASI (SELÇUK / İZMİR)
Yaklaşık 50 m. uzunluğunda yatay ve kuru bir mağara olan Kurudağ Mağarası’nın en önemli özelliği arkeolojik kalıntılara sahip olmasıdır. Mağara giriş ağzı dardır ve çağımızda bilinmeyen bir nedenle taş duvar ve harçla örülerek kapatılmıştır. Kapatılan kısım sonra tekrar açılmıştır. Giriş ağzındaki moloz kalıntıları ve harç izleri bu durumu doğrular niteliktedir. Doç. Dr. Erol Atalay, mağarada değişik zamanlarda araştırmada bulunmuştur. Mağaranın yüzeyde bulunan seramik kırıklarına dayanılarak M.Ö. 4. ve M.S. 4. yüzyıllar arasında kutsal bir yer olarak kullanılmış olduğu düşünülmektedir. Prof. Vetters, Kurudağ Mağarası’nın Nympheler veya Meteorea’lar kültünün merkezi olduğunu; Prof. Kenner ise Nymphe ve Pan kültü için saygı görmüş olduğunu belirtmektedirler. Aslında, rutubetli havası ve damlataş oluşumlarıyla Nymphe kültürü için tipik bir örnek teşkil etmektedir.
Mağarada yeniden toplanan seramik parçaları arasında bir adet Efes tipi geç Helenistik yağ kandili vardır. Küçük buluntuların çoğu kandil parçaları olup, genellikle Roma çağı Önasya tiplerine aittirler. Bulunan kandil parçaları M.Ö. 2. yy. ile M.S. 4. yy. arasında tarihlenmektedirler. Bulunan tüm seramik parçaları ise, Efes ve Efes Yediuyuyanlar’da ele geçen seramik parçalarına çok benzemektedirler. Bu durum, bütün bu eserlerin aynı atölyede yapıldıklarını göstermektedir.
Doç. Dr. Erol Atalay, mağarada iyi bir araştırma yapmak için kazı zorunluluğu olduğunu belirtmektedir. Bizler, Sayın Atalay’ın görüşlerine tamamen katılıyor ve bu kazı çalışmaları tamamlanmadan mağaranın turizme açılmasını sakıncalı buluyoruz. Kurudağ Mağarası’nın arkeolojik öneminin yanı sıra, biyolojik önemi de vardır. Mağarada büyük bir yarasa kolonisinin yaşadığı bilinmektedir. MTA raporlarında da belirtilen bu durumdan Doç. Dr. Atalay da bahsetmekte ve mağarada yüzlerce yarasanın koloni halinde yaşadığını ve mağara tabanının bu yarasaların gübresiyle dolmuş olduğunu eklemektedir. Yarasa kolonisinin varlığı da mağaranın turizm açılmasını engelleyen ikinci neden olarak karşımıza çıkmaktadır.

4 – SIRTLANİNİ MAĞARASI (KARACASU / AYDIN)
Güneye bakan mağara giriş ağzı 3 m. Kadar süren dar bir geçitten sonra genişlemektedir. Geniş bir salon ve 6-7 tane küçük salondan oluşan mağaranın içinde büyük bir yarasa kolonisi yaşamaktadır. Ayrıca, son yıllara kadar mağara sırtlanlar tarafından barınak olarak kullanılmaktaydı. Mağara içinde bu hayvana ya da bu hayvanın kurbanlarına ait birçok kemik bulunmaktadır. Ancak mağaraya giren insan sayısındaki çoğalma, sırtlanların yavrularını büyütebileceği daha güvenli bir ortam bulabilmek amacıyla mağarayı terk etmelerine neden olmuştur.  Düşünen yaratıkların en zekisi olan insanoğlunun doğal denge ile bu şekilde bilinçsizce oynamasının kabul edilebilir hiçbir yanı yoktur. Aynı bilinçsiz tavrı devam ettirip yarasa kolonisini de katletmek istemiyorsak, mağaranın turizme açılmasına krşı çıkmak durumundayız. Oldukça dar olan mağara girişinin genişletilmesi zorunluluğu da mağaranın doğal ortamını bozucu etkiler yapacaktır.

5 – İNKAYA MAĞARASI (SEFERİHİSAR / İZMİR)
Mağara içinde çeşitli seramik kırıklarına bol miktarda rastlanıyor olması mağaranın insanlar tarafından kullanıldığını göstermektedir. Kazı ve araştırma çalışmaları yapılmamış olan bu mağarada defineciler kaçak kazı yapmaktadır. Bu bakımdan mağaranın korunabilmesi için önlemler almak gerekmektedir. Defineciler arkeolojik değerlerimize zarar verdikleri gibi, mağaradaki sarkıt ve dikitleri de ‘içinde altın saklanmış olabilir’ düşüncesinden hareketle kırmaktadırlar. Doğal ve kültürel değerlerimizin cahilce tahrip edilmesini önleyebilmek açısından mağara girişi demir parmaklıkla kapatılmalı ve giriş-çıkışlar denetlenmelidir. İnkaya Mağarası arkeolojik özelliklerinin yanı sıra büyük bir yarasa kolonisi ile çok miktardaki beyaz ve gri renkli fareyi barındırmaktadır. Bütün bu özellikler dikkate alındığında mağaranın turizme açılmasının sakıncalı olduğu ortaya çıkacaktır.

6 – ASLANLI (YAREN) MAĞARASI (KUŞADASI / AYDIN)
110 m. uzunluğunda olan mağarada büyük bir yarasa kolonisi yaşamaktadır. Bu açıdan turizme açılması sakıncalıdır.

ALTERNATİF MAĞARA TURİZMİ POLİTİKASI NASIL OLABİLİR?
Turizm Bakanlığı tarafından belirlenen 12 mağaradan, yukarıda özelliklerini saydığımız 6 mağaranın dışındaki diğer 6 mağara (Papazkayası, Küçükdipsiz, Büyükdipsiz, Peynirdeliği, Yalandünya, Altınbeşik) şu anda özel ilgi gruplarına hitap eden mağaralardır ve bu şekilde kalmaları bizce daha uygundur. Çünkü bir mağaranın doğal ortamına zarar vermeden turizm projesi hazırlayabilmek imkansızdır. Gerek mağaraya ulaşımı sağlayacak yolun açılması, gerekse mağara içi düzenlemeler sırasında doğal ortamın zarar göreceği kesindir. Bu şartlarda, gerçek bir koruma hedefleniyorsa klasik biçimiyle sürdürülen turizm anlayışından vazgeçilmek zorundadır. Burada alternatif mağara turizmi politikalarının üretilmesi zorunluluğu karşımıza çıkmaktadır. Bizler bu konuda öneri olarak şunları söyleyebiliriz; kanımızca mağara turizmi olayı mağara içinde hiçbir düzenleme yapılmaksızın gerçekleştirilmelidir. Bugün mağaracılar mağaralara nasıl girip çıkıyorlarsa, yerli ya da yabancı turistler de aynı şekilde mağarayı ziyaret edebilirler. Kuşkusuz bu durumda turistlerin belli özverilerde bulunmaları gerekecektir. Zaten çok özelleşmiş bir beğeni olan mağara gezme fikrini cazip bulanlar, belli özverilerde bulunmaya en azından düşünsel olarak hazır kişiler olacaktır. Karşılaşılabilecek zorlukları, mağara seçiminde gösterilecek titizlikle aşmak mümkündür. Mağara içi gezi sırasında tecrübeli rehberlerin bulunması gezinin düzenli ve güvenli bir şekilde yürütülmesini sağlayabilir. Üstelik mağaraların bu şekilde turizme açılması, Turizm Bakanlığı’nın yapacağı pek çok harcamayı ortadan kaldıracak ve yapılacak yatırımın maliyetini en aza indirecektir. Mağara içinde ışıklandırma çalışması yapıyoruz diye birçok sarkıt ve dikiti kırmaktan ve metrelerce kablo döşemektense, turistlere birer baret ve karpit lambası ya da pilli kafa lambası vermek çok daha ekonomik ve mantıklıdır. Ancak bu şekilde mağaralarımızın doğal ortamlarını bozmaksızın turizme açabileceğimiz düşüncesindeyiz.

Ankara Mağara Araştırma ve Koruma Derneği (ANMAK)

Yazan: Yavuz İşçen / Ankara
Nisan 1993

Türkiye’de Dağcılık Tarihi

Yazan: Yavuz İşçen

DAĞLAR VE İNSANLAR
İnsanoğlunun dağlarla olan ilişkisi insanlık tarihi kadar eskidir. Dağlar çok eski devirlerde bile insanlar için kutsal mekanlar olarak kabul edilmişlerdir. Bunun bir nedeni, kuraklık ve kıtlığın açlıkla eş anlamlı olmasından kaynaklanmaktadır. En çok açlıktan korkulan bir dönemde yağmurun dağların yüksek zirvelerinden bulutlar ve gök gürültüleriyle birlikte geliyor olması insanların dağları kutsal mekanlar olarak görmesine neden olmuştur. Eski mitolojilerin çoğunda dağlar, tanrıların yaşadıkları kutsal yerler olarak kabul edilmektedirler. Böyle olmasının temelinde dağların gökyüzüne en yakın noktalar olmasının payı büyüktür.

Musa Peygamberin 10 emri aldığı yer Sina dağıdır. Yahudilerce bu dağ Musa’ya ilk vahyin indiği yer olarak kabul edilir. Antik Yunan mitolojisinde Olimpos dağı tanrıların mekanı olarak kabul edilmekteydi. Anadolu’da ise İda Dağı’nın (bugünkü Kaz dağı) tanrılara ev sahipliği yaptığı düşünülüyordu. İnsanoğlunun dağlara çıkma isteğinin temelinde bu dinsel belirlemelerin etkisinin göz ardı edilmemesi gerektiği düşüncesindeyiz. Tabi ki dağlara çıkma isteği sadece dinsel nedenlerle açıklanamaz. Eski dönemlerde çeşitli savaşlar nedeni ile dağlar aşılmak zorunda kalınmıştır. Caesar’ın Alpleri aşması buna iyi bir örnektir. MÖ. 126 yılında Roma İmparatoru Hadrianus’un güneşin doğuşunu izlemek amacı ile Etna dağına çıktığı bilinmektedir. Aslında insanoğlunun merakı, macera duygusu ve yeni şeyler keşfetmek konusundaki aşırı ilgisinin dağlara çıkmasında çok önemli bir payı olduğu kesindir.

DÜNYADA DAĞCILIK TARİHİ
İnsanlık tarihinde birbirinden çok farklı nedenlerle yapılmış olan bir çok dağ tırmanışı bulunmakla birlikte, bütün bunlar modern anlamda dağcılığın başlangıcı olarak kabul edilmemektedirler. Dünya dağcılık tarihinin başlangıcı olarak 1786 yılı genel kabul görmüştür. 1786 yılı Mont Blanc dağına ilk çıkışın yapıldığı yıldır. İsviçreli bir bilim adamı olan Horace–Benedict de Saussure’nin 1760 yılında Chamonix gezisi sırasında Alplerde Güney Doğu Fransa’da bulunan Mont Blanc (4807 m.) zirvesini görmesi ve bu zirveye tırmanan kişiye ödül vereceğini ilan etmesiyle Mont Blanc’a tırmanış için çabalar başladı. Mont Blanc’ın ilk tırmanışı bu ödülün koyulmasından 26 yıl sonra gerçekleştirildi. 1786 yılında Doktor Michel Gabriel Paccard ve kristal arayıcısı Jacques Balmat adlı iki Fransız Mont Blanc’a tırmanmayı başardılar ve ödülü aldılar. Bu tırmanışla birlikte modern anlamda dağcılığın başladığı kabul edilmektedir. Dağcılığın ilk olarak Alp dağlarında başladığı kabul edildiği için dağcılık sporu sonradan “Alpinizm” adı ile anılmaya başlamıştır. Dağcılık sporu ile uğraşan kişilere de “Alpinist” denilmektedir.

ÜLKEMİZDE DAĞCILIK TARİHİ
Ülkemizde dağcılık etkinlikleri ilk kez yabancıların bizim dağlarımıza çıkmasıyla başlamıştır. Bu ilk tırmanışlar dağcılık etkinliklerinden çok bilimsel araştırma temelinde gelişen tırmanışlardır. Bu konuda bilinen ilk tırmanış bir Alman fizik profesörünün Büyük Ağrı dağına yaptığı tırmanıştır. 27 Eylül 1829 tarihinde Prof. Dr. F.V. Parrot Büyük Ağrı dağının zirvesine (5165 m.) ulaşan ilk kişi olmuştur. Bu tırmanış aynı zamanda ülkemizde dağcılık etkinliklerinin başlangıcıdır. Parrot’un 1844 yılında ölümü üzerine bölgedeki çalışmaları yürütmek üzere Alman hükümeti Prof. Dr. O.W. Herman Abich’i Türkiye’ye gönderir. Abich, bir doğa bilimci olan Dr. Wagner ile birlikte 1845 yılında Büyük Ağrı dağının zirvesine bir tırmanış daha gerçekleştirir. Daha sonra yine bir Alman Profesör Karl Koch tarafından 1846'da Rize Kaçkar dağlarında Kaçkar ana zirvesine (3932 m.) tırmanıldığı bilinmektedir. 1894 yılında W. Rickmer gene Kaçkar dağlarında, Altıparmak zirvesine (3472 m.) tırmanmıştır.1859 yılından itibaren Orta Toroslar’da Aladağlar bölgesine araştırma yapmak üzere bir çok yabancı bilim adamı ülkemize gelmiştir. Bu bilim adamlarından Avusturya’lı jeolog Franz Schaffer 1901 yılında Alaca başı olarak bilinen 3200 m.lik zirveye tırmanmıştır. Bu tırmanış Aladağlar’da yapılan ilk tırmanış olarak bilinmektedir. F. Schaffer’in yayımladığı notları Alman dağcılık kulübü üyelerinin ilgisini çekmiş ve bölgeyi araştırmak ve tırmanışlar yapmak üzere 1927 yılında bir ekip gönderilmiştir. 1927 yılı yaz aylarında Dr. Georg Künne, Dr. Wilhelm Martin ve eşi Marianne’den oluşan ekip Demirkazık (3756 m.), Kaldı (3736 m.), Kızılkaya (3725 m.), Alaca (3582 m.), Eznevit (3550 m) zirvelerinin ilk çıkışlarını gerçekleştirmiştir. Demirkazık zirvesi çıkışı sırasında ekibe Demirkazık köyünden Veli çavuş adı ile bilinen bir genç köylü rehberlik yapmıştır. Veli çavuşun da ekiple birlikte Demirkazık zirvesine çıktığı bilinmektedir. Bu anlamda Demirkazık zirvesinin bilinen ilk Türk çıkışı 1927 yılında Veli çavuşa aittir.
Hakkari bölgesindeki Güneydoğu Toroslar’da yer alan Cilo ve Sat dağları üzerinde 1900 yılında F.R. Maunsel tarafından harita çıkartılması amacıyla çeşitli araştırmalar yapılmıştır. 1931 yılında Ludwig Krenek ve Ludwig Sperlich Cilo ve sat dağlarında ilk tırmanışları gerçekleştirmişlerdir. Bundan sonra düzenlenen ikinci etkinlik ise, 1937 yılında 8 Eylül–8 Ekim tarihleri arasında Berlin üniversitesi doçentlerinden Hans Bobek başkanlığında, 5 kişilik Alman dağcı ekip tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu etkinlik sırasında Reşko (4136 m.) zirvesi de dahil olmak üzere 20 ana zirvenin ilk tırmanışları yapılmıştır.
1938 yılı yabancı dağcıların Aladağlar’daki birçok zirveye ilk çıkışları gerçekleştirdikleri yıl olmuştur. Alman – Avusturya dağcılık kulübünün üyelerinden Walter Pleunigg, Siegfried Tritthard, Hermann Heide ve Josef Pucher’den oluşan 4 kişilik dağcı ekip bir dizi tırmanış gerçekleştirmişlerdir. Bu ekip 25’i ilk çıkış olmak üzere toplam 30 zirve çıkışı gerçekleştirmiştir. Bu tırmanışlar ile Aladağların Torasan bölgesindeki zirveler haricinde hemen hemen bütün zirvelere çıkılmıştır. İkinci Dünya savaşı yıllarında Türkiye’de bulunan İngiliz Büyükelçiliği’nde görevli 3 diplomat Aladağlar’da çeşitli tırmanışlar yapmışlardır. Edward H. Peck, Robin Hodgin, L. H. Hurst adlı bu diplomatlar tarafından 1943, 1944, 1945 yıllarında gerçekleştirilen tırmanışlarda bilinen zirvelere farklı rotalardan çıkışlar yapılmıştır. Bu rotaların bazıları hala bu diplomatların adı ile bilinmektedir. 1955 yılında ise hem Alman hem de İtalyan dağcılar Aladağlar’da çıkılmamış birçok rotayı tırmandılar. Özellikle İtalyan ekip Aladağlar’ın Torasan bölgesinde çıkılmamış olan 20’den fazla zirvenin ilk çıkışlarını gerçekleştirdiler. Bu yıldan sonra da yabancıların Aladağlar’daki etkinlikleri uzun dönem devam etmiştir.
1962 yılında Bernhard Maidl ve Rudiger Steuer, Cilo Dağları'na yaptıkları tırmanışta 4136 m.lik Uludoruk zirvesinin kuzey duvarının büyük buzul üzerinden yapılan ilk çıkışını gerçekleştirdiler. 1966 yılında Doug Scott ve Brian Watts  Cilo Dağları'ndaki Göl Dağı  kuzeydoğu duvarını ilk kez tırmandılar. 1967'de Martin Lutterjohann ve Herbert Zehetner Cilo Dağları'nda 4136 m.lik Uludoruk zirvesinin batı yüzünün ve Suppa Durek'in 4.116 m. metrelik doğu duvarının ilk tırmanışlarını gerçekleştirdiler. 1967 yılında Andrzeg Kus ve Andrzej Mroz Uludoruk zirvesinin batı duvarındaki en teknik rota olan büyük çatlağı tırmandılar. 1969 yılında Toni Fuchs, lse Fuchs, Muzaffer Erol Gez ve Servet Taş tan oluşan Avusturya-Türk ekibi Cilo Dağları'nda Köşe Direği’nin (3918 m.) doğu duvarına tırmandılar. 1972 yılında Aladağlar’da Demirkazık kuzey duvarı ilk kez tırmanıldı. Tırmanışı Avusturalya’dan Joe Friend ve Yeni Zellanda’dan Rick Jamieson gerçekleştirdiler. 1986 yılında Vay Vay dağı (3563 m.) kuzey duvarı İtalyan bir ekip tarafından çıkıldı. 

İLK TÜRK ÇIKIŞLARI
İlk Türk dağcısı olarak bilinen isim, Ali Vehbi Türküstün’dür. Fransa’da Paris’te Tıp öğrenimi yaparken 4 Fransız dağcı arkadaşı ile birlikte 26 Temmuz 1906 günü Alp Dağları'nın en yüksek noktası olan Mont Blanc zirvesine tırmandığı bilinmektedir. Bu tırmanış Türk dağcılık tarihinde bilinen ilk tırmanıştır. Türklerin dağcılık sporuna ilgileri daha çok askeri amaçlı olarak Birinci Dünya Savaşı yıllarında başlamıştır. Savaş sırasında İtalyan cephesinde Avusturyalı dağcı birliğinin bir tatbikatını izleyen Pertev Paşa, Osmanlı ordusu bünyesinde böyle bir birliğin kurulması için çalışmıştır. Pertev Paşa’nın isteği üzerine Avusturyalı bir dağcı olan Albay Bilgeri, 5 subay ve 40 Astsubaydan oluşan Türk askerlerine temel dağcılık bilgileri vermiştir.
Miralay (Albay) Cemil Cahit Toydemir' in 1924'te Kayseri’deki Erciyes Dağı zirvesine (3.916 m.), yanında 6 subay ve 1 erle birlikte doğu yönünden tırmanışı ile Türkiye’de dağcılık etkinlikleri başlamıştır. Cemil Cahit Toydemir böylece Türkiye dağlarında dağcılık sporunu başlatan ilk kişi olarak kabul edilmiştir. Miralay Cemil Bey Erciyes Dağı zirvesine tırmandıktan sonra kendisiyle birlikte zirve yapan subay ve erlerin isimlerini bir kağıda yazıp metal bir sigara tabakası içine koyarak zirveye bırakmıştır. Bu metal sigara tabakası aynı zamanda yurdumuzun ilk zirve defteri olma özelliğini taşımaktadır.
1925 yılında Bursalı bir doktor olan Osman Şevki Bey, Bursa’daki Keşiş Dağı zirvesine (2545 m.) ilk tırmanışı yapmıştır. Tırmandığı bu dağa Uludağ adını vermiştir. Bu adlandırma Atatürk tarafından da beğenilmiş ve dağın adının Uludağ olarak değiştirilmesine karar verilmiştir. Soyadı kanunu çıktıktan sonra Dr. Osman Şevki Bey’e Atatürk tarafından “Uludağ” soyadı verilmiştir.3 Ağustos 1934 tarihinde 9. Kolordu’ya bağlı askeri birlikten 8 kişilik ekip, Küçük Ağrı Dağı (3868 m.) zirvesine tırmanır. Tırmanışı gerçekleştirenlerden biri 8 yaşlarında bir subay çocuğudur. 3 Eylül 1934 tarihinde Yüzbaşı Rüştü ve Teğmen Bekir komutasındaki bir askeri ekip Büyük Ağrı Dağı’nın zirvesine (5165 m.) ilk çıkışı gerçekleştirir. Zirveye çıkan ekip 14 kişiden oluşmaktadır. Bu tırmanışlar Büyük Ağrı ve Küçük Ağrı Dağı zirvesine yapılan ilk Türk tırmanışıdır. Büyük Ağrı Dağı zirvesine yapılan kayıtlara geçmiş ikinci Türk çıkışı ise, gene askeri bir birlik tarafından 1937 yılında yapılan tırmanıştır. Binbaşı Cevdet Sunay başkanlığında 15 subay ve 50 askerden oluşan bir birlik zirve tırmanışına geçmiştir. Zirveye ulaşan 8 kişilik bir grup olmuştur. Zirveye Atatürk büstü dikilmiştir. Tırmanış sırasında 38 yaşında olan Binbaşı Cevdet Sunay, daha sonra Türkiye’nin 5. Cumhurbaşkanı olarak 1966–1973 yılları arasında görev yapmıştır. 

TÜRK DAĞCILIK CEMİYETİ VE ÖRGÜTLENME
Bu yıllarda ülkemizde dağcılık biri askeri diğeri sivil olmak üzere iki koldan yürütülmektedir. Başlangıçta askeri tırmanışlar ön plandadır. Sonraları sivil ve sportif amaçlı tırmanışlar git gide yaygınlık kazanmıştır. 1926 yılında Türk ordusu içinde bir dağcılık talimgahı kurulmuştur. Bu okul ülkemizde açılmış ilk dağcılık okuludur. Birinci Dünya savaşı yıllarında Türk Ordusu’ndaki subaylara dağcılık eğitimi veren Avusturyalı dağcı Albay Bilgeri, Cumhuriyetin ilanından sonra 1927 ve 1928 yıllarında tekrar Türkiye’ye gelerek Eğirdir’de 3 er ay süre ile dağcılık kursları düzenlemiştir. Bu çalışmalar sonrasında 1928 yılında “Türk Dağcılık cemiyeti” adı altında ilk dağcılık örgütü ülkemizde kurulmuştur. 1933 yılında ise “Türk yürüyüşçülük, Dağcılık Kış sporları Kulübü” adı altında bir klüp faaliyete başlamıştır. Bu klüp sonradan “Tenis, Eskirim ve Dağcılık Kulübü” adını almıştır. Bu kulübün kurucusu, dönemin İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı olan Muhiddin Bey’dir. Muhiddin Bey'e dağcılık sporuna karşı yakın ilgisi nedeniyle soyadı kanunu çıktıktan sonra Atatürk tarafından Üstündağ soyadı verilmiştir. 1939 yılında Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü bünyesinde “Dağcılık ve Kış Sporları Federasyonu” oluşturulmuştur. Aslında federasyonun ilk kuruluşu 1936 yılında olmuştur ancak yasal anlamda işlerlik kazandığı yıl 1939’dur. Federasyon içinde uzun yıllar dağcılık ve kayak birlikte yürütüldü. Kayak çoğu zaman ön plandaydı. Bu birliktelik 1966 yılına kadar devam etti. Daha sonra dağcıların yoğun çabaları sonucu dağcılık için ayrı bir federasyon oluşturuldu.

DAĞCILIK FEDERASYONUNUN KURULMASI VE TIRMANIŞLAR
Dağcılık Federasyonun ilk başkanlığını 1936–1941 yılları arasında Latif Osman Çıkıgil yürütmüştür. Ülkemizin bu ilk kuşak dağcıları arasında, Latif Osman Çıkıgil, Muvaffak Uyanık ve Muharrem Barut isimleri ön plandadır. Dağcılık Federasyonu başkanlığını, 1941 – 1944 yılları arasında Nizamettin Kırşan, 1944–1948 yılları arasında ise vekaleten Asım Kurt yürütmüştür. 1948’den sonra ise Asım Kurt aslen başkan olmuştur. Asım Kurt’un başkanlığı federasyonun dağ ve kayak olarak ikiye ayrıldığı 1966 yılına kadar devam etmiştir.

1940 LI YILLAR
1941 yılında Erciyes ve Bolkar dağlarında dağcılık federasyonu tarafından düzenlenen tırmanışlar bulunmaktadır. 1941 yılındaki Bu tırmanışlar, ülkemizde devlet tarafından düzenlenen ilk sivil dağcılık hareketi olarak bilinmektedir. Asım Kurt’un federasyon başkanlığı döneminde 1945 yılında Latif Osman Çıkıgil’in çabalarıyla Federasyon adına Cemil Oka liderliğindeki bir ekip Aladağlar’a etkinlik düzenlemiş ve Demirkazık zirvesine klasik rotadan çıkılarak zirveye defter bırakılmıştır. Bu tırmanış Demirkazık zirvesine ilk Türk ekip çıkışıdır.
1945 yılında Hakkari bölgesindeki Cilo ve Sat dağlarında da ilk Türk etkinliği organize edilmiştir. Bu etkinliğe Prof. Dr. Reşat İzbırak araştırmacı olarak katılmıştır. Bu etkinlikte Gelyano zirvesine (3650 m.) tırmanılmıştır. Reşko zirvesi (4136 m.) denenmiş ancak 4030 m.ye kadar tırmanılabilmiş ve geri dönülmüştür. Bu zirveye ilk çıkış 5 Ağustos 1947 tarihinde MTA adına araştırma yapan bir jeolog ekip tarafından yapılmıştır. Zirveye çıkan ekip içersinde, Hayri Ünsal, Süleyman Türkünal, Ali Güzel, İbrahim Şenocak ve avcı Osman bulunmaktadır. 1948 yılında ise aynı bölgeye dağcılık federasyonu tarafından ikinci bir etkinlik organize edilmiştir. Bu etkinliğe ise Prof. Dr. Sırrı Erinç araştırmacı olarak katılmıştır. Bu etkinlik sırasında Reşko zirvesine çıkış gerçekleştirilmiştir. Bu tırmanışı gerçekleştiren kişiler arasında Latif Osman Çıkıgil, Muvaffak Uyanık, Asım Kurt, Şinasi barutçu gibi kişiler bulunmaktadır.
Asım Kurt’un federasyon içinde daha çok kayağa ağırlık vermesi dağcılık adına fazla bir etkinliğin organize edilememesine neden olmuştur. Bu durum federasyon içinde yoğun tartışmaları da beraberinde getirmiştir. Dağcılık Federasyonu içinde ikinci kuşak olarak bilinen Dr. Bozkurt Ergör ve Muzaffer Erol Gez gibi kişiler bu durumu şiddetle eleştirmişlerdir. Bu gruba sonradan İsmet Ülker’de katılmıştır.

1950 Lİ YILLAR
1952 yılında Aladağlar’da Kaldı zirvesinin ilk Türk çıkışı yapılmıştır. Ancak bu zirveye çıkan kişi bir dağcı değildir. Şahap Tanyolaç adlı bir mühendis bölgede yapılmakta olan yol hattını daha iyi görebilmek için yüksek bir yere çıkma ihtiyacı duymuş ve Kaldı zirvesine (3736 m.) tırmanmıştır. Bu tırmanış Kaldı zirvesinin bilinen ilk Türk çıkışıdır.
1953 yılında ilk Türk – Avusturya ortak ekspedisyonu Aladağlar’da gerçekleştirilmiştir. Türk ekibi içersinde, Ersin Alok, Muvaffak Uyanık, Rasim Akın ve Selehattin Dipçin bulunmaktadır. 15 gün süren bu etkinlik sırasında Demirkazık, Kaldı, Küçük Demirkazık  (3400 m.), Alaca (3582 m.) ve Emler (3723 m.) tırmanışları gerçekleştirilmiştir. Tırmanılan zirvelerden son üçü ilk kez Türk ekipleri tarafından çıkılmıştır.
1954 yılında Esin Alok ve Rasim Akın önderliğindeki Türk ekibi, Kızılkaya batı rotası ve Demirkazık Peck kulvarı rotasından ilk Türk çıkışlarını gerçekleştirmişlerdir. Aynı yıl federasyon tarafından Büyük Ağrı Dağı çıkışı organize edilmiştir. 1954 yılında Erdal İnönü Kayseri'den arkadaşı Necdet Nakipoğlu ile birlikte Erciyes zirvesine tırmanmıştır. 1950 li yıllarda Manisa Tarzanı olarak bilinen Ahmeddin Çarlak, Manisa Dağcılık Kulübü ekibi ile birlikte Büyük Ağrı, Demirkazık ve Cilo Dağları’nda tırmanışlar yapmıştır.
1955 yılında Bozkurt Ergör, Trabzon’da askerlik yaptığı dönemde bir hafta sonu Kaçkar Dağları’na gitmiş ve ilk çıkışını kendi gerçekleştirdiği için adını Ergör Tepe (3589 m.) koyduğu zirveye tırmanmıştır. 
1956 yılında federasyon tarafından Aladağlara’da bir tırmanış etkinliği daha organize edilmiştir. Etkinliğe Türkiye’nin değişik bölgelerinden 53 dağcı katılmıştır. Bu etkinliğe misafir olarak Avusturyalı dağcıların da katılmasıyla büyük bir ekspedisyon oluşturulmuştur. Bu etkinlik sırasında Demirkazık (3756 m.) ve Emler (3723 m.) zirvelerine tırman ekip arasında Bozkurt Ergör, Muzaffer Erol Gez ve Engin Kongar bulunmaktadır. Bu tırmanıştan 1 ay kadar sonra Demirkazık zirvesine tekrar tırmanmak üzere gelen Engin Kongar   8 Eylül 1956 tarihinde batı yüzünde tırmanış sırasında düşerek hayatını kaybetmiştir. Bu olay ülkemizde ölümle sonuçlanan ilk dağ kazasıdır. Dr. Bozkurt Ergör yıllar sonra Aladağlar’ın haritasını yaparken bugün Emler adıyla bilinen zirveye “Engin Tepe” adını vermiştir. Engin Kongar’ın mezarı Aladağlar’da,   Niğde–Çamardı yolu üzerinde Çukurbağ Köyü kavşağı yakınında bulunmaktadır.

1960 LI YILLAR
1960 lı yıllarda Dağcılık fedarasyonu içersindeki tartışmalar hız kazanmış ve bazı ayrılıklar yaşanmıştır. Dr. Bozkurt Ergör 1962 yılında İstanbul’da “Türk Dağcılık Kulübü” adı altında ayrı bir örgütlenmeye gitmiştir. Bu örgüt 1972 yılına kadar varlığını sürdürmüştür. 12 Mart askeri yönetimi sırasında kulüp kapanmıştır. Kulübün yönetiminde başlangıçta Dr. Bozkurt Ergör, Şinasi Barutçu, Muvaffak Uyanık gibi kişiler bulunmaktadır. 1963 yılında Sönmez Targan kulübün başkanlığını yürütmüştür. Aynı dönemde Muzaffer Erol Gez ve İsmet Ülker’de Anadolu’da farklı illerde dağcılık kulüplerinin kurulması için çalışmalar sürdürmüşlerdir. Bu çalışmalar ülkemizde ilk özel dağcılık örgütlenmelerinin çekirdeğini oluşturmuştur. Nitekim Türk Dağcılık Kulübü’nün 1972 yılında kapanmasından 2 yıl sonra 1974 yılında ODTÜ dağcılık kulübünden ayrılan Yalçın Koç tarafından “Anadolu Dağcılar Birliği” adı altında yeni bir örgütlenme oluşturulmuştur.
1966 yılında federasyon resmen ikiye ayrılmış ve Dağcılık Fedarasyonu bağımsız bir birim olarak çalışmalarına başlamıştır. Ayrıldıktan sonra Fedarasyonun ilk başkanlığına 1966 yılında İsmet Ülker getirilmiştir. Ancak o dönemde 26 yaşında olan İsmet Ülker, bu görevi daha tecrübeli olan Latif Osman Çıkıgil ya da Bozkurt Ergör’ün yapmasının uygun olacağını belirtmiştir. Bunun üzerine Latif Osman Çıkıgil 30 yıl aradan sonra tekrar federasyon başkanı olmuştur.
1965, 1966 ve 1967 ve onu izleyen yıllarda Türk dağcıları artık her yıl Aladağlar’a kamp kurmaya ve çeşitli tırmanışlar yapmaya başlamışlardır. Bu tırmanışlar sırasında bir çok ilk Türk çıkışı gerçekleştirilmiştir. 1965 yılında Muzaffer Erol Gez başkanlığında 8 kişilik ekip çeşitli zirve çıkışlarının yanı sıra Cebelbaşı (3574 m.), Direktaş (3510 m.) ve Kızılkaya (3725 m.) zirvelerinin ilk Türk çıkışlarını yapmıştır. 1966 yılında gene Muzaffer Erol Gez başkanlığındaki 4 kişilik bir ekip Gürtepe (3630 m.) zirvesinin ilk Türk çıkışını gerçekleştirmiştir. 1967 yılında federasyon tarafından Aladağlar’da büyük bir tırmanış kampı kurulmuştur. Kampa Latif Osman Çıkıgil, Bozkurt Ergör, Sönmez Targan, Muzaffer Erol Gez, İsmet Ülker gibi dağcıların da aralarında bulunduğu toplam 30 kadar dağcı katılmıştır. Kampa katılan dağcılar gruplara ayrılarak birçok zirve tırmanışı gerçekleştirmişlerdir. Kaldı kuzey, Kaldı güney–doğu ilk Türk çıkışı, Sıyırmalık zirvesi batı duvar çıkışları Türk tırmanış tarihinde birer ilktir. Bu tırmanış, ülkemizde teknik duvar çıkışlarının başlangıcı olarak kabul edilebilir.
1969 yılında Bozkurt Ergör ve Sönmez Targan Demirkazık ilk kış tırmanışını gerçekleştirmişlerdir. Bu tırmanış Türk dağcılık tarihinde bir dönüm noktasıdır. Bu tırmanışla birlikte Türk dağcıları ülkemizdeki dağların kış çıkışlarını yapmak için çalışmalar başlatmışlardır.

1970 Lİ YILLAR
Bu yıllarda Türk dağcıları yoğun olarak daha teknik tırmanışlar ve kış çıkışları yapmaya yöneldiler. 1969 yılında Demirkazık zirvesi kış çıkışından sonra Bozkurt Ergör, 1970 yılında Büyük Ağrı zirvesinin ilk kış çıkışını gerçekleştirdi. 1972 yılında Yalçın Koç ve Hüseyin Özbek Kaldı zirvesinin ilk kış çıkışını yaptılar. Gene Yalçın Koç Reşko ve Kaçkar ana zirvelerinin de ilk kış çıkışını gerçekleştirdi.
1973 yılında Bozkurt Ergör Türkiye Dağcılık Federasyonu başkanlığına getirildi. Bozkurt Ergör bu görevi 1984 yılına kadar sürdürmüştür. 1966 yılından itibaren ayrı bir birim olarak örgütlenen Türkiye Dağcılık Federasyonu Bozkurt Ergör’ün başkanlığı döneminde, 1977 yılında Uluslararası Dağcılar Birliği’ne (UIAA) resmen üye olmuştur. 1984’den sonra federasyon başkanlığı görevini Abdülmecit Doğru üstlenmiştir.
1970 li yıllar Türk dağcılığında Yalçın Koç isminin ön plana çıktığı yıllardır. ODTÜ dağcılık kulübünde etkinliklerini sürdüren Yalçın Koç çeşitli anlaşmazlıklar sonucu bu kulüpten ayrılmış ve 1975 yılında kısa adı ADB olan Anadolu Dağcılar Birliği’ni kurmuştur. ADB Ülkemizde birçok teknik tırmanışa imzasını atmış ve yeni nesil dağcılarımızın yetişmesinde ciddi bir rol oynamıştır. Türk dağcılık tarihinde önemli bir yere sahip olan, Recep Çatak, Kaşif Aladağlı, Ömer Tüzel, Seyhan Çamlıgüney, Muzaffer Tıraş, Ümit Genç, Muzaffer Özdemir. Murat Yıldırım, Batur Kürüz gibi dağcılarımız ADB içinden yetişmişlerdir. ADB, 1990 yılında etkinliklerine son vermiş ve 1995 yılında hukuken kapanmıştır.

1980 Lİ YILLAR
Bu yıllar Türk dağcılığının altın döneminin başladığı yıllardır. 80’li yıllarda ülkemizde yurt dışı tırmanışların ilk adımları atılmıştır. Yurt dışı tırmanışları ayrı bir bölüm halinde inceleyeceğiz. Bu yıllar ülkemizde Güney Doğu bölgelerimizde etnik çatışmaların yaygınlık kazandığı yıllardır. Bu olaylar ülkemiz dağcılığını da olumsuz etkilemiştir. Bu bölgede yer alan Cilo ve Sat dağları tırmanışa kapatılmıştır. Bugün bölgedeki çatışmaların büyük oranda bitmiş olmasına karşın bu dağlar günümüzde de tırmanışa kapalı durumdadır. Bölgede tırmanışa kapatılan diğer önemli dağlar arasında Ağrı ve Süphan Dağı da bulunmaktadır. Ağrı Dağı 1990 yılında tırmanışa kapatılmış ve 1999 yılına kadar hiçbir tırmanış yapılamamıştır. 1999 yılından sonra Ağrı ve Süphan Dağları izinli olarak tırmanışa açılmıştır. 80 li yıllarda Güney Doğu bölgemizde yaşanan bu gelişmeler sonucu dağcılarımızın ilgisi yoğun olarak Aladağlar üzerinde toplanmıştır. Bu yıllarda Aladağlar’da birçok tırmanış organize edilmiştir. Bu tırmanışlardan bazılarını aşağıda vermek istiyoruz.
1980 yılında ADB’den Ömer Tüzel ve Recep Çatak Aladağlar’da Direktaş zirvesinin (3510 m.)  kuzey duvarından ilk Türk çıkışını gerçekleştirdiler. 80 li yılların başında ADB’den Kaşif Aladağlı ve Recep Çatak’ın da içinde bulunduğu bir grup, Aladağlar’ın Torasan bölgesi haricinde tamamında keşif ve sırt haritalarının çıkartılması amacıyla etkinlik ve bir dizi teknik tırmanış gerçekleştirmiştir. 1983 yılında Ömer Tüzel Vay Vay (3563 m.) güney batı yüzü ilk Türk tırmanışını yapmıştır. Hikmet ve Ahmet Gürbüz kardeşler 1984 yılı kış aylarında Kızılkaya (3725 m.) ilk kış tırmanışını ve 1985 yılı kış aylarında ise Alaca zirvesinin (3582 m.) batı yüzünden ilk Türk kış çıkışlarını gerçekleştirmişlerdir. 1986 kış aylarında Tekin Küçüknalbant Güzeller (3461 m.) zirvesinin güney sırtından solo olarak ilk Türk kış çıkışını gerçekleştirmiştir. 1986 yılında Küçük Demirkazık zirvesinin (3400 m.) Orhan Özçalık liderliğinde 3 kişilik bir ekip tarafından ilk kış çıkışı gerçekleştirilmiştir. 1987 yılında Emler zirvesinin (3723 m.) ilk kış tırmanışı Ümit Genç tarafından solo olarak yapılmıştır. Aynı yıl Batur Kürüz Direktaş zirvesine (3510 m.) güney yüzden solo kış çıkışı yapmıştır. 1988 yılında Parmakkaya’nın ilk Türk çıkışı Emre Altoparlak tarafından gerçekleştirilmiştir.
Bu tırmanışlar yapılırken Dağcılık Federasyonu’nda 1984 yılında Prof. Dr. Abdülmecit Doğru başkanlığa getirilmiştir. Abdülmecit Doğru 1990 yılına kadar başkanlığı yürütmüştür. Bu süre içinde bir çok yurt dışı tırmanış gerçekleştiren Abdülmecit Doğru, 1991 yılı Erciyes kış tırmanışı sırasında Prof . Dr. Ahmet Bige ile birlikte çığ düşmesi sonucu hayatını kaybetmiştir.

1990 LI YILLAR VE GÜNÜMÜZDE DAĞCILIK
Son dönemde federasyon başkanlığını eski dağcılarımızdan Alaattin Karaca yürütmektedir. 1990 yılında ADB kapanmıştır. Ancak ülke genelinde çok sayıda üniversitemizde dağcılık kulüpleri kurulmuş ve bu kulüpler gerçekten önemli dağcılarımızın yetişmesinde etken olmuşlardır. Ülkemizin bu son dönem tırmanışlarında üniversite kulüplerinin yeri yadsınamaz.
1990 yılı ağustos ayında Hacettepe Üniversitesi Dağcılık ve Doğa Sporları Kulübü’nden                 (HÜDDOSK) Ertuğrul Melikoğlu, Dekirkazık kuzey duvarının ilk ve solo çıkışını gerçekleştirmiştir. Bu çıkıştan 4 gün kadar sonra Aynı duvar Gıyasettin Demirhan ve Murat Yıldırım tarafından bir kez daha çıkılmıştır. Aynı yıl aralık ayında Hacettepe Üniversitesi Dağcılık ve Doğa Sporları Kulübü’nden Ertuğrul Melikoğlu, Orhan Özçalık, Ataç Besi, M. Ali Onur, Bülent Ferhatoğlu’ndan oluşan 5 kişilik ekip, Demirkazık zirvesi batı rotasından ilk çıkışı gerçekleştirmişlerdir. 1991 yılında Ertuğrul Melikoğlu Parmakkaya’nın ilk solo çıkışını gerçekleştirmiştir. Ertuğrul Melikoğlu, ayrıca Kaldı zirvesinin (3688 m.) Kuzey Doğu buzulu üzerinden bu zirvenin ilk solo kış çıkışını gerçekleştirmiştir.
1990 yılı içinde Türk dağcılığı gerçekten patlama yapmıştır. Yeni kuşak dağcılar ülke genelindeki birçok zirveye çok önemli tırmanışlar gerçekleştirmişlerdir. Yurt dışında ise gerçekten kısa süre önce hayal bile edilemeyecek zirvelerin çıkışları gerçekleştirilmiştir. Son dönemde ülkemiz dağcılığına damgasını vuran iki isim, Bilkent Üniversitesi Doğa Sporları Kulübü’nden (DOST) yetişmiş olan Nasuh Mahruki ve Tunç Fındıktır. Sadece Tunç Fındık’ın yurt içi ve dışında çıktığı 400 den fazla zirve ile Aladağlar ve Kaçkar Dağları’nda açtığı ve ilk tırmanışlarını gerçekleştirdiği 100 den fazla yeni rota bulunmaktadır. Bu dağcılarımızın yanı sıra, Kürşat Avcı, Serhan Poçan, Ertuğrul Melikoğlu, Yılmaz Sevgül, Gıyasettin Demirhan, Haldun Aydıngün, Murat Kandi, Doğan Palut, Alper Sesli, Uğur Uluocak gibi dağcılarımız günümüz dağcılığında yaptıkları birçok tırmanışla öne çıkan isimler olmuşlardır.
1995 yılında dağcılık federasyonu başkanlığını yürüttüğü dönemde Tayfun Tercan, Kaçkar dağlarında bir tırmanış dönüşü düşerek hayatını kaybetmiştir. Ne yazık ki, Kürşat Avcı ve Uğur Uluocak da son dönemde dağların bizden aldığı isimler arasına katılmışlardır. İTÜDAK’dan Uğur Uluocak 3 Temmuz 2003 tarihinde Kırgızistan’da Teke Tor zirvesi (4441 m.) dönüşünde düşerek hayatını kaybetmiştir. 7 Ağustos 2003 tarihinde ise Aladağlar Demirkazık kuzey duvarı çıkışı sırasında HÜDDOSK’dan Kürşat Avcı tutunduğu kayanın kopması sonucu düşerek hayatını kaybetmiştir.

YURT DIŞINDA YAPILAN TIRMANIŞLAR
Türk dağcılarının yurt dışında gerçekleştirdiği tırmanışların en eskisi ilk Türk dağcısı olarak da bilinen Ali Vehbi Türküstün’ün 1906 yılında Alp Dağları'nın en yüksek noktası olan Mont Blanc zirvesine yaptığı tırmanıştır. Bu tırmanış Türk dağcılık tarihinde bilinen ilk tırmanışı olduğu kadar yurt dışında yapılan ilk tırmanıştır.
Daha sonra uzun yıllar yurt dışı tırmanış yapılamamıştır. 1964 yılında Bozkurt Ergör’ün İsviçre’de Möch (4003 m.) ve Fransa’da Mont Blanc (4807 m.) zirvelerine tırmanmıştır. Bu tarihten sonra 1980 li yıllarda Abdülmecit Doğru’nun gerçekleştirdiği bir dizi tırmanış bulunmaktadır.  1980 yılında Kafkaslar'da Elbruz dağı (5642 m.), 1983 yılında Rusya’da Pamir Dağları’nda Halil Alpay ile birlikte gerçekleştirdiği Peak Lenin zirvesi (7134 m.) ve 1985 yılında Komünizm zirvesi (7495 m.) bu zirvelerin ilk Türk çıkışları olmuştur.
1989 yılından sonra yurt dışı çıkışlar büyük bir ivme kazanmıştır. 1989 yılında İran'da bulunan Devamend zirvesi (5671 m.) tırmanışına katılan on dağcımız iki ayrı rotadan çıkarak zirveye ulaşmışlardır. 1992 yılında Nasuh Mahruki, Kırgızistan’da bulunan Tien Shan Dağları'nda Khan Tengri (7010 m.) zirvesine tırmanmıştır. 1993 yılında ise Kafkasya Dağları’ndaki Elbruz zirvesine (5642 m.) ilk Türk kış çıkışını yapmıştır. 
1993 ve 1994 yıllarında TDF'nun girdiği uluslararası ilişkiler ve ayırdığı ödenek sayesinde Türk Dağcıları Pamir Dağları, Tien Shan Dağları ve Demavend Dağı'na çeşitli expedisyonlar düzenlemişlerdir. Bu etkinliklerden ilki, 1993 yılında Pamir Dağları’ndaki Peak Lenin (7134 m.) zirvesine düzenlenmiş ve Nasuh Mahruki ile Uğur Uluocak zirveye çıkmışlardır. Aynı etkinlikte diğer gruptan Serhan Poçan ve Seyhan Çamlıgüney Tien Shan Dağları'nda Khan Tengri zirvesine (7010 m.) çıkılmışlardır. Aynı yıl Demavent’e de tırmanılmıştır. TDF’nun organize ettiği ikinci etkinlik ise 1994 yılında yapılmış ve Tien Shan Dağları'nda Khan Tengri zirvesine kötü hava koşulları nedeniyle çıkılamamıştır. Aynı yıl yapılan bir diğer etkinlik ise gene Demavent zirvesine olmuştur.
1994 yılında Nasuh Mahruki, askerliğini yapmakta iken özel izin alıp Rusya’da bulunan 7000 m.lik 3 önemli zirvenin tırmanışını daha gerçekleştirmiştir. Sırasıyla Pamir Dağları’ndaki Korjenevskoy (7105 m.) ve Communisma (7495 m.) ile Tien Shan Dağları’ndaki Pobeda (7439 m.) zirvelerine çıkarak Sovyet Asya’nın 7000 m.nin üzerindeki en yüksek 5 zirvesine çıkmıştır. Böylece bu 5 zirveye tırmanan dağcılara Rusya Dağcılık Federasyonu tarafından verilen “Kar Leoparı” unvanını almıştır.
1994 yılı ağustos ayında Uğur Uluocak tarafından da 4 önemli tırmanış gerçekleştirilmiştir. Peak Varadiov zirvesi (5600 m.), Korjenevskoy (7105 m.), Communisma (7495 m.) ve Peak Of Four zirvesi (6299 m.) Bu son zirvenin ilk Türk çıkışı ise 1 ay kadar önce Nasuh Mahruki tarafından yapılmıştır.
1995 yılında Yıldız Teknik Üniversitesi Dağcılık Kulübünden (YTÜDK) Alper Sesli, Kenya sınırları içinde bulunan Afrika kıtasının en yüksek doruğu olan Kilimanjero zirvesine (5895 m.) tırmanmıştır. 1995 yılının en önemli başarısı hiç kuşkusuz Nasuh Mahruki’nin 17 Mayıs 1995 tarihinde gerçekleştirdiği Everest zirvesi (8848 m.) tırmanışıdır.
1996 yılında Nasuh Manruki 7 kıtanın en yüksek zirvelerinin tamamına çıkmayı başarmıştır. Everest’ten sonra sırasıyla, 1995 yılında Vinson (5140 m.) ve Aconcagua (6959 m.) zirvelerine tırmanmıştır. 1996 yılında ise, Mc Kinley (6194 m.), Kilimanjaro (5895 m.), Elbruz (5642 m.), Cosciusko (2320 m.) zirvelerinin çıkışını yapmıştır. 1996 yılında TDF tarafından desteklenen Khan Tengri tırmanışı gerçekleştirmiştir. Tırmanışa katılan Serhan Poçan, Uğur Uluocak, Tunç Fındık, Kürşat Avcı, Yılmaz Sevgül, Engin Külahoğlu, Gülay Ünal, Burçak Özoğlu başarılı şekilde zirveye ulaşmışlardır.
1998 yılında Nasuh Mahruki Lhotse zirvesine tırmanmıştır. 1999 yılında Uğur Uluocak Shisha Pangma (8013 m.) ve Cho Oyu (8201 m.) çıkışlarını 7 gün ara ile tamamlamıştır. Nasuh Mahruki 2000 yılında dünyanın en zor zirvelerinden biri olan K2 zirvesinin (8611 m.) çıkışını gerçekleştirmiştir. 2001 yılında Tunç Fındık Everest zirvesine (8848 m.) farklı bir rotadan çıkarak buraya çıkan ikinci Türk olmuştur.

ÜLKEMİZDE DAĞCILIK ÖRGÜTLENMESİ 
Türkiye'de Dağcılık örgütlenmeleri 4 şekilde karşımıza çıkmaktadır.


1 ) Türkiye Dağcılık Federasyonu
2 ) Federasyona bağlı İl Temsilcilikleri
3 ) Üniversite Kulüp ve Kolları
4 ) Dernek ve Özel Kulüpler

Ülkemiz dağcılık tarihi incelendiğinde Türkiye Dağcılık Federasyonu’nun çok köklü bir geçmişe sahip olduğu gözlenebilir. Federasyona bağlı olarak çalışan İl Temsilcilikleri de dağcılığın yaygın olarak yapıldığı birçok ilimizde örgütlenmiş durumdadır. Bu örgütlenmelerin ülkemizdeki tüm dağcı camiayı bir araya getirebilmesi ve dağcılık alanında daha etkin bir konuma gelmesi dileğimizdir.
Üniversite Kulüp ve Kolları, bugün ülkemizde dağcılığın potansiyel kaynağını oluşturan örgütlerdir. Sürekli genç kadrolarla besleniyor olmaları yeni nesillerin geliştirilebilmesi açısından çok önemli bir işleve sahiptir. Son dönemde birçok başarılı çıkış gerçekleştiren dağcılarımızın çoğu bu kulüpler içersinde yetişmişlerdir. Bu kulüplere üniversitenin maddi ve teknik desteğinin artırılması ülkemizdeki dağcılığın gelişimi açısından önemlidir.
Dernek ve Özel kulüpler, dağcılığın geniş kitlelere ulaştırılmasında çok önemli bir işleve sahiptirler. Dernekler aracılığı ile daha uzun ömürlü ve sürekli kadrolar oluşturabilmek mümkündür. Genellikle maddi yetersizlikler nedeni ile fazla aktif olamamaktadırlar.

Yazan: Yavuz İşçen / Ankara
Ekim 2005
TÜRKİYE’NİN DAĞLARI
Yazan: Yavuz İşçen

Alp–Himalaya dağ oluşum kuşağı üzerinde yer alan ülkemizde, bu kıvrım dağları, iki ana kola ayrılmaktadır. Birinci grup Kuzey Anadolu Dağları olarak adlandırılan ve Karadeniz’e paralel olarak doğu-batı doğrultusunda uzanan dağ sıralarıdır. İkinci grup ise, Akdeniz’e paralel olarak gene doğu-batı doğrultusunda uzanan Güney Anadolu Dağları’dır. Güney Anadolu Dağları’nın tamamı Toros Dağları adı ile bilinmektedir.

KUZEY ANADOLU DAĞLARI
Kuzey Anadolu Dağları, kabaca Karadeniz kıyıları boyunca uzanan oldukça uzun bir dağ sırasına verilen genel isimdir. Bu dağ sırası doğuda Gürcistan sınırından başlayıp, batıda Bulgaristan sınırına kadar uzanır. Tek ve düzenli bir sıra olmayıp, birbirine paralel sıralar oluşturan, bazı yerlerde süreklilik gösteren, bazı yerlerde ise aradaki çukurluk alanlarla birbirlerinden ayrılmış şekildedir. Deniz kıyısından itibaren yükselen sıralara “Kıyı Dağları”, daha gerilerde yer alanlara ise “İç Sıralar” adı verilmektedir. Kuzey Anadolu Dağları, Batı Karadeniz Dağları, Orta Karadeniz Dağları ve Doğu Karadeniz Dağları olmak üzere başlıca üç grupta incelenir.

BATI KARADENİZ DAĞLARI
Deniz kıyısından itibaren birbirine paralel üç sıradan oluşmaktadır. İlk sıra,  İsfendiyar Dağları adı ile de bilinen Küre Dağları’dır. Doğuda Kızılırmak Vadisi’nden başlayıp, batıda Bartın Çayı Vadisi’ne kadar uzanır. En yüksek doruğu, Kastamonu ili sınırları içindeki Devrakani ve Çatalzeytin ilçeleri arasında kalan Yaralıgöz Dağı’dır. (2019 m.)
İkinci sıra, Ilgaz Dağları’ndan oluşmaktadır. Kastamonu havzası ile güneydeki Devrez Vadisi arasında kabaca batı–doğu doğrultusunda uzanmaktadır. En yüksek dorukları, Büyükhacet (2587 m.) ve Çatalılgaz adı ile de bilinen Küçükhacet’dir.  (2546 m.)
 Üçüncü sıra, en gerideki Köroğlu Dağları’dır. Doğuda Osmancık’tan başlayıp batıda Bilecik yakınlarına kadar 400 km.’lik bir alanda kabaca batı–kuzeydoğu yönünde uzanır. En yüksek doruğu, Bolu ili Seben ilçesi doğusunda yer alan Köroğlu Tepesi’dir. (2499 m.) Bundan başka üzerinde bilinen çeşitli zirveleri barındırmaktadır. Bunlardan başlıcaları, bir kayak merkezi olan Kartalkaya (2221 m.) Kıbrıscık’ın kuzeyinde bulunan Bakacak Tepe (2200 m.), Tosya’nın doğusundaki Kös Dağı üzerinde yer alan Erenler Tepe (2097 m.) ile Halkoğlu Tepe (2005 m.) ve Çerkeş’in güneyinde Işık Dağı (2034 m.) ile Karataş Dağı’dır. (1998 m.)

ORTA KARADENİZ DAĞLARI
Bu bölümde, kıyı dağlarını Canik Dağları oluşturur. Samsun ve Ordu illeri arasında kıyıdan biraz iç kesimde uzanan bu dağlar, doğuda Melet Çayı’ndan batıda Kızılırmak’a kadar kuzeybatı–güneydoğu doğrultusunda yaklaşık 180 km. boyunca yayılım gösterir. Genişliği yaklaşık 60 km.’dir. Yükseltiler, doğuya doğru ilerledikçe artar. Fatsa’nın güneyinde, Gölköy yakınında Göltepe (1730 m.) ve Aydoğantepe   (1971 m.)  en yüksek noktaları oluşturur.

DOĞU KARADENİZ DAĞLARI
Kıyı dağları ve iç sıralar olmak üzere kabaca iki sıradan meydana gelir. Bu iki sırayı birbirinden Çoruh–Kelkit vadisi ayırır. Dağların yükseklikleri doğuya doğru gidildikçe artar. Kıyı dağları içersinde dağcılık sporunun yapıldığı dağların başında Rize dağları ya da yaygın bilinen ismi ile Kaçkar Dağları gelir.

KIYI DAĞLARI
Doğuda Gürcistan sınırına yakın olan Karçal Dağları’ndan başlayıp, batıda Melet Çayı Vadisi’ne kadar uzanır. Batıdan başlayarak Sıradağları oluşturan dağlar yakın bulunduğu ilin ya da merkezin adı ile anılırlar. Giresun Dağları, Gümüşhane Dağları, Zigana Dağları ve Soğanlı Dağları’nı içine alan Trabzon Dağları ve Rize Dağları gibi.
Giresun Dağları: Batıda Melet Çayı’ndan Gümüşhane sınırına kadar uzanır. Üzerinde en yüksek ve bilinen doruklar, Bulancak’ın güneyinde Karagöl Dağı  (3017 m.) ve Kürtün’ün güneyinde yer alan Balaban Dağı üzerinde bulunan Abdal Musa Tepesi’dir. (3331 m.)
Gümüşhane Dağları: Giresun–Gümüşhane il sınırında bulunan Balaban dağlarından başlayıp, Harşit Vadisi’ne dek sürer. Gümüşhane ilinin güneyinde yer alan bu dağ grubunun en yüksek noktası 2507 m. yüksekliği ile Elmalı Tepe’dir. Daha sonra Köse Dağında bulunan Bedni Tepe gelir (2437 m.)
Zigana Dağları: Trabzon’u Gümüşhane’ye bağlayan yaklaşık 2000 m. yükseklikteki ünlü Zigana Geçidi’nin üstünde yer aldığı bu dağ sırasının en yüksek noktası Çakırgöl Dağları üzerindeki 3082 m. yükseklikteki Deveboynu Tepe’dir.
Soğanlı Dağları: Uzungöl’ün güneyinde yer alan Soğanlı dağlarında en yüksek nokta, Haldizen Dağı’ndaki 3193 m. yükseklikteki Karakaya Tepesi’dir. Uzungöl’ün doğusunda ise 3111 m. yükseklikteki Ziyaret Dağı bulunmaktadır.
Rize Dağları: Trabzon-Rize ili sınırından başlayıp doğuda Çoruh Nehri’ne kadar uzanan bölümde yer alan dağlar bu gruba girer. Kıyıya paralel oldukça dik bir sıra oluşturan bu dağlarda 3000 m.’nin üzerinde birçok zirve yer almaktadır. Bu bölümün en yüksek noktası 3932 m. yüksekliği ile Kaçkar Dağı’dır. Rize Dağları’na, en yüksek doruğunun adından dolayı Kaçkar Dağları adı verilmektedir.

Kaçkar Dağı 3932 m. (3937 m)
Sönmez Tepe 3860 m. (3864 m)
Ülker Tepe 3803 m.
Kardovit Dağı 3800 m. (3791 m)
Gez Tepe 3760 m.
Mezovit Dağı 3711 m.
Verçenik Dağı 3711 m.
Ergör Tepe 3589 m. (Kavran Tepesi)
Kuşaklı Kaçkar 3562 m. (Bulut Dağı)
Azı Dişi Kulesi 3500 m.
Bayraktutan Tepe 3500 m.
İsimsiz zirve 3494 m. (Kavron Dağları)
Karataş Dağı 3492 m.
Altıparmak Dağı 3472 m. (Liblin Tepe)
Hemşin Dağı 3445 m.
İsimsiz zive 3435 m. (Bulut Dağları)
Çirmaniman Dağı (Demir Dağı)  3425 m.
Büyüktaş Tepe 3350 m.
Didvake 3350 m.
Mızraklı Tepe 3330 m.
Altıparmak Tepesi 3301 m.
Seldar Dağı 3283 m.
İsimsiz zirve 3200 m. (Altıparmak Dağları)
İsimsiz zirve 3150 m. (Altıparmak Dağları)
Romen Kulesi 3150 m.
Kemerli Kaçkar 3125 m.
İsimsiz zirve 3120 m. (Altıparmak Dağları)
Nebisatgur 3050 m.

Karaçal Dağları: Çoruh nehri ile Gürcistan sınırı arasındaki bölgede Artvin ili sınırları içersinde bulunan bu dağ grubu, Borçka’nın doğusunda yer alır. En yüksek noktası 3428 m.’dir.

İÇ SIRALAR
Doğu Karadeniz Dağları’nın iç sıraları, doğudan başlayarak Yalnızçam Dağları, Mescit Dağları, Otlukbeli Dağları (Çimen–Kop) ve Köse Dağları’ndan oluşmaktadır. Kıyı dağlarından Çoruh–Kelkit vadisi ile ayrılmaktadırlar.
Yalnızçam Dağları: Kabaca güneybatı–kuzeydoğu doğrultusunda uzanan bu dağ sırası Artvin ili ile Kars ili arasında doğal bir sınır oluşturur. En yüksek noktası, Gürcistan sınırına yakın olan Göze Dağı (3167 m.) ve Ardanuç’un doğusundaki Çadır Dağı Eğripınar Tepesi’dir. (3054 m.)
Mescit Dağları: Bayburt’tan Yusufeli’ye doğru kuzeydoğu - güneybatı doğrultusunda uzanan bu dağ sırası 30 km. uzunluğa ve 20 km. kadar da genişliğe sahiptir. Üzerinde 3000 m.’yi geçen çeşitli zirveler bulunmaktadır. En yüksek noktası, Tortum’un batısında bulunan 3239 m. yükseklikteki Mescit Dağı’dır. Zirveler bölgesi olarak adlandırabileceğimiz bu bölgede birbirine yakın olarak, üç zirve daha yer almaktadır. Naldöken Tepe (3153 m.),  3133 m.’lik bir zirve ve Sineklikaya Tepe (3109 m.) Zirveler bölgesinin kuzeydoğusunda, Tortum Gölü’nün batısında Mescit Dağları’nın ikinci yüksek zirvesi olan Devedağı Tepe (3202 m.) bulunmaktadır.
Otlukbeli Dağları: Erzincan ili ile Gümüşhane’nin Kelkit ilçesi arasında doğu–batı doğrultusunda, doğuda Aşkale’ye kadar uzanan bu dağ silsilesi, Çimen–Kop Dağları olarak da adlandırılmaktadır. Çimen Dağları, batı kesimini oluştururken, Kop Dağları, Aşkale’ye yakın olan doğu bölümünü meydana getirmektedirler. Biraz da tarihi nedenlerle bu iki dağ sırası, bir bütün olarak Otlukbeli Dağları adı ile anılmaktadır.
Aşkale’nin kuzey batısında bulunan ve Trabzon’u Erzurum’a bağlayan 2425 m. yükseklikteki ünlü Kop Geçidi’nin de üzerinde yer aldığı Kop Dağları’nın en yüksek noktası, 2975 m. yükseklikteki Coşan Dağları ve Kop Dağı’dır. (2918 m.)
Erzincan’ın kuzeyinde yer alan Çimen Dağları grubunda ise, En yüksek nokta Kazdağı Tepe’dir. (2662 m.)
Köse Dağları: Sivas’ın kuzeyinden başlayıp Refahiye’ye kadar yaklaşan bu dağ sırası,             doğu–güneydogu doğrultusunda uzanmaktadır. En yüksek noktaları, Suşehri’nin güneybatısında kalan Köse Dağı (3050 m.) ile İmranlı’nın doğusunda bulunan Kızıldağ’dır. (3015 m.)

GÜNEY ANADOLU DAĞLARI
Alp–Himalaya dağ oluşum kuşağının ülkemiz sınırları içindeki ikinci bölümü, Akdeniz’e paralel olarak doğu–batı doğrultusunda uzanan Güney Anadolu Dağları’dır. Güney Anadolu Dağları’nın tamamı Toros Dağları adı ile bilinmektedir. Toros Dağları ise, kendi arasında kabaca dört bölümde incelenebilir.

1 ) Batı Toroslar
2 ) Orta Toroslar
3 ) Doğu Toroslar
4 ) Güneydoğu Toroslar

Ülkemizde dağcılık sporu Toroslar’ın tüm bölümlerinde yürütülebilir. Ancak yüksek ve zor zirveleri ile Orta Toroslar ve Güneydoğu Toroslar bu sporların ülkemizde en yaygın olarak yapıldıkları alanlardır.

ORTA TOROSLAR
Orta Toroslar, kendi içinde iki bölümden meydana gelmektedir. Bunlardan biri Bolkar Dağları, diğeri ise Aladağlar’dır. Bolkar Dağları, Mersin ile Ereğli arasında güneybatı – kuzeydoğu doğrultusunda uzanan geniş bir kütledir. Üzerinde 3000 m.nin üzerinde birçok zirve bulunmaktadır. Bolkar Dağları’nda 3525 m. yüksekliği ile Medetsiz zirvesi en yüksek noktadır. Bolkar Dağları’nın kuzeydoğusundaki uzantısı olan Aladağlar’da da 3000 m.nin üzerinde birçok zirve yer aymaktadır. Her iki dağ grubunu Niğde–Adana otoban yolu ikiye ayırmaktadır. Aladağlar’ın en yüksek noktası ise 3756 m. ile Demirkazık zirvesidir.

1) BOLKAR DAĞLARI
Medetsiz 3525 m.
Keşif Dağı 3475
İsimsiz zirve 3447 m.
Köpükgöl Tepe 3441
Koyunaşağı Tepe 3426 m.
Tahtakaya Tepe 3372 m.
Eğerkaya Tepe 3347 m.
Dekekköprüsü Tepe 3337 m.
Köpüktaş Tepe 3324 m.
Erkaya Tepe 3308 m.
Tekebaşı Tepe 3294 m.
Geyikdede Tepe 3277 m.
Karatepe 3266 m.
Kızıldokot Tepe 3250 m.
Bozkaya Tepe 3229 m.
Göllücebaşı Tepe 3133 m.

2) ALADAĞLAR
Demirkazık  .................................  3756 m.
Kaldı .............................................  3736 m.
Kızılkaya ......................................  3725 m.
Emler ............................................  3723 m.
Kızılyar .........................................  3654 m.
Gürtepe .........................................  3630 m.
Sematepe .......................................  3623 m.
Özgüdek (H 4).............................. 3620 m.
Çağılınbaşı ....................................  3612 m.
Akıntepe (H 3).............................. 3610 m.
Torasan .........................................  3584 m
Alaca ..............................................  3582 m.
Kocasarp .......................................  3570 m.
Vay-Vay .......................................  3563 m
Eznevit ..........................................  3550 m.
Boruklu ........................................  3548 m.
Sulağankaya .................................   3530 m.
Beşparmak Sivrisi ........................  3520 m.
Direktaş .........................................  3510 m.
Ortadağ .........................................   3500 m.
Cebelbaşı .......................................  3474 m.
Karasay .........................................  3472 m.
Güzeller .........................................  3461 m.
Yıldızbaşı ......................................  3454 m.
Sıyırmalık (C1) .............................  3426 m.
Küçük Demirkazık .......................  3400 m.
Kücük Cebel .................................  3350 m.
Lahitkaya ......................................  3100 m.
Parmakkaya ..................................  2650 m.
Kaletepe ........................................  2150 m.

GÜNEYDOĞU TOROSLAR
Güneydoğu Toroslar, kabaca Malatya’nın güneyinden başlayıp Şemdinli’ye kadar uzanan uzunca bir dağ sırasıdır. Hakkari bölgesine kadar yükseltiler 2000 – 2500 m. civarında parçalı bir biçimde seyreder. Hakkari bölgesine gelindiğinde bu dağ sırası birden dikkat çekici bir şekilde yükselir. Güneydoğu Toroslar’ın bu bölgedeki bölümüne Hakkari Dağları adı verilmektedir.
Kuzeybatı–güneydoğu doğrultusunda uzanan bu dağ sırası, birbirini takip eden başlıca iki bölümden meydana gelmektedir. Daha batıda olan silsileye Cilo Dağları, bunu takip eden ve daha doğuda bulunan silsileye ise Sat Dağları adı verilmektedir. Her iki dağ grubunu birbirinden, Zap Suyu’nun kollarından biri olan Avarobaşin Deresi (Bey Deresi) ayırmaktadır. Bu bölümde dağ sırasının kuzeyinden güneyine geçişi sağlayan Yüksekova ve Dağlıca (Oramar) arasında ulaşımın yapıldığı bir karayolu bulunmaktadır.

CİLO DAĞLARI
1)      Uludoruk (Reşko, Gelyaşin)  4136 m.
2)      Erinç Tepe (Suppa Durek, Buzul)  4116 m.
3)      Bobek 3980 m.
4)      Köşe Direği 3918 m.
5)      Poyraz Tepe (Maunsell) 3900
6)      Kadın Parmağı 3858 m.
7)      Kurt Dağı (Kisara) 3752 m.
8)      Gelyano 3650 m.
9)      İsimsiz zirve 3626 m.
10)  Kayacan 3607 m.
11)  Türkünal 3540 m.
12)  Sümbül Dağı 3467 m.
13)  İsimsiz zirve 3360 m.
14)  Kandal Dağı 3300 m.
15)  Özdirek (Belkiz) 2743 m.
16)  Derikun  ?

SAT DAĞLARI
1)      Çatalkaya (Samdi) 3794 m.
2)      Öztepe 3675 m.
3)      Kesmetaş Tepe (Göl Dağı) 3540 m.
4)      Gevaruk Tepe 3535 m.
5)      Terazin 3481 m.
6)      Çapa Dağı 3474 m.
7)      Uyanık Tepe 3410 m.
8)      Küllahcı Tepe 3396 m.
9)      İsimsiz zirve 3396 m.
10)  İsimsiz zirve 3328 m.
11)  Ögütçen 3311 m.
12)  İsimsiz zirve 3303 m.
13)  Sat Başı 3206 m.

TÜRKİYE’NİN EN YÜKSEK ZİRVELERİ

1)       5165 m. Büyük Ağrı Dağı (Volkanik) (Ağrı)
2)       4136 m. Uludoruk (Reşko, Gelyaşin) (Cilo Dağları)
3)       4116 m. Erinç Tepe (Suppa Durek, Buzul) (Cilo Dağları)
4)       4058 m. Süphan Dağı  (Volkanik) (Van)
5)       3980 m. Bobek (Cilo Dağları)
6)       3932 m. Kaçkar Dağı  (Kaçkar Dağları)
7)       3918 m. Köşe Direği  (Cilo Dağları)
8)       3917 m. Erciyes Dağı (Volkanik) (Kayseri)
9)       3900 m. Poyraz Tepe (Maunsell) (Cilo Dağları)
10)   3896 m. Küçük Ağrı Dağı (Volkanik) (Ağrı)
11)   3860 m. Sönmez Tepe  (Kaçkar Dağları) 
12)   3858 m. Kadınparmağı  (Cilo Dağları)
13)   3803 m. Ülker Tepe  (Kaçkar Dağları)
14)   3807 m. Mor Dağ  (Yüksekova’nın kuzeydoğusunda)
15)   3800 m. Kordovit Dağı (Kaçkar Dağları)
16)   3794 m. Çatalkaya Zirvesi (Samdi) (Sat Dağları)
17)   3760 m. Gez Tepe (Kaçkar Dağları)
18)   3756 m. Demirkazık Zirvesi (Aladağlar)
19)   3752 m. Kurt Dağı (Kisara) (Cilo Dağları)
20)   3752 m. Karadağ  (Hakkari’nin kuzeyi)
21)   3736 m. Kaldı (Aladağlar)
22)   3725 m. Kızılkaya (Aladağlar)
23)   3723 m. Emler (Aladağlar)
24)   3711 m. Mezovit Dağı  (Kaçkar Dağları)
25)   3711 m. Verçenik Dağı (Kaçkar Dağları)

TÜRKİYE’NİN VOLKANİK ZİRVELERİ
1)       5165 m. Büyük Ağrı Dağı  (Ağrı)
2)       4058 m. Süphan Dağı  (Van Gölü kuzeyi)
3)       3917 m. Erciyes Dağı  (Kayseri)
4)       3868 m. Küçük Ağrı Dağı (Ağrı)
5)       3542 m. Tendürek Dağı (Doğubeyazıt güneybatısı)
6)       3510 m. Muratbaşı Tepesi (Koçbaş Tepe) (Van Gölü kuzeyi Ala Dağlar üzerinde)
7)       3433 m. Köse Dağı (Eleşkir’in kuzeyi)
8)       3351 m. Aladağ  (Muradiye’nin kuzeybatısı)
9)       3289 m. Bozdağ Soğanlı Tepesi (Erciş’in kuzey–kuzeydoğusu)
10)   3268 m. Hasan Dağı  (Aksaray’ın güneyi)
11)   3255 m. Gerdahol Tepe (Diyadin güneyi)
12)   3204 m. Erek Dağı  (Van ili doğusu)
13)   3197 m. Kısır Dağı  (Zuzan Dağı Tepe) (Çıldır Gölü’nün batısı)
14)   3196 m. Hama Dağı (Çengel Dağı, Zor Dağı) Kale T.  Akpınar T. Balık Gölü doğu
15)   3194 m. Bingöl Dağları Kale Tepe (Vorto’nun kuzeyi)
16)   3138 m. Aladağ  (Kağızman’ın batısı)
17)   3063 m. Çakmak Dağı (Mirze Dağı Tepe) (Horasan’ın güneyi)
18)   3054 m. Kabak Tepe (Kars’ın batı–kuzeybatısı)
19)   3050 m. Nemrut Dağı  (Van Gölü’nün batısı)
20)   3026 m. Akbaba Dağı  (Çıldır Gölü doğusu)

Yazan: Yavuz İşçen / Ankara
Ekim 2005

DAĞCILIK TEKNİĞİ

Yazan: Yavuz İşçen

Dağcılık, genellikle ağır yüklerin taşınarak kamplı uzun yürüyüşlerin yapıldığı ve kaya tırmanış etapları ile buzul tırmanış etapları içerebilen amacı dağların zirvesine ulaşmak olan bir spor dalıdır. Bu anlamda çok yüksek kondisyonun yanı sıra bilgi birikimi ve deneyim gerektirir. Dağcılık diğer birçok spor dalıyla kıyaslandığında riskli bir spor dalıdır. Dağcılık sporundaki riskleri en aza indirebilmek için dağcılar zaman içinde değişik teknikler geliştirmişlerdir. Dağcılığın ilk başladığı yıllarda tırmanışı yapan dağcılar birbirlerine iple bağlanıp tırmanışı bu şekilde sürdürüyorlardı. Bu yöntemde en deneyimli dağcı en başta yer alıyordu. Yöntemin avantajı, bir dağcı düştüğünde onun yükü tüm ekibe dağılıyor ve düşen kişiyi kurtarabilmek mümkün oluyordu. Bu yöntem önde giden dağcının ve aynı anda birden fazla dağcının düşmemesi mantığına dayanıyordu. Bu mantığın işlemediği durumlarda yaşanan bir düşme, bütün ekibin ölümü ile sonuçlanabiliyordu. Yaşanan bazı kazalardan sonra bu yöntem terk edildi. Bugün aynı ipe bağlanarak ilerleme tekniği, düşme riskinin fazla olmadığı buzlu bölgelerde ilerlerken ya da sisli havalarda kaybolmamak amacı ile kullanılabilmektedir.


Dağcılar, aynı ipe bağlanma yöntemini bıraktıktan sonra tırmanışın güvenliğini bir ucu yukarıda bir yere çıkartılarak sabitlenmiş, diğer ucu ise aşağıya sarkıtılan bir ip aracılığı ile sağlama yoluna gittiler. Ancak bu yöntemde de ipin ucunun yukarıya güvenli olarak nasıl çıkartılacağı sorunu ile karşı karşıya kaldılar. İpi yukarı bir dağcının çıkartması gerekiyordu. Böylece “lider tırmanıcı” kavramı geliştir. Lider tırmanıcının güvenliği ancak aşağıdan sağlanabilirdi. Lider tırmanıcı “kuşam” adı verilen belindeki emniyet kemerine ipin ucunu bağlayarak tırmanışa başlıyordu. Aşağıda bir dağcı ise ipin diğer ucunu belindeki emniyet kemerine bağlıyor ve yavaş yavaş ip bırakarak liderin tırmanışına olanak sağlıyordu. Lider tırmanıcı çeşitli ara güvenlik noktaları oluşturarak ipi buradan geçiriyor ve tırmanışını sürdürüyordu. Eğer lider tırmanıcı düşerse, aşağıda emniyet alan dağcı ipi hemen gererek sabitliyordu. Bu durumda lider tırmanıcı bulunduğu noktadan son ara emniyet noktasına kadar olan uzaklığın iki katı kadar bir düşme yaşayıp ip üzerinde asılı kalıyordu. Bu nedenle lider tırmanıcı düşme riskinin bulunduğu bölümlerde daha sık ara güvenlik noktaları oluşturarak düşme uzunluğunu azaltmaya çalışıyordu. Bu yöntemle bir ip boyu kadar tırmanış yapıldıktan sonra lider tırmanıcı daha güvenli bir yerde ipin ucunu sabitleyerek aşağıdaki arkadaşlarının tırmanmasını bekliyordu. Aşağıdakiler tırmanırken bu sefer güvenlik yukarıdan benzer şekilde sağlanıyordu. Aşağıdaki dağcılar ipe bağlanarak çıkışlarını sürdürüyorlar ve yukarıdaki dağcı da onlar tırmandıkça ipin boşluğunu alarak onlara yardımcı oluyordu. Tırmanış bu şekilde zirveye ulaşana kadar devam ediyordu. Lider tırmanış biçimi günümüzde de aynı temel mantıkla sürdürülmektedir. Ancak kullanılan sabitleme ve ara güvenlik alma sistem ve malzemeleri çok değişmiştir.

ALPİN TİPİ TIRMANIŞLAR

Sportif anlamda dağcılığın Alplerde başladığı kabul edildiği için dağcılık Alpinizm adı ile de bilinmektedir. Alp dağlarında en yüksek nokta 4807 m. yüksekliğindedir. Dağcılıkta kabaca 3000–5000 m. arası yüksekliklerde sürdürülen tırmanışlar genel olarak Alpin stil ile yapılmaktadır. Alpin stilin en önemli özelliği tüm tırmanış malzemelerinin tırmanıcı ekip tarafından taşınması ve rotaların genellikle bir denemede çıkılmasıdır. Bu tırmanış türünde sabit hatlar kurulmaz. Alpin stil tırmanışın en önemli problemi yüktür. Yükün azaltılabilmesi uğruna bir çok alışkanlıktan vazgeçilmesi ve belli bir tarz oluşturulması gerekmektedir.
Alpin tipi tırmanışlarda kondisyon ve teknik açıdan yeterli, kendi kendine yetebilen 3–4 kişilik ekipler tercih edilmektedir. Yükü minimize edebilmek için çadır yerine bivak, damak zevkimize uymasa bile hafif ve karbonhidrat ağırlıklı kuru yiyecekler, yedekleri olmayan asgari giyim malzemesi gibi bazı yükü azaltıcı uygulamalar yapılır. Ağrı dağı tırmanışları haricinde Ülkemizdeki bütün dağlarda yaz ve kış tırmanışları için en uygun tırmanış tarzı Alpin stil tırmanışlardır. Alpin stil tırmanışlar, kaya, kar–buz ve kaya–buz  (mixed) tırmanış tekniklerini içermektedir.

EKSPEDİSYON TİPİ TIRMANIŞLAR
Yüksekliği 5000 m. den fazla dağlarda özellikle de Türki Cumhuriyetlerdeki 7000 m.lik zirve çıkışlarında ve Himalayalar’da yürütülen etkinliklerde ekspedisyon tipi tırmanışlar yapılmaktadır. Ekspedisyon tipi tırmanışlarda dağa yaklaşım sırasında bir çok ara kamp kurulur yükler taşıyıcı desteği sağlanarak ana kampa ulaştırılır. Tırmanış aklimatizasyon gerektirdiğinden kamp süresi oldukça uzundur. Bu süre 1–3 ay kadar olabilir. Çıkılacak zirveye ulaşabilmek için birçok riskli rota üzerine sabit hatlar kurulur. Bütün bunlar gerçekten uzun zaman ve fazlasıyla yardımcı insan gücü gerektiren işlerdir. Ekspedisyon tipi tırmanışlarda zaman ve paraya bağımlılık vardır. Ayrıca bu tip tırmanışlar alpin stil tırmanış tekniklerinin yanı sıra çeşitli lojistik destekleri de gerektirir. Bu tür tırmanışlarda ekiplerin genellikle uluslar arası bir kimliği olur.

YÜKSEKLİK HASTALIĞI (AKUT DAĞ HASTALIĞI)
Akut dağ hastalığı, bir günde tırmanılan yüksekliğe, tırmanış sırasında harcanan efora ve kişinin özelliklerine bağlı olarak değişik seyirlerde karşımıza çıkmaktadır. Hastalığa yakalanabilecek yeterlikte bir yüksekliğe çıkıldıktan 8 ile 24 saat arasında belirtileri ortaya çıkmaya başlar. Orta yükseklikte yani 3000 m. civarındaki dağlara çıkan dağcıların % 30’unda, 4500 m.nin üzerine çıkan dağcıların ise ortalama % 75’inde görülmektedir.
Hastalığın karakteristik belirtileri, baş ağrısı, iştahsızlık, mide bulantısı ve kusma, halsizlik ve çabuk yorulma, nefes alma güçlüğü, hırıltılı solunum, çok çabuk soluk soluğa kalma hissi, uykusuzluk, yüzde, ayaklarda ve göz çevrelerinde şişmeler, idrar miktarında azalma, gözün ağ tabakasında küçük çaplı kanamalar, dengesizlik ve bilinçsel yeteneklerde zayıflama, baş dönmesi olarak özetlenebilir.
Hastalığın temel nedeni, yüksekliğe bağlı olarak hava basıncının düşmesi ve buna bağlı olarak, havada ve kandaki oksijen miktarının azalmasıdır. Havadaki bu oksijen azalması, zaten yorucu bir fiziki aktivite içersinde olan ve oksijene olan gereksinimi artmış bulunan dağcının karşısındaki en önemli sorundur.
Hava basıncı yaklaşık  her 13 m. yükseklikte bir milibar düşmektedir. Deniz seviyesinde 760 milibar olan hava basıncı, 3000 m.de 523 milibara düşmektedir. Ağrı Dağı’nın zirve yüksekliği olan 5165 m.de hava basıncı deniz seviyesinin yaklaşık yarısına düşmektedir. Bu düşüş, akut dağ hastalığının temelini oluşturur.
Düşen hava basıncına bağlı olarak havadaki oksijen basıncında da bir düşme olur. Bu durum kanda taşınan oksijen miktarını olumsuz etkiler. Vücut daha az oksijenle idare etmek durumunda kalır. Vücut dokularının yetersiz oksijen almasına “Hipoksi” adı verilmektedir. Hipoksi sonucu, solunum ve kalp atış temposu da hızlanır. Buna bağlı olarak solunumla kaybedilen karbondioksit miktarı artar ve kandaki karbondioksit miktarı azalır. Bu duruma “hipokapni” adı verilmektedir. Bu gelişmenin bir sonucu olarak, kandaki alyuvar miktarı artmaya başlar. Bu artış, deniz seviyesine göre iki kat daha fazladır. Kan, daha yoğun bir kıvam alır. Kanın yoğunlaşması, kalp krizi riskinden, akciğer ve beyin ödemine kadar başka bir çok rahatsızlığın nedenini oluşturur. Kalp krizi geçirmiş kişilerin hastalığa neden olabilecek yükseklikteki dağlara çıkmaları ancak doktor kontrolünde gerçekleştirilir. Akut Dağ Hastalığı’nın daha ilerlemiş şekillerinde, akciğer ödemi ve beyin ödemi ile karşılaşılabilir.

TEDAVİ: Bütün dağ hastalıklarında temel tedavi şekli irtifa kaybetmektir. Akut dağ hastalığında eğer rahatsızlıklar ciddi boyutta değilse irtifa kaybetmeksizin ilaçlarla tedavi şekli uygun olabilir. Ancak hasta düzelene kadar yeniden yükselmemelidir. Eğer ilaç tedavisine karşın rahatsızlıklar 24 saat içinde düzelmemişse irtifa kaybetmek gereklidir.

AKLİMATİZASYON
Aklimatizasyon kabaca yüksekliğe uyum sürecidir. Birçok insan 2500 m.ye kadar bir sorun yaşamaksızın çıkabilir. 2500 m.den sonra insanın fizyolojik yapısına bağlı olarak az ya da çok bazı sorunlar görülmeye başlar. 3000 m.den sonra bu belirtiler daha da belirgin hale gelir.          3000 m.nin üzerine çıkan insanların %75’inde yükseklikten kaynaklanan bu belirtilere rastlanmıştır. Eğer 3000 m.de bir ya da iki gün beklerseniz vücudunuz bu yüksekliğe uyum sağlar. Buna aklimatize olmak denir. Dağcılar tırmanışları sırasında aklimatize olmaksızın daha yükseklere tırmanmaya başlamazlar. Aksi durumda yukarıda anlattığımız dağ hastalığa yakalanmak kaçınılmazdır. 

Yazan: Yavuz İşçen / Ankara
Ekim 2005
BÜYÜK AĞRI DAĞI 

TIRMANIŞ NOTLARI (5165 m)

Yazan: Yavuz İşçen

KATILAN KİŞİLER

Ertuğrul Melikoğlu (Rehber), Mustafa Kalaycı (Rehber), Kürşat Avcı, Aslı Avcı, Sefa Kuşakcıoğlu, Durmuş Yalçın, İbrahim Daşkaya, Murat Tiryaki, Alptekin Arat, Muzaffer Tezcan, Aykut Tölegen, Mehmet Hakan Çetin, Mehmet Özan, Mehmet Akgöç, Soley Soyaltın, Mustafa Aygil, Yücel Demir, Nalan Göksu, Ahmet Denk, Yavuz İşçen, Levent Gökkuş, Emre Öztürk

GİDİLEN YER:  Büyük Ağrı Dağı/Doğubeyazıt/Ağrı

GİDİLEN TARİH:  7–14 Temmuz 2001

GİDİŞ ORGANİZASYONU:  Ağrı Dağı’na Explorer organizasyonuna dahil olarak gittik. Doğubeyazıt’tan Eli Köyü’ne kadar olan ulaşım, köyden 3200 m. kampına kadar katırla yük taşıma ücreti, dağa gitmeden önce ve dağdan dönüşte Doğubeyazıt’ta birer gece otelde yarım pansiyon konaklama ve rehberlik ile tüm organizasyon ücreti olarak kişi başı 245.000.000 TL. ödedik. Doğubeyazıt’a gidiş ve geri dönüş ulaşım ücretleri ile dağdaki yiyecekler katılımcılarca karşılandı.

DOĞUBEYAZIT’TA KONAKLAMA: Gidiş ve dönüşte birer gece olmak üzere toplam iki gece Doğubeyazıt’ta iki yıldızlı İsfehan Otel’de kalındı.

ULAŞIM: Ağrı il merkezine 100 km. kadar uzaklıkta bulunan Doğubeyazıt’a karayolu ile gelmek isteyenler, uzun bir yolculuğu göze almak durumundadırlar. Ankara’dan,  Yozgat – Sivas–Erzincan–Erzurum–Ağrı hattını izleyerek Doğubeyazıt’a kadar 1158 km. olan yol, otobüsle 18 saat sürmektedir. Uçakla gelecekler için en uygun seçim Ağrı il merkezine gelmek ve oradan karayolu ile 100 km. daha devam etmektir. Eğer Ağrı uçağında yer yoksa, (bu uçak genellikle doludur, çok önceden yer ayırtmak gerekmektedir) Van il merkezine kadar uçakla gelip, karayolu ile Çaldıran üzerinden de Doğubeyazıt’a ulaşmak mümkündür. Karayolu yolculuğu 164 km.’dir ve yaklaşık 4 saat kadar sürmektedir. Ankara’dan Doğubeyazıt’a otobüsle ulaşım için “Lüks Ağrı Dağı Turizm” firmasını öneririm. Diğerlerinden daha iyi.

DAĞA TIRMANIŞ İZNİ
Dokuz yıl aradan sonra yeniden tırmanışa açılan Ağrı Dağı’na çıkmak izne tabidir. Yabancı uyruklular için bu izin işlemleri oldukça formalitelidir. Türkler için, Ağrı Valiliği ve Doğubeyazıt 34. Mekanize Tugay’a bağlı Jandarma Komando Bölüğü aracılığı ile izin işlemleri halledilmektedir. Ancak önceden tırmanış için bir de yetkili rehber alma zorunluluğu bulunmaktaydı. Bu rehberler yerel ya da Dağcılık Fedarasyonu’na bağlı rehberler olabilmektedir. Bugün bu uygulama muğlak bir durumdadır. Bütün bu uğraşının dışında kalmak isterseniz (bence de en uygun olanı budur) dağa tur düzenleyen güvenilir ve tecrübeli bir organizasyona katılmak en mantıklı yoldur. Bu sizin için hem daha güvenli hem de daha zahmetsiz bir tırmanış ortamı yaratacaktır.

ASKER KORUMASI ZORUNLU
Tırmanış sırasında, dağa giden yol üzerinde bulunan ve önünden geçerken mutlaka durdurulacağınız Jandarma Komando Bölüğü’ne uğramak ve ekibe eşlik edecek askerleri yanınıza almak durumundasınız. Askerlerin koruması olmaksızın dağa kendi başınıza hareket etmeniz yasaktır. Askerler, yaklaşık 14 km. kadar ilerde bulunan Eli Köyü’ne kadar ekiplere eşlik etmektedirler. Buradan sonra, ekipler kendi başlarına hareket ederler, ancak telefon ya da telsiz bağlantısı ile her gün belli aralıklarla durum raporu vermek zorundadırlar. Jandarma Komando Bölüğü’nden her istenildiğinde ekiplere eşlik edecek asker almak mümkün olmamaktadır. Bu nedenle ekiplerin tırmanış programlarında beklenmedik değişiklikler olabilmektedir. Askerlerin eğilimi, örneğin pazartesiden pazartesiye dağa ekip götürmek şeklindedir. Artık onları ikna etmek, yetenekli tur rehberlerinin tatlı diline kalmaktadır.

TIRMANIŞ VE ROTA BİLGİLERİ-DOĞUBEYAZIT
Ağrı Dağı’na şu anda sadece güney-batı rotasından çıkışa izin verilmektedir. Iğdır tarafından da tırmanış rotası açmak için çalışmalar sürdürülmektedir. Güney-batı rotası aynı zamanda dağın klasik çıkış rotasıdır. Bu rotadan dağa çıkabilmek için gelinmesi gereken ilk merkez,  Ağrı iline bağlı Doğubeyazıt ilçesidir. 1650 m. rakımda yer alan Doğubeyazıt, 40 binin üzerinde nüfusa sahip oldukça gelişmiş bir ilçedir.
Dağ için gerekli yiyecek alış-verişinizin büyük bir kısmını buradan karşılayabilirsiniz. Çok özel dağ yiyecekleri haricinde hemen hemen her şeyi burada bulmak mümkündür. Özellikle otobüsle gelecekler uzun yolculuk sırasında bozulabilecek bir takım şeyleri, buradan alabilirler. Doğubeyazıt’ta kalınabilecek birçok otel bulunmaktadır. İsfehan Otel, dağcıların kalmayı gelenek haline getirdikleri bir yer. Bugün özellikle uzun yıllardır dağın turizme kapalı olması sonucu, otel biraz döküntü duruma gelmiş. Ancak dağcıların tarzına alışkın olmaları oldukça önemli. İlçede Deya ve Tat Lokantası ile Manolya Pastanesi’nin ürünleri güzel. Kesinlikle tavsiye ederim. Bir de otelin yan tarafında yolun karşısında küçük bir köfteci var. Dükkanının önüne koyduğu mangalda (Adana kebaba benzer bir şekilde) köfte yapıyor. Acil durumlarda çok işe yarıyor. Köftesi de oldukça lezzetli.


ELİ KÖYÜ
Tırmanışa başlayabilmek için Eli Köyü’ne ulaşmanız şarttır. Doğubeyazıt ile Eli Köyü arası 17 km. kadardır. Eli Köyü’ne gidebilmek için, Doğubeyazıt’ı İran’a bağlayan transit karayoluna çıkmanız ve Gürbulak sınır kapısına doğru ilerlemeniz gerekmektedir. Bu yol, sınıra kadar devam ederseniz 33 km. sürmektedir. Doğubeyazıt çıkışından 3 km. sonra Jandarma Komando Bölüğü’nün önünden geçersiniz. Burası aynı zamanda bir kontrol noktasıdır. Sınıra doğru giden ve sınırdan bu tarafa gelen tüm araçlar ve içindekiler deftere not edilirler. Kontrol noktasından geçip, sınıra doğru 3 km. kadar devam ettiğinizde soldan Topçatan Köyü yolu ayrılmaktadır.
Ana yoldan ayrıldığınız andan itibaren yol topraktır. Köy ana yoldan 1 km. kadar içerdedir. Böylece Doğubeyazıt çıkışından 7 km. sonra Topçatan Köyü’ne (Ganikor) gelmiş olursunuz. Köyün girişinde güçlü bir kaynaktan su çıkmaktadır. Yola devam ettiğinizde Topçatan Köyü’nden 1 km. sonra Gölyüzü Köyü’nden geçilmektedir. Bu köyden 9 km. sonra da Eli Köyü’ne gelinir. Eli Köyü’nün rakımı, 2000 m.’dir. Köy dediğimize bakmayın 3–5 haneden oluşan küçük bir yerdir. Köyde içilebilecek güvenilir bir su kaynağı bulunmamaktadır. Daha yukarıdaki küçük bir su birikintisinden hortumla taşınıp bir tankerde depolanan su kullanılmaktadır. Eli Köyü daha önce bahsettiğimiz Ahmet Çokdin’in (Ahmet Ağa) köyüdür. Dağa tırmanışta eğer yüklerinizi katırla taşıtacaksanız katırları buradan kiralayabilirsiniz. Bunun için Ahmet Ağa ile görüşmeniz gerekmektedir. Tabi ki, katır kiralayabileceğiniz başka yerel kaynaklarda bulunabilir. Bizler bu gezimizde 4200 m. kampına kadar çıkışta ve inişte yüklerimizi katıra taşıttık ve bu iş için adam başı 50 milyon TL ödedik. (katır diyoruz ancak burada at kullanılıyor ve bir at iki kişinin yükünü taşıyabiliyor) Eli Köyü’ne kadar olan yol toprak olmakla birlikte binek otolar da gelebilir. Köye yaklaştıkça tırmanış biraz artıyor. Bizler bu gezimizde bir minibüs ve bir kamyon ile köye kadar geldik. Ağrı Dağı’na tırmanış, Eli Köyü’nden başlar. Buradan itibaren kabaca 3000 m. tırmanılarak zirveye ulaşılmaktadır. Bu 3000 m.lik. bölüm, biner metrelik 3 etap halinde ve 3 günde tamamlanmaktadır. 3200 m. ve  4200 m.’de birer gün kamp yapılır.

I. KAMP YERİ (3200 m)
Eli Köyü’nden sonraki ilk durak, 3200 m. de yer alan ve Yeşil Kamp adı ile de bilinen kamp yeridir. Buranın bir adı da Avdi Hasan Yaylası’dır. Buraya kadar araba yolu devam ediyor. Son 10 yıldır dağa çıkış yasak olduğu için yol, kullanılmamaktan dolayı biraz bakımsız. Ancak iyi bir jeep zorlanmaksızın 3200 m. kamp yerine kadar ulaşabilir.
Askerler Eli Köyü’ne kadar gelen ekiplerin araçlarına eşlik ediyorlar. Eli Köyü’nden sonra ekiplerin araçla devam etmelerine izin verilmiyor. Köyden itibaren yürüyerek devam edilmesi gerekiyor. Ancak askerler geri döndükten sonra, ekipler tekrar araçlara binip gidebildikleri yere kadar araç ile devam etmeyi tercih ediyorlar. Özetle yasak bir şekilde delinmiş oluyor. Askerlerde bu durumu bilmekle ya da tahmin etmekle birlikte fazla üzerinde durmuyorlar.
Eğer Eli Köyü’nden itibaren yürümeniz gerekseydi, bu yol, kamp yükünün katırlarca taşınması durumunda 5 saat kadar sürerdi. Köyden itibaren kuzey yönünde dağa doğru yönelen yol, hafif tırmanış şeklinde devam ediyor. 2800 m.’de İbrahim Kara Yaylası olarak bilinen küçük bir yeşillik alan var. Burada yaz sezonunda yaylacıların çadırları kurulu oluyor. Daha önceki dönemlerde bu yayla, dağa çıkanlara hizmet veren bir düzenlemeye sahipmiş. Burada soğuk içecek vs bulmak mümkünmüş. Buradan itibaren 1 saat kadar daha yüründüğünde 3200 m. kampına varılmaktadır (Bizler bu gezimizde 2650 metreye kadar kamyonla geldik. Bu noktadan yüklerimizi katıra taşıtarak, 1 saat 45 dakika süren bir yürüyüşten sonra kamp yerine ulaştık).
3200 m. kamp yeri, kaya bloklarının ve taşların arasında genişçe düzlük bir alan şeklinde uzanıyor. Yeşil kamp çok sayıda çadır kurulmasına olanak tanıyacak kadar geniş bir yer. Kamp yeri birbirinden 100 m. kadar kot farkı ile ayrılan iki bölümden oluşuyor Manzarasının güzelliği ve derenin kaynağına daha yakın olması nedeni ile üsteki alan tercih edilebilir. (Bizler de burayı tercih ettik.) Kamp yerinin hemen sol bitişiğinde yukarıdan gelen güçlü bir dere var. Bölgede yaz aylarında hayvan otlatıldığı için bu dereye hijyen açısından fazla güvenmemekte yarar var. Dereyi takiben yukarı doğru biraz devam edildiğinde 3400 m. civarında derenin kaynaklandığı kar kütlelerine ulaşılabiliyor. Suyu bu noktaya yakın bir yerden almakta yarar var. Bu derenin en önemli özelliği kar sularının erimesi ile oluştuğu için, hava soğuduğunda kaynağı donuyor ve akışı tamamen kesilebiliyor.  Gece donan kaynak, ancak öğleden sonra, hatta akşamüzeri yeniden açılıyor ve su güçlü bir şekilde akşamüzeri akmaya başlıyor. Bu akış fazla uzun sürmüyor, havanın kararmasını takiben kaynağı donduğu için dere gene kuruyor.

II. KAMP YERİ  (4200 m)
3200 m.’de araba yolu sona ermektedir. Buradan itibaren tırmanış, belirgin bir şekilde devam eden patikaları takiben sürdürülmektedir. Patika 4200 m.’deki kamp yerine kadar sürmektedir. Tırmanışın bu bölümündeki eğim ve patikalar katırların rahatlıkla yük taşıyabilecekleri şekildedir (Bizler 4200 m. kampına kadar yüklerimizi katırla taşıttık). I. Kampın sağından girilen patika, döküntü taşlar arasından ve bir sırt hattını takiben devam etmektedir. Sırt hattının sağında Öküz Deresi Vadisi olarak bilinen ve güney buzul dilinin 4000 m. sınırına kadar indiği büyük ve derin bir vadi yer almaktadır.
3200 m.’den, 4200 m.’ye çıkış, kamp yükünün katırla taşıtılması durumunda 3-4 saat kadar sürebilmektedir (Bizler bu gezimizde bu rotayı 3 saat 45 dakikada çıktık).  Yüksekliğe uyum açısından en çok sorun, bu tırmanış sırasında yaşanmaktadır. 4200 m. kamp yeri, birbirinden 20 m. kadar kot farkı ile arka arkaya dizilmiş iki alandan oluşmaktadır. Büyük hacimli volkanik kayalar arasında adeta sıkışmış gibi görünen kamp yerleri oldukça küçüktür. İki alan toplam 20 kadar çadır alabilmektedir. Bizler kamp yeri olarak aşağıda kalan bölümü daha manzaralı olduğu için tercih ettik. 4200 m. kampından bakıldığında hava açıksa Ağrı Dağı’nın zirvesi görülebilmektedir. Buraya ulaşan ekipler, yüksekliğe uyum sağlayabilme açısından bir gece de burada kaldıktan sonra ertesi gün sabah erkenden tırmanışa başlarlar. 4000 m.’den sonra birçoğumuzun altimetresi iptal oldu. Benim altimetremde “full” şeklinde bir uyarı ortaya çıktı.
Kamp yerinde su ihtiyacı gene eriyen kar sularından karşılanmaktadır. 4200 m. kampının üsteki bölümünün biraz yukarısındaki kar bloğundan eriyen karın oluşturduğu su,  ip gibi ince bir şekilde akmaktadır. Buraya çıkıp sabırla su doldurmak gerekmektedir. Bu kaynak da hava sıcaklığına bağlı olarak donmakta ve kar eritmekten başka çıkar yol kalmamaktadır. Bir başka su kaynağı da Öküz Dere Vadisi içindedir; eğer buraya inip çıkmaya üşenmiyorsanız akar halde su bulabilmek mümkündür. Tırmanış sırasında genellikle kar suyu içildiği için, vücudun tuz ve mineral dengesini korumaya özen gösterilmelidir. Kar suyu hiçbir mineral ve tuz içermediği gibi, içildiğinde vücuttaki tuzu emerek tuz eksikliği yaratır. Buna bağlı olarak vücutta, aşırı yorgunluk, kramplar ve tansiyon düşmesi meydana gelebilir. Bunun için kar suyunu direk içmek yerine, çay yapmak ya da meyve tozları ile karıştırarak kullanmak daha uygundur.

ZİRVE ÇIKIŞI
4200 m. kampında bir gece kalan tırmanışçılar, ertesi gün sabah erkenden zirve çıkışına başlarlar. Zirve çıkışı tek etap halinde yapılır. Zirveye (5165 m.) ulaşıp tekrar kamp yerine geri dönülür. Zirve çıkışı sırasında kamp yükü taşınmadığı için katıra gerek yoktur. Zaten katırların bu etabı çıkmaları da oldukça zordur.
Kamp yerinin hemen üstündeki sırtı takip ederek tırmanış sürdürülür. Belirgin bir patika mevcuttur. Ancak volkanik kaya döküntülerinin arasından geçilen kısa bir bölümde patika gözden kaybolmaktadır. Bizim tırmandığımız dönemde bir gece önce yağan kar, 4650 m.’den sonra patikayı kapattığı için yürüyüş hattı çok belirgin değildi. 4650 m.’de rotayı belirlemek için dikilmiş bir “baba”nın başında ilk molamızı verdik. Bu noktada gerektiğinde bir iki çadır kurulabilecek bir alan var. Daha sonra sırt hattını izleyerek devam eden tırmanış 4750 m.’de gene ufak bir kamp yerinin yanından geçerek devam ediyor. 4900 m.’de Ağrı Dağı’nın sürekli buzulu ile karşılaşılıyor. Buzulun başlangıç yeri bayrak dikilerek işaretlenmiş. Buraya kadar olan tırmanış teknik bir zorluk içermemektedir. Buraya kadar ortalama 4-5 saat süren bir tırmanışla ulaşılabilmektedir.
5122 m.’lik İnönü Zirvesi’nin hemen altında yer alan ve Öküz Deresi vadi buzulunun başlangıç noktası olan bu yerde, buzul üzerinden 100 m. kadar süren bir yan geçiş yapılmaktadır. Bu yan geçiş, kış aylarında sürekli esen sert rüzgarların etkisi ile rotanın cam buz haline dönüşmesi sonucu tehlikeli olabilmektedir. Kış tırmanışları sırasında meydana gelen ve çoğu zaman ölümle sonuçlanan kazaların çoğu bu buzul geçişi sırasında yaşanmıştır. Kış aylarında bu kısım daha teknik tırmanışları gerektirmektedir. Yaz aylarında ise, sert karla kaplı, rahat yürünebilen ve hatta karda ayak izi açılabilen bir yapıda olmaktadır. Bu bölüm geçilirken hangi mevsimde olunursa olunsun kazma ve krampon kullanılması yerinde olur (Bizler bu tırmanışımızda rotanın buz olma olasılığına karşı ip ve buz vidası getirmekle birlikte, rotayı inceledikten sonra bunları kullanmadık. Krampon ve kazmalarımızla geçişi gerçekleştirdik).
Buzul geçişinden sonra, Büyük Plato adı verilen geniş bir düzlüğe çıkılmaktadır. Bu bölümde yer yer derin buz çatlaklarına rastlanabilmektedir. Yağan kar bu çatlakların üzerini kapattığından yürürken dikkatli olunması gerekmektedir. Platodan sonra hafif eğimli az bir tırmanışı takiben zirveye ulaşılmaktadır. Zirvenin hemen altında bir metre yükseklikte buz setleri geçilmektedir. Batı zirvesi de olarak adlandırılan zirvenin en son yapılan ölçümlere göre yüksekliği  5165 m.’dir. Buzul geçişinden itibaren ortalama 1 saat 30 dakika sonra zirveye ulaşılabilmektedir. 4200 m. kampından itibaren zirve tırmanışı ortalama 6-7 saat sürmektedir. Burada verilen tüm süreler ortalama değerler olup, ekiplerin kondisyonlarına, kişi sayısına, hava durumuna ve mevsime göre çok değişebilmektedir (Bizler bu tırmanışımızda II. kamptan 6 saat 30 dakika içinde 21 kişi ile zirveye çıktık). Ağrı Dağı’nın zirvesinden ve daha önceki kamp yerlerinden cep telefonu ile görüşme yapılabilmektedir. Ancak görüşme yapılamadığı zamanlar da yaşanmaktadır. Zirvede zirve defterini göremedik.


GERİ DÖNÜŞ
Geri dönüş rotası, çıkış rotası ile aynıdır. Kabaca çıkışta harcanılan sürenin yarısı kadar, iniş için harcanmaktadır. İniş sırasında ekipler hayli yorgun oldukları için ve zirveye çıkmış olmanın getirdiği gevşeme ile dikkat azalmaktadır. Bu durum olası kazalara davetiye çıkartmaktadır. İnişte, özellikle buzuldan sonraki bölümde taş düşmeleri fazladır. Bu bölümü, kask takarak inmekte yarar vardır.
Zirveden, 4200 m. kampına kadar 3-4 saat arasında inilmektedir (Bizler, 3 saat 20 dakikada II. kampa geri döndük). Kampta bir gece kaldıktan sonra, ertesi gün öğleden sonra Eli Köyü’ne doğru hareket ettik. 4200 m. kampından Eli Köyü’ne iniş ortalama 5 saat kadar sürmektedir.
4200 kampından 3200 kampına iniş ise en çok 2 saat almaktadır (Bizler yükümüzü katıra taşıtarak 1 saat 5 dakikada oldukça hızlı bir tempo ile indik). 3200 m.den Eli Köyü’ne kadar olan mesafe ise ortalama 3 saat kadar sürmektedir. (Bizler yükümüzü katıra taşıtarak 2 saat 20 dakikada oldukça hızlı bir tempo ile indik) Eli Köyü’nden Doğubeyazıt’a ulaşım araba ile yapılmaktadır. 17 km.lik bu yol araba ile 1 saat kadar almaktadır. Dönüş sırasında da askerler köyden itibaren Doğubeyazıt’a kadar ekiplere eşlik etmektedirler.

TIRMANIŞIN ZORLUĞU
Ağrı Dağı’na güney batı klasik rotasından çıkış, teknik bir problem içermemektedir. Ortalama bir kondisyona sahip olan herkes çıkabilir. Ağrı Dağı’nda karşılaşılan ve teorik olarak kısmen bildiğimiz ancak pratik anlamda yabancısı olduğumuz asıl sorun yüksekliğe uyumdur. 5000 m.’lik bir dağa çıkarken, yükseklik hastalığına ilişkin belirtileri yaşamamız kaçınılmazdır. Yükseklik hastalığı, basit sağlık sorunlarından ölümcül rahatsızlıklara kadar değişiklik gösterir. Hepsinde hastalığa neden olan temel olay, düşük hava basıncı nedeni ile havadaki ve dolayısı ile de kandaki oksijen miktarının azalmasıdır.
Ağrı Dağ’ı tırmanışımız sırasında ekipteki hemen hemen herkeste yükseklik hastalığına ilişkin belirtilerin olması, konunun ciddi olduğunu ve üzerinde durulması gerektiğini göstermektedir. 1989 yılında Ağrı Dağı çıkışı sırasında ölen Halil Yeniçıkan’ın ölüm nedeni, dağa çıkış sırasında akciğer ödemi (şişmesi) sonucu dinlenme ihtiyacı ve bunu izleyen hipotermi (donma) olarak belirlenmiştir.
Bu nedenle ekiplerin iyi aklimatize (yüksekliğe uyum sağlamak) olmaları şarttır. Ağrı Dağı tırmanışı öncesi yapılacak 3000 m.’nin üzeri çıkışların yararı olacaktır. Ağrı Dağı tırmanış programının yapılırken, yavaş yavaş yükselmeyi dikkate alacak şekilde düzenlenmesi ve gerekirse 3200 m. kampında 2 gece kalınıp ikinci gün 4200 m.’ye aklimatizasyon çıkışı yapılmalıdır. Bütün bunlara dikkat edilmesi halinde yaşanacak zorluklar en aza indirilebileceği gibi tırmanış da riske edilmemiş olur.

YÜKSEKLİK HASTALIĞI ( AKUT DAĞ HASTALIĞI )
Yükseklikten kaynaklanan hastalıklar, birçok kaynakta “yüksek irtifa hastalıkları” adı altında ele alınmaktadır. Yükseklik ve irtifa aynı anlama gelen kelimeler olduğu için bu kullanım tarzını doğru bulmuyorum (Aynı kavram, “yüksek irtifa ayakkabısı” şeklinde de karşımıza çıkmaktadır). Burada tıp literatüründe, “Akut dağ hastalığı” adı altında incelenen yükseklik hastalığından kısaca bahsetmek istiyorum.
Akut dağ hastalığı, bir günde tırmanılan yüksekliğe, tırmanış sırasında harcanan efora ve kişinin özelliklerine bağlı olarak değişik seyirlerde karşımıza çıkmaktadır. Hastalığa yakalanabilecek yeterlikte bir yüksekliğe çıkıldıktan 8 ile 24 saat arasında belirtileri ortaya çıkmaya başlar. Orta yükseklikte yani 3000 m. civarındaki dağlara çıkan dağcıların % 30’unda, 4500 m.’nin üzerine çıkan dağcıların ise ortalama % 75’inde görülmektedir.
Hastalığın karakteristik belirtileri, baş ağrısı, iştahsızlık, mide bulantısı ve kusma, halsizlik ve çabuk yorulma, nefes alma güçlüğü, hırıltılı solunum, çok çabuk soluk soluğa kalma hissi, uykusuzluk, yüzde, ayaklarda ve göz çevrelerinde şişmeler, idrar miktarında azalma, gözün ağ tabakasında küçük çaplı kanamalar, dengesizlik ve bilinçsel yeteneklerde zayıflama, baş dönmesi olarak özetlenebilir.
Hastalığın temel nedeni, yüksekliğe bağlı olarak hava basıncının düşmesi ve buna bağlı olarak, havada ve kandaki oksijen miktarının azalmasıdır. Havadaki bu oksijen azalması, zaten yorucu bir fiziki aktivite içersinde olan ve oksijene olan gereksinimi artmış bulunan dağcının karşısındaki en önemli sorundur. Hava basıncı yaklaşık  her 13 m. yükseklikte bir milibar düşmektedir. Deniz seviyesinde 760 milibar olan hava basıncı, 3000 m.’de 523 milibara düşmektedir. Ağrı Dağı’nın zirve yüksekliği olan 5165 m.’de hava basıncı deniz seviyesinin yaklaşık yarısına düşmektedir. Bu düşüş, akut dağ hastalığının temelini oluşturur. Vücut daha az oksijenle idare etmek durumunda kalır. Vücut dokularının yetersiz oksijen almasına “Hipoksi” adı verilmektedir. Hipoksi sonucu, solunum ve kalp atış temposu da hızlanır. Buna bağlı olarak solunumla kaybedilen karbondioksit miktarı artar ve kandaki karbondioksit miktarı azalır. Bu duruma “hipokapni” adı verilmektedir. Bu gelişmenin bir sonucu olarak, kandaki alyuvar miktarı artmaya başlar. Bu artış, deniz seviyesine göre iki kat daha fazladır. Kan, daha yoğun bir kıvam alır. Kanın yoğunlaşması, kalp krizi riskinden, akciğer ve beyin ödemine kadar başka bir çok rahatsızlığın nedenini oluşturur. Kalp krizi geçirmiş kişilerin hastalığa neden olabilecek yükseklikteki dağlara çıkmaları ancak doktor kontrolünde gerçekleştirilir. Akut Dağ Hastalığı’nın daha ilerlemiş şekillerinde, akciğer ödemi ve beyin ödemi ile karşılaşılabilir.

TEDAVİ: Bütün dağ hastalıklarında temel tedavi şekli irtifa kaybetmektir. Akut dağ hastalığında eğer rahatsızlıklar ciddi boyutta değilse irtifa kaybetmeksizin ilaçlarla tedavi şekli uygun olabilir. Ancak hasta düzelene kadar yeniden yükselmemelidir. Eğer ilaç tedavisine karşın rahatsızlıklar 24 saat içinde düzelmemişse irtifa kaybetmek gereklidir. Baş ağrıları için Aspirin tavsiye edilmektedir. Doktor tarafından verilecek olan “Asetazolamid” ve “Deksametazon” etken maddeli ilaçlarla yapılan tedavilerin olumlu sonuç verdiği gözlenmiştir. Önemli bir nokta da Akut dağ hastalığına yakalandıktan sonra alkol alımından kaçınmak gerektiğidir (4200 m.’de Tekirdağ’ı götüren arkadaşlara duyurulur).

YÜKSEKLİKTE YAŞANAN AKCİĞER ÖDEMİ
Akciğer Ödemi, akciğere sıvı dolması sonucu nefes almanın zorlaşması durumudur. 2500 ile 3000 m.’nin üzerine ani çıkışlar yapanlarda birkaç gün içinde gelişebilen bir durumdur. Nedenleri ve gelişimi Akut dağ hastalığının aynıdır. Vücut dokularının yetersiz oksijen alması (hipoksi), akciğer damarlarında refleks bir daralmaya yol açmaktadır. Bu daralma akciğer damar sisteminde, bir tansiyon yükselmesine neden olmaktadır. Bu durum yüksekliğe bağlı akciğer ödeminin gelişmesine neden olur. Damarlar içinde artan basınç, damar içindeki sıvıyı, damar dışına sızdırır ve akciğerlerdeki alveoller (hava keseleri) sıvı ile dolmaya başlar. Özetle vücut kendi sıvısı ile boğulmaya başlar. Ölümcül olabilen ciddi bir sorundur. Ölümler 6 ila 12 saat arasında gerçekleşebilir. Aniden ortaya çıkan ve gittikçe şiddetlenen kuru bir öksürük ve nefes darlığı ile hastalık kendisini gösterir. Yüzde, ellerde ve ayaklarda morarmalar görülür. Hırıltılı solunum oldukça belirgin bir hal alır. Öksürükle birlikte beyaz köpüklü bir balgam ortaya çıkar.

TEDAVİ: Yapılacak ilk iş, süratle hastayı aşağılara indirmektir. 300 m.’lik bir iniş bile hastanın durumunda belirgin düzelmeler sağlayabilir. İrtifa kaybı, hastalığın tek tedavisidir. İniş hemen mümkün değilse, hasta sıcak tutulmalı, sıcak içecekler verilmelidir. Hastanın solunumunu rahatlatmak için varsa oksijen takviyesi yapılabilir, yoksa hasta domalmış bir vaziyete getirilir (en uygun anlatım şekli buydu kusura bakmayın) ve hastanın arkasına geçen bir kişi belinin üzerinden hafifçe ve sürekli bastırarak hastanın solunumunu kolaylaştırmaya çalışır. Bu konumda solunum daha rahattır ve akciğerlerdeki sıvı, balgam yolu ile daha kolay dışarı atılabilir. Bu uygulamaya,  5-10 dakika süre ile ve yarım saatte bir tekrarlayarak devam edilmelidir. “Nifedipin” etken maddesine sahip ilaçlar doktor tavsiyesine göre Akciğer Ödemi için dil altı pastili şeklinde kullanılmaktadır.

YÜKSEKLİKTE YAŞANAN BEYİN ÖDEMİ
Daha seyrek görülen bir durum olmakla birlikte, aynı akciğer ödemi gibi, dağ hastalığının ölümle sonuçlanabilen bir türüdür. Vücut dokularının yetersiz oksijen alması (Hipoksi) sonucu beyin kan damarlarından dışarı sıvı sızar ve beyin hücrelerinde şişme meydana gelir. İlk belirtileri, kusma, baş ağrısı, baş dönmesidir. Daha sonra yürümede zorluk ve denge kaybı ve hafıza kaybı başlar. Kısa zamanda hasta temel ihtiyaçlarını karşılayamaz duruma gelir. Halüsinasyonlar görür.

TEDAVİ: Varsa oksijen desteği sağlanmalıdır. Hastanın süratle irtifa kaybetmesi gerekmektedir. Yoksa hasta komaya girer ve arkasından da ölüm gelir. İlaç olarak, “Asetazolamid” ve “Deksametazon” etken maddeli ilaçlar doktor tavsiyesine göre kullanılmalıdır.

YÜKSEKLİĞE BAĞLI OLARAK KENDİMDE GÖZLEDİĞİM RAHATSIZLIKLAR
Tırmanış ekibimizdeki herkes ile bu konuda görüşme yapmamış olmakla birlikte, gördüğüm kadarıyla ekibin hemen hemen tüm üyelerinde Akut dağ hastalığına ilişkin çeşitli rahatsızlıklar bulunmaktaydı. Burada daha çok kendimdeki belirtileri aktaracağım.
Uykusuzluk: 3200 m. kampında bir gece, 4200 m. kampında iki gece olmak üzere dağda toplam üç gece kaldım. Üç gece de doğru dürüst uyku uyuyamadım. 4200 m.’de iki gece hiç uyumadım denebilir. İşin kötüsü dağa çıkmadan önceki gece Doğubeyazıt’ta otelde de uyuyamamıştım. Buna karşın dağda gündüz kendimi aşırı yorgun hissetmedim. Benzer bir uykusuzluğu şehirde yaşasaydım oldukça bitkin düşerdim. Ankara’ya döndükten sonra uzun uzun uyuyup, uykuya doyamamak şeklinde bir duyguya kapıldım.
İştahsızlık: Böyle bir şey benim yaşamımda bugüne kadar hiç görülmemiştir. Dağda özellikle 4200 m.de kendimi zorlayarak yemek yiyordum. Gene kendimi zorlayarak sıvı tüketmeye çalışmakla birlikte normale göre çok az su içtiğimi fark ettim. Zirve çıkışı ve inişi sırasında tükettiğim sıvı 1 litreyi geçmez.
Çabuk yorulma ve nefes nefese kalma: Özellikle 4200 m. kampında çok az efor sarf edilen işleri yaparken bile soluk soluğa kalıyordum. Nefes alıp verme tempom oldukça hızlanmıştı. Bu durum çabuk yorulma ve sık dinlenme ihtiyacını doğuruyordu.
Vücutta su tutulması (Ödem): Zirve dönüşü, 4200 m. kampında sabah kalktığımda yüzümün ciddi şekilde şiştiğini fark ettim. Kırgız ve Moğol karışımı bir görüntü alan suratım, günün ilerleyen saatlerinde biraz normale döndü. Daha sonra Doğubeyazıt’a otele döndüğümüzde ayaklarımın özellikle bilekten aşağı kısımlarının ciddi şekilde şiştiklerini gözledim. Bu arada idrar miktarımda artma vardı. Ankara’ya döndükten sonra yüzümün şişliği büyük oranda geçmişti. Ancak ayaklarımdaki şişlik devam ediyordu. Tartıldığımda 2 kg. fazlam vardı.
Özetle Ağrı Dağı’na gidip tırmanmış ve o kadar efor sarf edip kilo vermeyi umarken 2 kilo alıp Ankara’ya dönmüştüm. Bu kilo fazlam iki gün sonra kendiliğinden (buna idrar yolu ile de denebilir) kayboldu ve normal kiloma geri döndüm. Tabi ki ayaklarımdaki şişlik de geçti. 
Yaşadığım bütün bu rahatsızlıklar, Akut dağ hastalığının klasik belirtilerini oluşturuyor. Her ne kadar ciddi bir sorunla karşılaşmamış olsam da, bütün bunlar dağa çıkış sırasında iyi aklimatize olamadığımı gösteriyor. İşin ilginç ve vahim yanı, durumun böyle olduğunu, yani aslında dağ hastalığına yakalandığımı Ankara’ya geldikten sonra kavramam. Dağda iken, bütün bu rahatsızlıkların farkında olmakla birlikte üzerinde durmamak ve geçer gibi kolaycı bir çözümle geçiştirmek nedense işime gelmişti. Hele zirve çıkışı öncesi kendimi son derece iyi hissediyor ve hem ruhsal hem de fiziksel anlamda hazır ve yeterli buluyordum.

GEZİ GÜNCESİ

6 TEMMUZ 2001
Saat 15.00’da Lüks Ağrı Dağı Turizm firması ile Ankara’dan Doğubeyazıt’a hareket ettik. 22 kişilik tırmanış ekibinin büyük bir çoğunluğu uçak ile Ağrı üzerinden gelmeyi tercih etmişlerdi. Tırmanışa birlikte katıldığımız İstanbul’dan iki arkadaşım, Levent ve Emre, otobüsle gelmeyi planlıyorlardı, ancak Levent son anda aslında beklemekte olduğum bir sürpriz yaptı ve otobüse yetişemeyeceğini, Ağrı uçağında da yer olmadığı için Van uçağı ile bir gün sonra gelebileceğini bildirdi. Emre ise benimle birlikte gelecekti. Ancak otobüs kalkmak üzereydi ve Emre hala ortalıkta yoktu. Nitekim otobüs Emre’siz olarak hareket etti. Sonradan öğrendiğime göre Emre’nin de acil bir işi çıkmıştı ve o da Levent’le birlikte Van uçağındaydı. Otobüste benimle birlikte, aynı ekipten olduğum ancak tanımadığım 6 arkadaş daha vardı (Kürşat, Aslı, Mehmet, Ahmet, Mustafa, Alptekin). Neyse ilk molada tanıştık. Yolculuk 18 saat sonra sabah 8.00’da Doğubeyazıt’ta sonlandı.

7 TEMMUZ 2001
Bizi garajlarda bekleyen servis aracımıza binip İsfehan Otel’e ulaştık. Odalarımıza çıkıp çantalarımızı yerleştirdik. Ahmet ve Mustafa otelde kaldılar. Bizler karnımızı doyurmak üzere çarşı içine çıktık. Manolya Pastanesi’nde kahvaltı yaptık. Biraz tur attıktan sonra dinlenmek üzere otele geri döndük. Bir süre otelde dinlendikten sonra akşamüzeri İshak Paşa Sarayı’nı gezmek üzere taksi ile saraya gittik. Sarayı gezerken Levent’ten telefon geldi ve Doğubeyazıt’a ulaştıkları haberini aldım. Levent ve Emre de sarayı gezmek üzere taksi ile hareket ettiler. Sarayı birlikte bir daha gezdik.
Bu arada Ertuğrul’la birlikte uçakla gelecek olan ekibin diğer üyeleri de Doğubeyazıt’a ulaşmışlar ve ayaklarının tozu ile sarayı gezmeye gelmişlerdi. Biz kendimizi gezme işine epeyce kaptırmış olmalıyız ki, ekibin geri döndüğünü fark etmedik. Neyse oradaki minibüslerden biri ile anlaşıp Doğubeyazıt’a geri dönmeyi becerebildik. Biraz sonra ekip olarak akşam yemeği yiyecek olmakla birlikte karnımızın sesine daha fazla dayanamadık ve otelin karşısındaki köfteciden birer köfte yedik. Daha sonra ekiple birlikte, İshak Paşa Sarayı’nın hemen altında taverna kılıklı içkili bir lokantaya gittik. Burada üç kişi bir ufak rakı ile birlikte hem karnımızı doyurup hem de biraz içki içtik. İlk kez bütün ekip 22 kişi bir araya gelebilmiştik. İşin ilginci bütün ekip içiyordu !. Levent ve Emre’nin Ağrı tırmanışını hayli ciddiye alıp bir aydır içki içmedikleri düşünülürse, dağa çıkmadan bir gece önceki bu içki alemi oldukça anlamlıydı (!) Gece otelde Mehmet ile aynı odayı paylaştık. Yemeği biraz abarttığım için oldukça dolu mide ile yatmak durumunda kaldım. Bu nedenle iyi uyuyamadan sabahı ettim.

8 TEMMUZ 2001
Sabah otelde ekiple birlikte kahvaltı yaptık ve ardından bizi Eli Köyü’ne götürecek olan kamyona doluştuk. Ancak kamyonun arkası çantalarımızla birlikte tüm ekibi almadı. Bunun üzerine ekibin bir kısmı da ayarlanan minibüse bindi ve saat 11.00’da yola çıktık. Ana yol üzerindeki bir benzinciden, benzin ocaklarımız için benzin aldıktan sonra, Jandarma Komando Bölüğü’nün önünde bir süre bize eşlik edecek askerlerin hazır olmasını bekledik. Daha sonra askerlerle birlikte yola koyulduk. Eli Köyü’nde bir süre mola verdik. Askerlerin geri dönmesinden sonra, tekrar araçlarımıza binerek 3200 m. kampına doğru hareket ettik. Köyden çıktıktan az sonra minibüs ilk yokuşta kaldı ve devam edemedi. Minibüsteki arkadaşları kamyona alıp yola devam ettik. 2650 m.’ye kadar kamyonla çıktık. Burada kamyondan inerek bizi bekleyen katırlara çantalarımızı yükledik. Kısa bir moladan sonra saat 15.50 de kamp yerine doğru yürümeye başladık. Saat 17.35’de ilk kamp yerimize ulaştık. Altimetrem 3250 m. gösteriyordu. Kamp yerinin sol yanından güçlü bir dere akıyor. Dereye yakın bir noktaya çadırımızı kurduk. Akşam yemeği ve arkasından çay ve pasta servisinden sonra uyumak üzere çadırlarımıza çekildik. Alerjik nezleme bağlı olarak gelişen burun akıntım bütün gece boyunca devam etti. Tabi ki bana uyku yok.

9 TEMMUZ 2001
Sabah 7.00’da Ertuğrul’un bütün kampı inleten “günaydın” nidasıyla kalkmamız gerektiğini anladık. Kahvaltı hazırlıklarına başladık. Dün akşamüzeri gürül gürül akan derenin yerinde yeller esiyordu. Tamamen kuru bir dere yatağı ile karşı karşıyaydık. Neyse ki 12 lt.’lik. su bidonumuzu dün gece doldurmuştuk. Güzel bir çay demledik. Arkasından kendimizi zorlayarak epeyce bir şeyler yedik.
Kahvaltıyı takiben çantalarımızı toplama girişimlerinde bulunuyorduk ki, sayıları sonradan yaptığımız saptamaya göre 4 tane olan çoban köpeklerinin saldırısına uğradık. Direkt olarak yiyeceklerimizin bulunduğu çantaları hedef alıyorlardı. Öylesine kararlıydılar ki, ne yaparsak yapalım yiyeceklerimizi kurtarabilmek mümkün olamadı. Bugüne kadar birçok köpek saldırısına maruz kaldım. Arkamda kaç tane leş bıraktığımı hatırlamıyorum. Ancak doğrusunu söylemek gerekirse ilk defa böylesine bir olayla karşılaşmaktaydım. Yörede bulunan bütün taşları üç koldan üzerlerine yağdırıyorduk, ancak bana mısın demiyorlardı. En son tombul salamın üzerine kaşar peynirini eritip yemelerini yaşlı gözlerle seyrettik. Bu arada ekibin bazı hayvan sever üyeleri ise gelip yardım edeceklerine, köpeklerden yana saf tutup, ‘yazık değil mi, ne taşlıyorsunuz ?’ diyerek acımızı daha da derinleştirmişlerdi. Taş atmayı bırakmıştık.  4 günlük yiyeceğimizin 4 köpek arasında paylaşılmasını çaresiz gözlerle izliyorduk. Yiyecekler bittiğinde (zaten köpekler de doymuştu) olay mahalline yanaşabildik.
Hasar gerçekten büyüktü. Tüm kahvaltılığımızdan geriye sadece bir kavanoz reçel ile bir kavanoz zeytin ezmesi kalmıştı (bu zeytin ezmesi kavanozu ise aynı gün yüklerin katırla taşınması sırasında kırılacaktı). Bütün ekmeğimizden sadece 1 tanesini, her nedense bırakmışlardı. Köpeklerin taşlanması sırasında, olay mahallinde bulunan, Emre’nin plastik bardağı ve kaşığı da isabet aldığı için kırılmıştı. Daha sonra 4200 m. kampında fark edeceğimiz üzere, isabet alan plastik bidonumuz da delik vardı. Artık olan olmuştu yapacak fazla bir şey yoktu “kol kırıldı, yen içinde kaldı”. Olaydan yıllar sonra Ertuğrul, anılarını tefrika ettiği bir yazısında bütün bu yaşananları, “ilahi adalet” olarak yorumlayacaktı (!)
Saat 9.00’da kamp yerinden ayrılarak bir üst kampa doğru yürümeye başladık. 4000 m. civarına gelmiştik ki, yavaş yavaş başlayan dolu yağışı, saat 12.45’de, 4200 m. kamp yerine ulaştığımızda kar tipisine dönüştü. Bu aslında hepimiz için bir sürprizdi. Tipi altında çadırlarımızı kurduk ve kendimizi içine zor attık. Bir süre yattıktan sonra dışarıdan, tipinin geçtiği yolunda duyumlar almamız üzerine çadırdan çıkıp yemek hazırlıklarına giriştik.
4200 m. kampına gelirken bizim bütün yiyeceğimizi bir araya topladığımız, aslında kayınvalideme ait olan bir seyahat çantası vardı. Bu çanta, ilahi adalet gereği, katırdan düşmüş ve dağılmıştı. Zaten çoğunu köpeklere kaptırdığımız yiyeceklerden kalanlar etrafa saçılmış ve sonradan katırcılar tarafından poşetlere toplanarak bir araya getirilmişti. Bu bir araya getirilme işlemi sırasında bazı yiyeceklerimiz yok olmuş, bazıları ise kırılmıştı. Köpek olayından sonra yiyecek konusunda ikinci darbeyi yemiştik. Bütün yemek planlarımız ve benim Ankara’da özene bezene hazırladığım günlük yiyecek listeleri iptal olmuştu. Artık elimizde ne varsa onu yiyecektik. Aslına bakarsanız elimizde de doğru dürüst bir şey kalmamıştı.
4200 m. kamp yerinin sanırım en kötü çadır yeri bize aitti. Bu çadırın ise en kötü yerinde ben yatıyordum. Bütün gecem, sürekli üzerime devrilen Emre ve Levent ile mücadele etmekle geçti. Bu mücadeleyi biraz savsakladığım anlarda, Emre ile aramızda karımı kıskandıracak bir yakınlaşma başlıyordu. Anlayacağınız üzere geceyi gene hiç uyumadan geçirdim.

10 TEMMUZ 2001
Saat sabahın sanırım 4’ü idi. Ertuğrul kendine has günaydını ile tüm ekibi kaldırdı. Yanılmıyorsam zirveye çıkacaktık. Kahvaltı yapmadan olmazdı. Çay demlendi ve zorlanarak bir şeyler yenildi. Saat 5.25’de zirveye doğru yürüyorduk. 4650 m.’de bir mola, 4750 m.’de bir mola derken 4900 m. buzulun başına kadar geldik. Ekip kask takmamıştı. Bizler ise mağaracı ekolden geldiğimiz için olacak 4200 m.’den beri kaskla tırmanıyorduk. Ekibin yürüyüş temposu yavaş denebilecek bir tarzda idi. Böylece hiç zorlanmaksızın buraya kadar ulaştık. Buzul geçişi öncesi, kuşamlarımızı kuşandık. Tozluk ve krampon taktık, kazmalarımızı çıkarttık. Rahat bir şekilde buzulu geçip, saat 12.05’de zirveye çıktık. 25 dakika kadar zirvede kutlamalar ve sponsor firmaların bayraklarının dikilmesi ile oyalanıp 12.30’da inişe başladık. Buzulu geçip 4900 m. başına geldiğimizde, kuşamları, tozluğu ve kramponları çıkartıp, kazmalarımızı sırt çantalarımıza bağladık. Burada, ekip taş düşmelerine karşı kaskları kafalarına taktı ve inişe devam ettik. Saat 15.50’de kamp yerine geri döndük.
Zorlanmadan zirve yaptık dediğime bakmayın aslında hepimiz yorulmuştuk. Çadıra çekilip bir süre yattık. Uyuyanlar uyudu tabi, bende gene tık yok. Akşamüzeri zar zor kalkıp son kalan makarnamızı, bir gün önceki bulaşığı yıkanmamış çorba tenceresinde pişirip yedik. Daha sonra uzun ve uykusuz bir gece daha geçti.

11 TEMMUZ 2001
Sabah kendimizi zorlayarak bir şeyler yedik. İştahım iyi değildi. Baştan beri Ertuğrul’un hazırladığı programa bakıp kendi kendimize sorduğumuz soruyu, sanırım Ertuğrul’a sorma zamanı gelmişti. Ertuğrul, havanın kötü gitme ihtimaline, ya da başka olumsuzluklara karşı önlem olması açısından zirve için 3 gün ayırmıştı. Ancak ilk gün zirve yapılması durumunda kalan günlerde ne yapacaktık? Doğrusunu söylemek gerekirse, 4200 m. kampında 2 gün daha beklemek, ya da tekrar zirve yapmak bana hiç de mantıklı görünmüyordu. Neyse ki, Ertuğrul sabah çadırımıza uğrayıp hem sağlık sorunlarımızla ilgilendi, hem de biz ona sormaya fırsat bırakmadan sorumuzun cevabını verdi. İsteyenler Doğubeyazıt’a geri dönebilecekti.
22 kişilik ekibimiz, 11-11 ortadan ikiye ayrıldı (Dağda kalan 11 kişi, sonradan öğrendiğimize göre canları sıkıldıkça zirve yapmışlar) Doğubeyazıt’a dönen 11 kişi ise, 7 ve 4 olarak bölündüler. 7 kişi bir minibüs kiralayıp Van ve çevresini gezmeye giderken, içinde benim de bulunduğum 4 kişi Ankara’ya dönmeye karar verdiler.
4200 m. kampından Eli Köyü’ne kadar yüklerimizi taşıtmak için gene katır kiralamaya karar verdik. Saat 13.45’de katırcıların gelmesi ve çantaların yüklenmesini takiben köye doğru inişe başladık. Bu sefer, katırcıların çantalarımıza verebilecekleri zararı en aza indirebilmek için, bizler de onlarla aynı hızda inmeye başladık (çıkışta bunu yapabilme imkanımız yoktu). Saat 14.50’de 3200 m. kampına ve 17.10’da da Eli Köyü’ne vardık. Ahmet Ağa’nın jeep’ine 11 kişi sığdık. (!) Çantalarımızı da jeepin arkasındaki römorka yükleyip saat 18.30’da Doğubeyazıt’a ulaştık. Sabah yediğimiz iki parça şeyle duruyorduk. Daha çantalarımızı otele çıkartmaksızın hemen, otelin karşısındaki köfteciden birer köfte yedik. Arkasından otele çıkıp duş, temiz çamaşır vs. ile kendimize geldik. Gece 11 kişilik ekibimizle Tat Lokantası’na gidip yemek yedik. Daha sonra da Manolya Pastanesi’ne gidip üzerine tatlılarımızı yedik ve otele geri döndük. Neyse ki iştahım normale dönmüştü. Van’a gidecek arkadaşlarla vedalaşıp odalarımıza çekildik. Dört günden sonra ilk defa güzel bir uyku uyudum.

12 TEMMUZ 2001
Sabah otelde kahvaltı yaptıktan sonra 12.15’de kalkacak olan Meteor Turizm’in otobüsü ile 4 kişi Ankara’ya hareket ettik. 18 saatlik kötü bir yolculuktan sonra, 13 Temmuz sabahı Ankara’ya ulaştık.

Yazan: Yavuz İşçen / Ankara
Temmuz 2001

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder