MAĞARACILIK (SPELEOLOJİ)
Yazan: Yavuz İşçen
Mağaraları keşfetmek,
yeraltındaki gelişim şekillerini incelemek, haritalarını çıkarmak ve mağara
üzerinde jeolojik, hidrojeolojik, arkeolojik ve biyolojik her türlü bilimsel
çalışmayı yürütmek olarak özetleyebileceğimiz mağaracılık, bilimsel çalışma
ortamının yanı sıra son yıllarda özellikle ülkemizde sportif yanıyla da ön
plana çıkmıştır.
Yeraltında kayaçlar içinde insan
girişine olanak verecek şekilde genişlemiş doğal yeraltı boşlukları olarak
tanımlayabileceğimiz mağaraları araştırmak gerçekten zor ve özverili bir çalışmayı
gerektirmektedir. Yeraltında ilerlemek her şeyden önce tam karanlık bir ortamda
çalışmak demektir. Mağaracılar bunun için özel aydınlatma araçları
kullanmaktadırlar. Mağara içinde ilerlemek çoğu zaman dik uçurumlardan aşağıya
ipler ve özel malzemeler yardımı ile inmeyi, kimi zaman yeraltı dereleri
üzerinde şişme botlarla ilerlemeyi, kimi zaman üzerinize dökülen büyük
şelalelerin altında çalışmayı, kimi zamansa su altına tüple dalarak mağaranın
su altındaki karanlık dehlizlerini araştırmayı gerektirmektedir. Bütün bunlar
gerçekten zor ve takım çalışmasını şart koşan uğraşlardır. Mağaracılık bu
nedenle aktivite yanı çok baskın olan kolektif bir doğa sporudur.
BİR MAĞARANIN
ARAŞTIRILMASI
Mağaracılıkta temel amaç bir
mağaranın bütün yönleriyle araştırılmasıdır. Bu araştırmanın ilk adımını
mağaranın yeraltında izlediği yolun ortaya çıkartılması oluşturur. Sportif
mağaracılık daha çok bu ilk aşama üzerinde şekillenir. Sportif mağaracılıkta
amaç mağaranın sonuna ulaşmaktır. Yani nasıl dağcılar zirveye çıkıyorlarsa
mağaracılarda mağaranın sonuna ulaşmayı hedeflerler. Mağaracılar açısından
mağaranın sonuna ulaşmak, bütün kolları ile birlikte mağaranın keşfini
tamamlamak anlamına gelir. Bir mağara, ana galeri olarak adlandırabileceğimiz
asıl kolun yanı sıra birçok yan kollardan oluşur. Ana galeri ve buna bağlanan
bütün yan kolların araştırılması ve ortaya çıkartılmasıyla ilk adım tamamlanmış
olur.
Mağaracılıkta ikinci adım
mağaranın haritasının çıkartılmasıdır. Ana galeri ve ona bağlı yan kollar,
mağara haritacılığı tekniği ile ölçülür. Bu ölçümler daha sonra evde masa
başında bazı hesaplamalar ve buna bağlı yapılan çizimler ile harita haline
dönüştürülür. Ancak bu söylendiği kadar kolay bir uğraş değildir. Üzerinde
çalışılan mağaranın zorluk derecesine göre haritanın çizimi bazen yılları
alabilir.
Mağaracılığın üçüncü adımını
mağara içindeki diğer bilimsel çalışmaların tamamlanması oluşturur. Mağaranın
jeolojik ve hidrojeolojik açıdan araştırılması konunun uzmanlarınca yürütülür.
Bazı mağaralar arkeolojik açıdan önem taşıyan buluntulara sahip olabilir. Eğer
bu tür bir mağaraya girilmişse buluntuların arkeologlar tarafından incelenmesi
ve ön araştırma raporlarının tutulması sağlanır. Mağara içinde yapılacak
biyolojik araştırmalar ise gene konunun uzmanı kişilerce sürdürülür. Bütün
mağaralarda bazı canlı türleri yaşarlar ancak bir de çok özelleşmiş mağara
canlıları vardır. Bu canlıların incelenmesi ayrı bir uzmanlık alanıdır.
Bilimsel araştırmaların da tamamlanması ve raporlarının tutulmasıyla birlikte
incelenen mağara tam anlamıyla sonlandırılmış olur.
TEMEL MAĞARACILIK MALZEMELERİ
Mağaracılık, bilimsel adı ile
speleoloji dünyada geniş ilgi bulmuş bir alandır. Ülkemizde de son yıllarda
hızlı bir gelişim göstermektedir. Yeraltında sürdürülen etkinliklerin yarattığı
tedirginliğin yanı sıra karşılaşılan güçlükler, mağaracıların özel eğitim
almalarını ve özel bazı donanımlara sahip olmalarını gerekli kılmaktadır.
Araştırılması çok kolay olan mağaraların yanı sıra gerçekten çok zor olan
mağaralar da bulunmaktadır.
Mağaracılıkta karşılaşılan ilk
zorluk karanlıktır. Mağara karanlığı ışığın sıfır olduğu hiç ışıksız bir
ortamdır. Böyle bir ortamda uzun süre bulunmak iyi bir aydınlatma aracına sahip
olmakla mümkündür. Sizi yarı yolda bırakacak bir aydınlatma aracı mağaradan
çıkamamanız anlamına gelir. Dışardan yardım gelmediğinde bu ölümle eş
anlamlıdır. Mağaraya define aramak için giren ve el fenerinin pili bittiği için
çıkamayan bazı kişilerin iskeletlerinin çok sonraları bulunduğu bir gerçektir.
Mağaracılıkta kullanılan aydınlanma araçlarının başında karpit lambaları ve
pilli ya da akülü lambalar gelir.
Karpit Lambaları
Mağaracılar aydınlanmayı
sağlayabilmek için aynı eski madencilerin yaptığı gibi karpit lambaları
kullanırlar. Eski madenciler diyoruz çünkü karpit lambaları 1900-1940 yılları
arasında madenlerde kullanılıyordu. Daha sonraları madenlerde bu lambaların
yerini pilli ve akülü lambalar aldı. Ancak mağaracılar bu geleneksel lamba
çeşidini kendilerine göre nedenlerle terk etmediler. Karpit lambaları uzun süre
bitmeksizin yanmaları, çok ekonomik olmaları, homojen ve iyi bir aydınlatma
sağlamaları nedeniyle mağaracılar arasında günümüzde de tercih edilmektedirler.
Karpit lambalarının kendilerine göre dezavantajlı yanları bulunmakla birlikte
avantajlı yanlarının ağır basması ve dezavantajlı yanlarının aynı anda pilli
lamba kullanılarak giderilebilmesi bu lambaların günümüzde de kullanımının
devam etmesinin nedenleri arasındadır.
Karpit lambalarının en önemli dezavantajı
alev esasına göre çalıştığı için sulu ortamlarda, özellikle de yukardan
mağaracının üzerine su döküldüğü şelale inişleri ya da çıkışları sırasında sönmesidir. Diğer bir eksi yanı da
ip inişleri sırasında dikkatsiz davranılması durumunda alevin ipi yakma
olasılığının bulunmasıdır. İpin yanması kopma ve düşme anlamına geldiği için
böyle bir durumda hayati tehlike söz konusudur. Günümüzde mağaracıların
kullandığı aydınlanma donanımı kaska monte edilmiş manyetolu olarak
ateşlenebilen bir karpit lambası ve onun altında pille çalışan gene kaska monte
edilmiş bir kafa lambası şeklindedir. Mağaracılar şelale ve ip inişleri
sırasında karpiti söndürüp pilli lambayı kullanırlar. Diğer durumlarda da pilli
lambayı söndürüp karpiti yakarlar. Kaska monte edilmiş pilli lamba aynı zamanda
hem yedek lamba işlevi görür hem de ışığı bir noktaya toplamak gerektiğinde
yakılarak uygun aydınlanma sağlanabilmesine olanak verir. Karpitte bunu
yapabilme imkanı bulunmaz. Mağaracılar bu ikili sisteme ek olarak ayrıca bir de
yedek seyyar pilli kafa lambası bulundururlar. Bu yedek lamba genellikle
sırtlarındaki ufak çantada taşınır ve duruma göre çıkartılıp kullanılabilir.
Özet olarak bir mağaracı mağarada üç adet aydınlatma aracı taşır. Tabi ki
kullanılan pilli lambaların yedek pilleri ve yetecek miktarda yedek karpit her
mağaracının çantasında bulunması gereken diğer malzemelerdendir. Yedek pil ve
karpitlerin özellikle sulu mağaralarda su ve nemden etkilenmelerinin önüne
geçebilmek için su geçirmeyen özel muhafazalar içinde çantada taşınması
gerekmektedir.
Karpit Lambasının Yapısı ve
İşleyişi
Bütün karpit lambaları iki
bölümden oluşurlar. Birinci bölüm üstte bulunan su haznesi, ikinci bölüm ise
altta bulunan karpit haznesidir. Birbirinden ayrılabilen bu bölümler içlerine
su ve karpit koyulduktan sonra vidalı kapak sayesinde sıkıştırılarak
birleştirilirler. Su haznesinin gevşetilebilen ya da sıkıştırılabilen ve suyun
istenilen hızda karpitin üzerine damlamasına sağlayan bir vanası bulunur.
Karpit haznesinin ise bir hortum aracılığı ile dışa açılan ve meme tabir edilen
başlıkla son bulan bir bölümü vardır. Suyun karpitin üzerine damlaması asetilen
gazı açığa çıkartır. Bu gazın en önemli özelliği yanıcı olması ve yanarken
parlak bir alev çıkartmasıdır. Karpit haznesinde biriken asetilen gazı
hortumdan geçip memenin ucuna gelir ve buradan düzgün şekilde dışarı çıkar.
Memenin ucu ateşlendiğinde mum alevi büyüklüğünde bir alev oluşur. Mağaracılar
bu alevi özel bir donanım ve yansıtıcı ayna ile birlikte aydınlanma aracı
olarak mağarada kullanırlar.
Karpit haznesinin içine koyulan
karpit, haznenin yarısını kaplayacak miktarda olmalıdır. Ayrıca karpiti direk
haznenin içine koymak yerine eski bir kadın çorabının içine yerleştirdikten
sonra hazneye koymak filtre etkisi yarattığı için olası tıkanmaları
engellemekte ve yanma sonrası karpiti hazneden çıkartırken de kolaylık
sağlamaktadır. Yarıya kadar doldurulmuş bir karpit haznesi ile mağara içinde
5-6 saat aydınlanmak mümkündür. Günümüzde mağaracılar Petzl firmasının ürettiği
karpit ve aydınlanma donanımlarını kullanmaktadırlar.
Bu donanımların ülkemizde
bulunmadığı yıllarda mağaracılar bu donanımın biraz ilkel bir biçimini
kendileri üretirlerdi. Bunun için sanayiden metal madenci karpit haznesi, işçi
bareti, 30 cm
boyunda 10’luk bakır boru, 1.5
metre boyunda bahçe sulama hortumu, birkaç kelepçe ve
bir de metal parlak çay tabağı almak gerekiyordu. Gerisi tornavida ve pense ile
halledilebiliyordu. Önce karpit haznesinin memesi sökülüyor ve bu meme bakır
borunun bir ucuna hava sızdırmayacak şekilde monte ediliyordu. Daha sonra
memenin söküldüğü yere hortum takılıp kelepçe ile sabitleniyordu. Hortumun
diğer ucuna ise bakır boru takılıp gene kelepçe ile sabitleniyordu. Bu sistem
en son olarak barete monte edilince işlem tamamlanmış oluyordu. Metal parlak
çay tabağının ne işe yaradığına gelince, önce biraz çekiçle dövülüp uygun şekle
getirildikten sonra alevli kısmın tam arkasına gelecek şekilde barete vida ile
monte ediliyordu. Böylece aleve ayna görevi yapıp daha çok aydınlanma
sağlanabiliyordu.
Pilli Aydınlanma Aletleri
Mağaracılar genellikle iki tip pilli lamba kullanırlar.
Bunlardan biri kaska monte edilmiş olan ve kaskın arkasında pil yuvası bulunan
genellikle Petzl firmasının ürettiği hologene ampullü odaklama özelliği bulunan
lambalardır. Bu lambaları yakabilmeniz için üzerindeki bileziği döndürmeniz
gerekmektedir. Bu bilezik aynı zamanda ışığın odaklama durumunu da ayarlamanıza
yarar. Eğer bileziği fazla döndürürseniz ışık tek bir noktaya toplanır. Az
döndürürseniz daha geniş bir alanı aydınlatır. Mağaracıların kullandığı bir
diğer lamba ise gene aynı firma tarafından üretilen aynı özelliklere sahip
standart kafa lambalarıdır. Mağaracılar bunların su geçirmez tiplerini tercih
ederler. Bu lambaları mağara dışında kampta da rahatlıkla kullanabilirsiniz.
Mağaracılar bu ikinci pilli lambayı tamamen yedek olarak emniyet amacıyla
çantalarında bulundururlar. Kullandığınız pilli lambaların hangi ampul tipi ile
ne kadar süre yanabileceği bu lambaların kataloglarında belirtilmektedir. Bu
sürelerin bilinmesinde yarar vardır. Böylece pilin ne kadar dayanacağını
hesaplar ve yanınıza ona göre yedek malzeme alabilirsiniz. Genel olarak
mağaracıların kullandığı hologene ampullü Petzl kafa lambaları, bir takım pil
ile sürekli yakıldıklarında 3-6 saat arası yanarlar.
Kask
Mağaracıların temel malzemelerinden birisi kasktır.
Mağaracılıkta kafanın korunması çok önemlidir. Bu nedenle mağaraya kasksız
girilmez. Zaten aydınlatma donanımları da kaska bağlı oldukları için isteseniz
de bunu başarmanız zordur. Mağaralar yerine göre çok dar pasajlardan oluşurlar.
Bu gibi yerlerde mağaracılar çoğu yerde sürünerek ilerlerler. Bazen de çok dar
deliklerden geçmek durumunda kalırlar. Bütün bu işler karanlık ortamda
yapıldığı için aydınlatma donanımlarınız ne kadar iyi çalışırsa çalışsın zaman
zaman kafanızın üzerini göremezsiniz. Buna ilaveten hiç hesaplamadığınız bir
anda kafanızı bir sarkıta veya kayaya çarpma olasılığınız çok fazladır. Taş
düşmelerini de buna ilave edebiliriz. Bütün bu riskleri göz önüne aldığımızda
kaskın mağaracılıkta kullanılan en önemli malzemelerden biri olduğunu
söyleyebiliriz.
Tulum ve Çizme
Bir mağaracı için çamur olmazsa olmaz öğelerden biridir.
Hatta camia arasında evinde buzdolabının içinde çamur izine rastlanmayan
kişinin mağaracılığı kuşku ile karşılanmaktadır. Mağaracılar yeraltı
derelerinin izini sürerken yer yer çok çamurlu bölgelerden geçerler. Öyle ki
ortam bir bataklığı aratmayacak yoğunluktadır. Çamurun yanı sıra çoğu zaman diz
hizasının altında yeraltı suları içinde yürünür. Durum böyle olunca mağaraya
girmek için bizim lağımcı çizmesi dediğimiz kauçuk çizmeler ve bütün vücudu
kapatan su geçirmez bir tulum ideal giysileri oluşturur.
Küçük Sırt Çantası
Genellikle mağaracılar sırtlarında küçük bir sırt çantası
alarak mağaraya girerler. Mağarada kullanılacak sırt çantaları hacim olarak 25-30 litre civarında
olmalıdır. Daha büyük çantalar dar pasajlardan geçerken sorun olurlar. Hatta bu
büyüklükte çantaları bile bazen çıkartıp ilerlemek gerekebilir. Mağara
çantalarının sağlam ve suya dayanıklı olanları tercih edilmelidir. Sırt
çantasının içine yedek kafa lambası, yedek piller, yedek karpit, içerde
acıktığınızda atıştırabileceğiniz enerji verici yiyecek bir şeyler ve içecek su
ya da meyve suyu gibi şeyler koyulabilir. İçerde kalınacak süreye bağlı olarak
çantanızda yer kaldıysa giyecek ek kuru bir şey bulundurmak yararlı
olabilir.
Şişme Bot ve Yardımcı İpler
Fosil mağara olarak adlandırılan yeraltı su sistemi ile
hiçbir bağlantısı bulunmayan mağaralarda şişme bot kullanımını gerektirecek bir
durumla karşılaşılmaz. Eğer girilen mağara aktif mağaraysa yani içinden yeraltı
deresi geçiyor ya da bir yerinde yeraltı suyu sifon yapıyorsa, bu tür
mağaralarda şişme bir bot ilerleyebilmeniz için şart olabilir. Böyle mağaralara
girerken ekipte bir ya da iki şişme bot bulunması gerekir. Mağarada kullanılan
şişme botlar çok büyük olmamalıdır. En çok iki kişiyi taşıyabilecek büyüklükte
botlar idealdir. Çünkü daha büyük botu hem yanınızda taşıması zor olur hem de
büyük bir bot dar geçitlerden ilerlemenize olanak vermeyebilir. Mağara
botlarının oldukça sağlam yapılı olması ve küçük seyyar küreklerinin bulunması
dikkat edilmesi gereken özelliklerdir. Bu kürekler ince iplerle bota bağlı
olarak bulundurulmalıdırlar. Ülkemizde mağaracılar uzun yıllar Rus malı iki kişilik
botları bu amaçla kullanmışlardır. Sanırım hala da kullanılıyor. Şişme botla
birlikte ince ama sağlam ipler de gerekmektedir. Bu ipler botu bağlamak, geri
çekmek gibi amaçlarla çok gereksinim duyulan malzemeler arasındadır.
MAĞARA NEDİR? VE NASIL
OLUŞUR?
Mağara, yeraltında kayaçlar içinde insan girişine olanak
verecek şekilde gelişmiş doğal boşluklara veriler isimdir. Bu kelime Arapça
“magare” ya da “mağare” sözcüğünden dilimize girmiştir. Kayaçların içinde doğal
boşluklar oluşabilmesi için bir aşındırma ya da erime ve ardından çökme olması
gerekmektedir. Doğada aşındırma elemanları olarak dalga, rüzgar, buz, lav gibi
etkenler sayılabilir. Örneğin ülkemizde de bulunan deniz mağaralarının çoğu
dalga aşındırması sonucu oluşmuşlardır. Ülkemizde rüzgar buz ve lav gibi
etkenlerin aşındırması sonucu oluşmuş mağaralara rastlanmazken erime sonucu
oluşmuş mağaralar bir hayli fazladır. Hatta bu mağaraların tüm mağaralarımızın
%98’lik bölümünü kapsadığını söyleyebiliriz.
Erime kavramını biraz açarsak,
başta kireçtaşı olmak üzere alçıtaşı, dolimit gibi bazı taşlar yüzey sularının
etkisi ile zaman içinde erirler. Bu erimenin yeraltında yarattığı boşluk
tavanın çökmesi sonucu genişler ve yeraltında daha büyük boşluklar meydana
gelir. Bu boşluklara mağara adını veriyoruz. Ülkemizde özellikle kireçtaşı
içinde oluşmuş birçok mağara bulunmaktadır. Su (H2O) ve kireçtaşının (CaCO3)
birleşimi sonucu uygun koşullarda gelişen erime olayı kireçtaşı ile kaplı
arazilerde bir çok değişik yüzey şekillerinin oluşmasına neden olur. Bu yüzey
şekillerinin tümü karstlaşma olarak adlandırılır. Mağaralar da bu yüzey
şekillerinden biridir. Ülkemizde karşılaşacağımız çoğu mağara karstik
mağaralardır.
Kast Nedir? : Karst
adlandırması, ilk kez Yugoslavya’nın Trieste bölgesinde kireçtaşı ile kaplı
bölgeye verilen addan esinlenerek kullanılmıştır. Bu adlandırma sonradan benzer
arazi biçimleri için kullanılan bir tanımlama biçimine dönüşmüştür. Bu
tanımlamaya göre karst, kimyasal çözünmeden fazlasıyla etkilenen kayalar ve
özellikle de kireçtaşı ile kaplı arazilerde yüzey sularının yeraltına geçişi
sırasında yaşanan çözülme ve yeniden çökelme süreçlerinin bir ürünü olarak
oluşan özel arazi şekillerine verilen bir addır.
Karstlaşma bölgedeki yağışlardan
ve bitki örtüsünden fazlasıyla etkilenir. Ayrıca tüm kireçtaşı araziler her
zaman karstik yapı ortaya çıkarmazlar. Karstik yapının oluşabilmesi
kireçtaşının direnci saflık ve sertliği ile de yakından ilgilidir. Saf ve
yumuşak kireçtaşlarında karstlaşma belirgin değildir. Bunun yanı sıra kireçtaşı
kaplı arazinin faylı ve kırıklı bir yapı gösteriyor olması karstlaşmayı
hızlandırıcı etki yapmaktadır.
Yeryüzüne düşen yağış atmosferden
geçerken ve toprağa düştükten sonra yeraltına sızarken bünyesine karbondioksit
alır. Bu karbondioksit suda erir ve karbonikasit (H2CO3) oluşur. Karbonikasit
aslında hepimizin bildiği gazlı içeceklerde bulunan kabarcıklardır.
Karbonikasitli su kireçtaşını etkiler ve onun kristal yapısını fiziksel olarak
parçalar. Bu parçalanma kireçtaşının erimesi anlamına gelir ve kireçtaşı
araziler üzerinde ya da içinde erimenin yarattığı kanallar, boşluklar oluşmaya
başlar. Bu boşluklar oluşan reaksiyonun süreklilik göstermesi sonucu büyür ve
ilerler. Zamanla tavanda meydana gelen çökmeler sonucu daha geniş galeriler ve
tüneller oluşur. Bir mağaranın oluşumu binlerce hatta milyonlarca yıl
sürebilir. Tecrübeli bir mağaracı suyun mağara içindeki izlediği yolu
belirleyerek mağaranın nasıl geliştiğini kolaylıkla anlayabilir.
Mağaralarında aynı canlılar gibi
bir ömürleri vardır, doğarlar, gelişirler duraklar ve ölürler. Bir mağara yüzey
suları ile bağlantısı herhangi bir nedenle kesildiğinde gelişimini durdurur. Ve
bir duraklama dönemi başlar. Bu şekilde duraklama dönemine girmiş mağaralara
“fosil” mağara adı verilmektedir. Fosil evresinde bulunan mağaralar bu dönemin
sonunda yan duvarların ya da tavanın göçmesi sonucu yıkılarak ömürlerini
tamamlarlar. Yeraltı su sistemi ile bağlantısı kesilmemiş olan mağaralar ise
“aktif sistem” ya da “aktif mağara” olarak adlandırılırlar.
MAĞARA İÇİ OLUŞUMLAR
Mağaraların içleri gerçekten
görsel açıdan anlatılmaz güzelliklerle doludur. Bir mağaranın içini gezmek bu
bakımdan sanki bir masal dünyasında dolaşmaya benzer. Mağaraların içlerinde en
çok rastlanan oluşum tiplerinin başında hepimizin bildiği sarkıt ve dikitler
gelir. Ancak mağara içi oluşumlar sadece sarkıt ve dikitlerle sınırlı değildir.
Sarkıt ve dikitlerin birleşmesi ile oluşan sütunlar, Pamukkale’de yer üzerinde
gördüğümüz travertenler, bir insanı rahatlıkla yutabilecek boyutlarda içi sulu
dolu cadı kazanları, mağara incileri, kristalize oluşumlar, pasta kreması tipi
travertenler, perde oluşumları, bacalar ve üzerinde botla gezilebilen göller
gibi mağarayı süsleyen ve ona karakterini veren doğal birçok güzellik bulunur.
Kendine özgü bir yapılanma biçimi olan ve başka hiçbir ortamda bir benzeri
bulunmayan bu güzelliklerin tümüne birden mağara içi oluşumlar adı
verilmektedir.
Mağaraların içinde böylesine
ilginç oluşumların gelişmesine neden olan şeyin ne olduğu çoğu insan tarafından
merak edilmektedir. Aslında bu yukarda anlatmaya çalıştığımız mağaranın oluşum
sürece içinde yaşanan kimyasal reaksiyonlar ile yakından ilişkilidir.
Karbonikasidin kireçtaşını çözmesi reaksiyonu basit ve tek yanlı bir süreç
değildir. Bu süreç basınç ve ısı değişikliklerine bağlı olarak ters yönlü de
işleyebilir. Yani bünyesinde erimiş halde kireçtaşı bulunan sudan
karbondiyoksit (CO2) kaybı sonucu kireçtaşı (CaCO3) çökelebilir. Bu çökelen
kireçtaşları tavandan aşağıya doğru sarkıtların oluşmasına neden olur.
Sarkıtlardan yere damlayan sulardaki kireçtaşının çökelmesi sonucu da yerden
dikitler yükselmeye başlar. Bazen bu reaksiyon o kadar şiddetlidir ki sarkıt ve
dikitler belli bir zaman içinde birleşirler ve sütun denilen oluşum şeklini
ortaya çıkartırlar. Bir mağaranın zenginliği oluşumlarının çeşitliliği ile
yakından bağlantılıdır.
TÜRKİYE’DEKİ KARSTİK ALANLAR
Ülkemiz karstik alanlar açısından
oldukça geniş bir dağılıma sahiptir. Toplam topraklarımızın %40’lık bölümü
karstik arazilerden oluşmaktadır. Karstik bölgelerin kapladığı alanlara
bakılarak ülkemizde birçok mağara bulunduğu tahmin edilmektedir. Tahminlere
göre yurdumuzda 35-40 bin adet mağara olabileceği öngörülmektedir. Ülkemizde
kireçtaşı karstı en çok Akdeniz bölgemizde Orta ve batı Toros dağları üzerinde
gelişmiştir. İl olarak söylersek, Adana, Mersin, Antalya, Muğla ve daha içerde
bulunan Isparta, Burdur, Konya, Karaman illerimiz karstlaşmanın yoğun olduğu
illerimizdir. Anamur yakınlarındaki Peynirlikönü düdeni (-1429 m ) ve Isparta
ilimizdeki Pınargözü Mağarası (15
km ) gibi ülkemizin en derin ve en uzun mağaraları da bu
bölgede yer almaktadır. Peynirlikönü Mağarası dünya derinlik sıralamasında şu
anda 12. sırada yer almaktadır. Bu bölgenin yanı sıra Karadeniz bölgemizde
Zonguldak, Kastamonu, Sinop arası, Trakya bölgemizde Kırklareli’nin
kuzeybatısı, Doğu’da Şanlıurfa’nın güneyi, Diyarbakır-Mardin arası, Eruh Şırnak
arası gibi bölgelerimiz de karstik açıdan zengin bölgelerimizi oluşturur.
TÜRKİYE’NİN EN DERİN MAĞARALARI
1- Peynirlikönü Düdeni
(Anamur/İçel) – 1429
metre
2- Çukurpınar Düdeni
(Anamur/İçel) – 1190
metre
3- Kuyukale (Dedegöl/Isparta) – 832 metre
4- Pınargözü Mağarası
(Yenişarbademli/Isparta) + 720
metre
5- Subatağı Düdeni
(Yahyalı/Kayseri) – 643
metre
6-Sütlük Subatanı (Pozantı/Adana)
– 640 metre
7-Derme Düdeni (Beşkonak/Antalya)
–550 metre
8- Akarca Düdeni (Akseki/Antalya)
– 430 metre
9- Düdenyayla Düdeni
(Beyşehir/Konya) – 416
metre
10- Atlılar Düdeni (Gözne/İçel) –
410 metre
11- Camlıköy subatanı
(Pozantı/Adana) – 379
metre
12- Bucakalan Mağarası (Akseki/Antalya)
– 345 metre
13- Düdencik Düdeni
(Akseki/Antalya) – 330
metre
14- Sakaltutan Düdeni
(Akseki/Antalya) – 303
metre
15- Sakaltutan Deliği
(Akseki/Antalya) –302 metre
16- Dağlı Kuylucu
(Cide/Kastamonu) – 280
metre
17- Kalp Kapo Obruğu
(Gündoğmuş/Antalya) – 261
metre
18- Ilgarini Mağarası
(Cide/Kastamonu) – 250
metre
19- Felengi Mağarası
(Altınekin/Konya) – 245
metre
20- Gölcük Düdeni (
Seydişehir/Konya) – 245
metre
TÜRKİYE’NİN EN UZUN MAĞARALARI
1- Pınargözü Mağarası
(Yenişarbademli/Isparta) 15.000
metre
2- Tilkiler Düdeni
(Manavgat/Antalya) 6650
metre
3- Kızılelma Mağarası (Zonguldak
merkez) 6630 metre
4- Mencilis Mağarası
(Safranbolu/Zonguldak) 5350
metre
5- Ayvaini Mağarası (Bursa
merkez) 4866 metre
6- İkigöz Mağarası
(Çatalca/İstanbul) 4816
metre
7- Altınbeşik Mağarası
(Akseki/Antalya) 4500
metre
8- Maraspoli Mağarası
(Ermenek/Konya) 3750
metre
9- Çukurpınar Düdeni
(Anamur/Antalya) 3500
metre
10- Gökgöl Mağarası (Zonguldak
merkez) 3350 metre
11- Dupnisa Mağarası
(Demirköy/Kırklareli) 3150
metre
12- Gürlevik Mağarası
(Taşkale/Karaman) 2500
metre
13- Susuz Mağarası
(Seydişehir/Konya) 2303
metre
14- Balatini Mağarası
(Beyşehir/Konya) 2030
metre
15- Körükini-Suluin
(Derebucak/Konya) 1936
metre
16- Adlerhorst Mağarası (Antalya)
1804 metre
17- Bursa Mağarası (İnigöl/Bursa)
1750 metre
18- Kazandere Mağarası (
Kırklareli) 1684 metre
19- Ayvacık Subatanı
(Salihli/İzmir) 1579
metre
20- Gölcük Düdeni
(Seydişehir/Konya) 1565
metre
DÜNYANIN EN DERİN MAĞARALARI
1- Lamprechtsofen (Avusturya)
–1632 metre
2- Gouffre Mirolda (Fransa) –1610
metre
3- Jean-Bernard (Fransa) – 1602 metre
4- Torca del Cerro (İspanya) – 1589 metre
5- Pantijukhina (Gürcistan) –1508
metre
DÜNYANIN EN UZUN MAĞARALARI
1- Mammoth Cave (ABD) 571.317 metre
2- Optimisticheskaja (Ukrayna) 212.000 metre
3- Jevel Cave ( ABD) 195.615 metre
4- Hoelloch (İsviçre) 182.540 metre
5- Lechuguilla Cave (ABD) 170.269 metre
TÜRKİYE’DE MAĞARACILIĞIN TARİHÇESİ
Türkiye’de bilinen ilk mağara
araştırmasını Avusturya asıllı jeolog Abdullah beyin 1869-1870 yılları arasında
Küçükçekmece gölünün yaklaşık 2
km . kadar kuzeyindeki Yarımburgaz Mağarası’nda yaptığı
araştırmalar oluşturur. Bu inceleme o dönemde çıkan bir tıp dergisinde “Bir
mağara nasıl tetkik olunur ve Yarımburgaz Mağarası’nı ziyaret” adı ile
Fransız’ca olarak yayınlanmıştır.
Daha sonraki dönemde ülkemizde
sürdürülen mağaracılık etkinlikleri arasında 1919 yılının temmuz ayında
İtalyanların Antalya ilimizin yaklaşık 45 km . kuzeyinde bulunan Kocain Mağarası’nı
keşfetmeleri ve bu mağara içinde sürdürülen arkeolojik araştırmalar gelir.
İtalyanlar 1918 yılında itilaf devletleri ile Osmanlı devleti arasında imzalanan
Mondros Mütarekesi sonrası 1919-1921 yılları arası bölgeyi işgal etmişlerdir.
Bu işgal dönemi sırasında Kocain Mağarası’nda araştırmalarda bulunmuşlardır. Bu
araştırmalar 1923 ve 1924 yıllarında arkeolog Giuseppe Moretti imzasıyla
Annuario Della Scuola Archeologica di Atene adlı yıllıkta yayınlanmıştır.
1921 yılında Harun Reşit Kocacan
adlı araştırmacımızın ülkemizdeki mağaralar üzerinde çalıştığı bilinmektedir.
Cumhuriyet sonrası 1927 yılında yine Yarımburgaz Mağarası’nda yapılan
araştırmalar bulunmaktadır. Bu araştırmalar, İstanbul Üniversitesi Fen
Fakültesi zooloji profesörlerinden Raymond Hovasse tarafından yürütülmüştür.
Profesör Hovasse Yarımburgaz Mağarası’nda yaşayan canlılar üzerine biyolojik
bir çalışma yapmıştır.
1935-1939 yılları arasında Dil
Tarih Coğrafya Fakültesi Profesörlerinden Cemal Arif Alagöz ülkemizde çeşitli
araştırmalar sürdürmüştür. Profesör Alagöz daha çok Zonguldak ilimiz ve çevresi
ile Toroslar’da bazı mağara araştırmalarında bulunmuştur. Bu araştırmaları 1944
yılında “Türkiye Karst Olayları Hakkında Bir Araştırma” adı altında bir kitap
olarak yayınlanmıştır.
1938 yılında Prof. Dr. Şevket
Aziz Kansu mağaralarımızı prehistorik açıdan ele almış ve Ankara Demirözü
Mağarası ve çevresinde araştırmalarda bulunmuştur. Bu mağara içindeki ilk
araştırmalar ise 1945 yılında Prof. Dr. Kılıç Kökten tarafından yapılmıştır.
1949-1950 yıllarında İsveç’li
K.Lindberg ülkemizdeki mağaralarda yaşayan canlılar üzerine bir araştırmada
bulunmuştur. Bu araştırmaları 1952-1954 yılları arasında Fransız’ca olarak
“Annales de speleologie” adlı Fransa Milli Speleoloji Komitesi yayın organında
yayınlanmıştır. 1955 yılında Konya ilimizin Ermenek ilçesinde bulunan Maraspoli
Mağarası üzerinde çeşitli araştırmalar sürdürülmüştür. Bu araştırmalar
ülkemizde günümüz mağara araştırmalarının öncüsü sayılabilecek ilk çalışmaları
oluşturur. Maraspoli Mağarası jeolog Dr. Temuçin Aygen tarafından mağaranın
hidrojeolojik incelemesinin yapılması şeklinde gerçekleşmiştir. 1955-1964
yılları arasında geçen 10 yıllık dönemde Dr. Temuçin Aygen’in kişisel
gayretleri sonucu Türkiye’de 100 kadar mağaranın incelemesi
gerçekleştirilmiştir. Dr. Temuçin Aygen bu çalışmalarını dönemin çeşitli yerli
ve yabancı yayın organlarında yayınlayarak ülkemizde mağaracılığın duyulması
adına çok önemli bir misyonu yüklenmiştir. (Dr. Temuçin Aygen’i 26 Ocak 2003
tarihinde 81 yaşında kaybettik.)
MAĞARABİLİM (SPELEOLOJİ) NEDİR?
Mağaracılığın sportif bir uğraş
ya da hobi olarak ele alınabilecek bir yanı olmakla birlikte, bilimsel açıdan
incelenmesini gerektiren birçok özelliği de bulunmaktadır. Mağaralarda yapılan
bilimsel çalışmalar sonucu, mağarabilim anlamına gelen speleoloji ortaya
çıkmıştır. Speleoloji kısaca, mağaraların jeolojik, hidrojeolojik, minerolojik,
biyolojik, arkeolojik, paleolontolojik, pleoantropolojik yöntemler kullanılarak
incelenmesi çalışmalarının tamamını kapsayan bir disiplin olarak
tanımlanabilir.
Speleoloji kelimesi ilk olarak
Emile Riviere tarafından Yunan’ca bir sözcükten türetilmiştir. Yunan’ca
spelaion (mağara) ve logos (bilim) kelimelerinin birleşiminden meydana gelen
speleoloji dünyadaki en genç bilimlerden biridir. Speleoloji son 30 yıl içinde
ciddi birçok ilerlemeler kaydetmiştir.
Speleoloji sayesinde dünyamızın milyonlarca yıl süren evrimi içinde nasıl bir
gelişim gösterdiği, jeolojik formasyonun biyoloji ve farklı disiplinleri nasıl
etkilediği gibi birçok konudaki düşüncelerimiz gelişme kaydetmiştir. Yeraltı su
sistemleri, bunların oluşumları, karstik şekillenmeler konusunda yapılan
hidrojeolojik incelemeler tatlı su kaynaklarının en verimli şekilde kullanımını
gündeme getirmiştir. Mağaralarda sürdürülen arkeolojik araştırmalar insanın
geçmişini kavrayabilmemiz açısından çok önemli bulguların gün ışığına çıkmasını
sağlamıştır.
Ülkemizde mağara araştırmalarının
tarihçesine baktığımızda, başlangıçta mağaracılığın tamamen bilimsel bir tarzda
ele alındığını görürüz. 1870’li yıllardan hemen hemen 1950’li yıllara kadar bu
şekilde devam etmiştir. 1950’lerden itibaren mağaracılığın sportif olarak ya da
turizm kapsamında değerlendirilmeye başladığını görüyoruz. Bu tarihten itibaren
mağaracılığın bilimsel yanının ikinci planda kalması yapılan araştırmalarda
devlet desteğinin azalmasıyla yakından ilişkilidir.
Ülkemizde speleolojik
araştırmalar, başlangıç dönemi göz ardı edilirse yeni yeni gelişme
kaydetmektedir. Bu tür çalışmaların devletin maddi desteği ile yürütülebilmesi
son yıllarda speleolojik araştırmaların üniversite bünyesinde oluşturulacak
birimlerce ele alınmasını daha uygun hale getirmiştir. Bir bölgede yürütülecek
mağara araştırması için öncelikle bölgenin jeolojik ve topografik bilgilerinin
oluşturulması gerekmektedir. Daha sonra yapılacak çalışmaları yürütebilecek
konusunda uzman bir kadro gereklidir. Elde edilecek verilerin incelenmesi,
ulusal ve uluslar arası çevrelere duyurulması gibi çalışmalar akademik bir
çalışma birimini şart koşmaktadır.
SPELEOLOJİNİN TARİHÇESİ
Speleoloji dünyada 1700’lü
yılların ortalarından itibaren gelişme göstermiştir. Bilimsel anlamda ilk
araştırmalar, 1743 yılında Nagel’in Morovya’da kot farkı olarak 136 metre derinliği
bulunan Macosha uçurumuna inmesiyle başlamıştır. 1770 yılında Lloyd
İngiltere’de Derbyshire’de Eldon-Hole Mağarasına girmiştir. 1774 yılında Alman
Esper Almanya’da bazı mağaralarda bulduğu büyük hayvanlara ait kemikleri
incelemiş ve bunların bugün nesli tükenmiş bazı hayvan türlerine ait olduğu
görüşünü ortaya atmıştır.
1800’lü yıllarda da speleolojik
incelemeler sürdürülmüştür. Bu yıllarda özellikle Avusturya’lı mağaracıların
1840 yılında Tiryeste şehrinin su ihtiyacını karşılamak amacıyla –322 metre
derinliğe sahip Trebiciano Mağarasına araştırmaları ve 1854’de Owen ile 1897’de
Hovey ve Ellsworth Call’ın Amerika’daki ünlü Mammoth Cave’de yürüttükleri
çalışmalar dikkat çekicidir.
Ancak dünyada speleolojinin
gelişiminin daha çok Fransız jeolog ve coğrafyacı Eduart Alfred Martel ile
başladığı kabul edilir. Martel tüm yaşamını mağarabilimin gelişimine adayarak
50 yıldan fazla bir zaman dilimi içinde yürüttüğü araştırmalarda birçok
mağaranın incelemesini yapmıştır. Dönemin teknolojisine uygun dikey mağaracılık
teknikleri geliştirerek birçok dikey mağaraya girmiştir. 1895 yılında Fransa’da
ilk speleoloji derneğini kurmuştur. Derneğin yayın organında mağaralarla ilgili
birçok bilimsel makale yayınlamıştır.
Martel’den sonra da mağarabilim
hızı bir gelişim göstermiştir. 1935-1946 yılları arasında Robert de Joly, dikey
mağara iniş ekipmanları içinde önemli bir işlev görmüş olan ilk çelik merdivenleri
yapmış ve bunlarla bir çok araştırma yürütmüştür. Bu merdivenler iki sıra çelik
tel arasına yatay olarak sabitlenmiş alüminyum çubuklardan oluşmaktadır. Bu
çelik merdivenler ikinci dünya savaşı sonrası yıllarda hızlı bir gelişme
yaşayan dikey mağara inişlerinde adeta yeni bir dönem başlatmıştır. Örneğin
1963 yılında dünya derinlik sıralamasında birinci konumda bulunan Trou du Glaz
mağarasının araştırılabilmesi bu merdivenler sayesinde yapılabilmiştir.
Günümüzde artık mağara araştırmalarında çelik merdivenler kullanılmamaktadır.
Mağaracılar daha sonra çok daha farklı dikey mağaracılık teknikleri
geliştirmişlerdir.
BİOSPELEOLOJİ
Birçok bilim
dalını içeren speleolojinin konularından önemli bir tanesini de mağaralarda
yaşayan canlılar oluşturur. Bilindiği gibi mağaralarda çeşitli canlılar
yaşamaktadır. Mağaraların en belirgin özelliği olan ışık yokluğu, besin
kıtlığı, yüksek nem oranı ve neredeyse sabit sayılabilecek ısı burularda
yaşayan canlıların bu ortama adapte olabilmeleri sorununu doğurmuştur. Mağara
yaşamına adapte olmuş mağara canlıları mağara ekosisteminde meydana gelebilecek
en ufak bir değişimden fazlasıyla etkilenirler. Bugün biospeleoloji denilen
bilim dalı, mağaralarda yaşayan canlı türleri ve bu türlerin geçirmiş olduğu
evrimle uğraşmaktadır.
Biospeleolojik
bilgiler yaşadığımız dünyanın daha anlaşılabilir kılınması için gereklidir.
Mağaralara çeşitli nedenlerle giren canlıların yanısıra, mağara yaşamına adapte
olmuş canlılar da bulunmaktadır. Genel bir sınıflandırmaya dayanarak troglobit
adını verdiğimiz bu canlıların özelliklerinin araştırılması, insanlığın
evrimini daha iyi anlayabilmemiz açısından önemlidir. Biospeleolojik
araştırmalar, mağara canlı türlerinin saptanmasının yanı sıra bu türlerin
özelliklerini, yaşama şartlarını, üreme şeklini, beslenmesini v.b. tüm
özelliklerini saptamayı gerektirmektedir. Bunu gerçekleştirebilmek için mağara
içinde değişik mevsimlerde yapılacak ölçüm ve gözlemlerle veri toplamak,
deneyler yapmak zorunludur. Bu şartlarda bir mağaranın biospeleolojik incelemesinin
yapılması yıllar sürecek titiz ve bilimsel bir çalışmayı öngörmektedir.
MAĞARA CANLILARI
Mağaralarda birçok
canlı yaşamaktadır. Bunlar mağara içinde toprak yüzeyinde, guano (yarasa
gübresi) üzerinde, toprağın altında, yeraltı suları içinde yaşayan çeşitli
canlı türleridir. Bütün bu canlılar gösterdikleri ortak özelliklere göre şu
şekilde sınıflandırılabilirler.
1-Misafir mağara
canlıları (Trogloxen)
2-Mağara seven
canlılar (Troglofil)
3-Gerçek mağara
canlıları (Troglobit)
Misafir mağara canlıları: Bu canlılar kendi içlerinde kara canlıları
ve suda yaşayanlar olmak üzere iki ana grupta ele alınabilirler. Kara canlıları
içinde mağarayı sığınak olarak kullanan bazı hayvan türlerine rastlamak
mümkündür. Bunların başında çok eski dönemlerden beri mağaraları
kullandıklarını bildiğimiz ayılar gelir. Ayıların mağaranın iç bölümlerinde ve
özellikle en derin kısımlarında kış uykusuna yattıkları bilinmektedir. Ayılar
sanıldığının aksine mağaranın giriş ağzını değil içini kullanırlar. Porsuk,
tilki, çakal, kirpi ve yeraltı faresi gibi bazı hayvanların da mağaraları
kullandıkları olmaktadır. Kara hayvanlarının yanısıra, yeraltı derelerinin bazı
su canlılarını mağaraların içine kadar taşıdığı gözlenmiştir. Balıklar,
kertenkeleler, semenderler, kurbağalar, su yılanları gibi bazı hayvanlara
mağara içinde sularda rastlanabilmektedir. Bu canlıların çoğu mağaradan tekrar
çıkamaz. Dışarı çıkmayı başarabilenler yaşar diğerleri ise genellikle ölürler.
Bu canlıların çok azı mağara hayatına uyum sağlayabilir ve yaşantısını devam
ettirebilir.
Mağara seven
canlılar: Bu canlıların ortak
özellikleri mağara içinde belli bir dönem yaşayabilmekle birlikte yaşamlarını
devam ettirebilmeleri için mağaranın dışına çıkma ihtiyacı hisseden canlılar
olmalarıdır. Bu canlılara en iyi örnek uçan memeli olarak da
tanımlayabileceğimiz yarasalardır.
Yarasalar: Mağara canlısı denildiğinde herkesin aklına
gelen ilk hayvan olan yarasalar, gecelemek ya da kışı geçirmek gibi
gereksinimlerle mağaraları kullanırlar. Ancak özellikle kış uykusu sonrası
beslenmek amacıyla dışarı çıkmak durumundadırlar. Yeryüzünde yaşayan yarasa
türlerinin hepsi mağaraları kullanmaz. Mağara yaşantısına adapte olabilmiş bazı
türler mağaralarda yaşarlar. Yarasalar genellikle mağaranın en derin
kısımlarında koloni halinde bulunurlar. Yarasalarla ilgili olarak ülkemizde
bilinen inanışların çoğu doğru değildir. Kan emici (vampir) yarasalar ülkemizde
yoktur ve sadece Güney Amerika’da yaşarlar. Özellikle kan emici türlerin kuduz
mikrobu taşıyıcısı oldukları bilinmektedir.
Tüm yarasa
çeşitlerinin %70’lik bir bölümü böcek yiyerek beslenir. Sinekler,
sivrisinekler, ve gece uçan diğer böcek türleri yarasaların yiyeceğini
oluştururlar. Yarasalar gece aktif olan canlılardır. Ağız ve burunlarından
insan kulağının duyamayacağı yükseklikte bir ses çıkartırlar. Bu sesin havadaki
objelere çarpıp geri dönmesi esasına dayanan bir yön ve av bulabilme becerileri
vardır.
Gerçek mağara
canlıları: Biospeleologların asıl
üzerinde durdukları mağara canlıları troglobit adı verilen mağara ortamına
adapte olarak sadece burada yaşayan canlılardır. Gerçek mağara canlıları adını
verdiğimiz bu canlıları mağara ortamından dışarı çıkartırsanız yaşayamazlar. Bu
canlılar mağara ortamının kendine özgü özeliklerine uzun yıllar boyunca
alışmışlar ve evrimleşerek yeni bir biçim almışlardır.
Mağara ortamı her
şeyden önce karanlık bir ortamdır. Mağara derinliklerinde yaşayan canlılar
tamamen ışıksız bir ortamda yaşarlar. Böyle bir ortamda canlıların güneş
ışığına göre geliştirdikleri renk pigmentlerinin bir anlamı kalmaz. Bu nedenle
troglobit sınıfında yer alan canlılar albino gibi renksiz olurlar. Karanlık
ortamın ikinci etkisi ise gözlerin anlamsızlığıdır. Bu tür canlıların
bazılarında gözler varlığını korumakla birlikte görme işlevini yitirmiş durumda
olurlar. Bazılarında ise gözler hiç bulunmaz. Gözlerin işlevini yitirmesi bunun
yerine diğer duyu organlarının fazlasıyla gelişmesini getirmiştir. Örneğin bu
tür canlıların duyargaları en ufak bir titreşimi algılayabilecek yapıdadır.
Troglobitlerin
karşılaştığı ikinci önemli durum besin kıtlığıdır. Mağaralar besin anlamında
oldukça fakir bir ortam sunarlar. Bu bakımdan burada yaşayan canlılar, enerjiyi
iyi kullanmak durumundadırlar. Bunun en iyi yollarından biri fazla hareketli
olmamaktır. Bu nedenle troglobitlerde hareket azami ölçüde yavaştır. Birçoğu
bütün günlerini hiç hareketsiz geçirirler. Bu canlılar açlığa çok dayanıklı bir
yapı geliştirmişlerdir. Birçoğunun aylarca hiç besinsiz yaşayabilmeleri
mümkündür.
Mağara ortamı
sabit sayılabilecek bir ısıya ve yoğun bir nem oranına sahiptir. Burada yaşayan
troglobitlerin vücutları buna alışmıştır. Birçok troglobitin vücudunda suyu
vücutta tutmaya yarayan tabakalar bulunmaz. Bu nedenle bu canlılar havadaki nem
değişimlerine çok duyarlıdırlar. Mağara iç ısısında meydana gelecek 1 derecelik
artış ya da azalış bile bu canlılar için çok önem teşkil eder. Troglobitler
üremelerini tamamen mağara içi ısı ve nem değişimlerine göre ayarlarlar. Mağara
ekosisteminde ufak bir oynama bu canlıların hayatını alt üst etmeye yeter. Bu
canlılar bilim açısından gerçek bir hazine değerindedirler. Bir çokları için
önemsiz gibi görünen bu canlılar, muhtemelen ülkemizde henüz tanımlaması bile
yapılmamış canlılardır. Türkiye’de troglobitler üzerine yapılmış araştırma yok
denecek kadar azdır. İnsan olarak gerçek kimliğimizin ortaya çıkartılmasında bu
canlıların bizlere söyleyeceği çok şey olduğu düşüncesindeyiz.
TÜRKİYE’DE SIK RASTLANAN MAĞARA CANLILARI
Yukarda üç grup
altında sınıflandırdığımız canlı türlerinden ülkemiz mağaralarında sık rastlanan
bazıları hakkında bilgi vermek istiyoruz.
Yarasa: Türkiye’de başlıca üç tür yarasa
familyasına ait üyelere rastlanmaktadır. Bunlar Rhinnolophidae, Vespertilionidae
ve Molossidae familyalarıdır. Rhinnolophidae ve Molossidae familyalarından
birer cins, Vespertilionidae familyasından ise 8 cins olmak üzere ülkemizde
toplam 10 cins yarasa bulunmaktadır. Bu yarasa cinslerinin hepsi uluslararası
sözleşmelerle korunma altındadır.
Mağara
Çekirgesi: Ceuthophilus
stygius ve Hadonoecus subterraneus adı ile bilinen iki cinsi ve bu iki cinse
ait çeşitli türleri ülkemizde de bulunan mağara çekirgeleri, iri gözleri
olmasına karşın yarı kör biçimdedirler. Devamlı hareket eden duyargaları çok
güçlü olan bu hayvanlar ağır hareketli olmakla birlikte ürkütüldüklerinde yarım
metre kadar sıçrayarak uzaklaşırlar.
Örümcek: Mağaraların giriş ağızlarına yakın
bölgelerinde yaşayan örümceklerin bir çok cinsi bulunmaktadır. Ülkemizde bazı
mağaralarda iri ve çok zehirli oldukları belirtilen örümcek türleri olduğu
bilinmektedir. Koyu kahverengi tonlu bu örümceklerin ayak açıklıkları 5-8 cm arasındadır. Ülkemizde
Akseki bölgesindeki bazı mağaralarda insan eli büyüklüğünde üzeri tüylü ve çok
zehirli örümceklere rastlanmıştır. Bunların koyu gri ve yeşil olan iki rengi
bulunduğu ve her iki rengin de üzerinde siyah benekler olduğu gözlenmiştir.
DİKEY MAĞARACILIK
Mağaralar şekillenmelerine göre
yatay mağaralar ve dikey mağaralara olarak iki ana grupta toplanabilir. Bir de
hem yatay hem de dikey bölümleri bulunan mağara tipleri de vardır. Yatay olarak
şekillenmiş olan mağaralara yukarda anlattığımız klasik mağaracı ekipmanları
ile girilip çıkılabilir. Ancak dikey olarak oluşmuş mağaralar bazen
derinlikleri 100 metreden fazla olabilen kuyu şeklinde birçok bölüm içerir. Bu
bölümlerin geçilebilmesi için klasik mağaracı ekipmanlarına ilaveten mutlaka
özel bazı malzemeler ile bunları kullanabilme bilgi ve becerisine sahip olmak
gereklidir. Dikey mağaracılık bilgisi adı altında toplayabileceğimiz bütün bu
teknikler, ip kullanımı, mağaracılık düğümleri, emniyet almak, bolt çakmak,
istasyon kurmak, mağara iniş ve çıkıp ekipmanlarını tanımak ve kullanabilmek
gibi birçok bilgi ve donanımı içerir. Dikey mağaracılık tekniklerinin
geliştirilmesi sayesinde birçok mağaranın sonuna ulaşabilmek mümkün olmuştur.
Eğer bu teknikler geliştirilmemiş olsaydı hala birçok mağara bizim için
bilinmezliğini koruyor olacaktı. Bu bölümde kısaca dikey mağaracılık tekniği
hakkında bilgi vermek istiyoruz.
İp
Dik inişlerde kullanılan sistemin
en önemli elemanını ip oluşturur. Bütün dik inişlerde ip kullanılmaktadır.
Mağaracıların zaman zaman fazla uzun olmayan 5-10 metrelik inişlerde katlanıp
sarılabilen çelik merdiven kullandıkları da olmaktadır. Ancak çelik merdiven
iniş ve çıkışı sanıldığı gibi kolay değil aksine daha zordur ve ayrıca iple
emniyet alınmasını gerekli kılar. Günümüzde mağaracılar arasında çelik merdiven
kullanımı hemen hemen terk edilmiş durumdadır.
Mağaracıların inişlerde
kullandıkları ipler 9-10 ya da 11
mm çapında statik ip olarak adlandırılan esneklik payı
olmayan iplerdir. Mağaracılık ipleri bu özelliği ile dağcılık iplerinden
ayrılırlar. Dağcılık ipleri dinamik iplerdir ve düşme sırasında oluşan şoku
emebilmeleri için belli bir esneme payına sahiptirler. Mağaracılıkta ip bir
emniyet aracı olarak değil tamamen tırmanışın ana aracı olduğu için esnek ip
mağaracının işini daha zorlaştırır.
Mağaracılık iplerinin içi,
poliamidden (naylon) ya da polyesterden (tergal) sargı biçiminde yapılır. Bu
bölümün üzeri sonradan örgü bir kılıf ile kaplanarak ipe son şekil verilir.
Mağaracılık ipleri oldukça dayanıklıdırlar. 11 mm’lik bir ip 2 tondan fazla yük
taşıyabilir. İpe atılan düğümler, karabinadan geçirilme ve ıslanma gibi
etkiler, ipin taşıma ve şok kapasitesini bir miktar olumsuz etkilese de ciddi
bir etki yaratmazlar. Ancak ipler için asıl tehlike ipin kayaya sürtünmesi
durumudur. Mağaracılıkta en çok dikkat edilmesi gereken konulardan biri budur.
Çünkü mağaracılar karanlık ortamda ipin geçtiği yerleri tam göremeyebilirler.
Dikey inişlerde ipin kayaya sürtündüğü her noktaya bolt çakılıp istasyon
kurulması gerekmektedir. Eğer sürtünme ipe zarar vermeyecek şekilde ise ip
koruyucu kılıflar kullanılarak sürtünme etkisi aza indirilebilir. Dikey
mağaraya girilmeden önce ilk kontrol edilecek malzemelerden biri iptir. İpin
üzerinde herhangi bir yıpranma meydana gelmişse ip buradan kesilir ya da
tamamen kullanımdan kaldırılır. İplerin bir şok yeme sayısı bulunur. Bu sayı ip
kataloglarında belirtilir. Örneğin 6-7 defa şok yemiş bir ip görünür bir
deformasyon olmasa bile yeniden kullanılmaz Mağara ipleri her kullanımdan sonra
soğuk su ile yıkanarak temizlenmelidirler. Yıkama sonrası kurutma işlemi ise
güneşsiz bir ortamda yapılmalıdır. Güneş her durumda iplere zarar verici bir
etki yapar bu bakımdan mağara dışında da ipler hiçbir zamana güneş ışıklarına
maruz bırakılmamalıdırlar. Mağara ipleri genellikle 100 metrelik toplar halinde
alınır. Daha sonra istenilen uzunluklarda kesilir. Taşıma ve kullanım kolaylığı
açısından 50 metrelik parçalar uygundur. Ancak bir mağaraya girilirken değişik
ebatlarda birçok ip olması ve inişin uzunluğuna uygun iplerin kullanılması en
doğru olanıdır. İp kesildiğinde açık kalan ucu çakmakla bir miktar yakılır ve
ipin buradan dağılmasının önüne geçilir. Ayrıca her parça ipin sonuna mutlaka
kaç metrelik bir parça olduğunu gösteren not yapıştırılır. Böylece mağaracı
iniş sırasında kullanacağı en uygun ipi seçebilir ya da iniş sırasında
kullandığı ipin iniş için yeterli olup olmadığını baştan görebilir. İniş için
bir istasyon oluşturulur ip aşağıya sarkıtılmadan önce ipin düşürmesi olası
taşlar temizlenmelidir. Bu işlem yapılmazsa iniş yapan mağaracının üzerine taş
düşme riski oluşabilir. Ayrıca aşağıya atılan her ipin ucuna sekizli bir düğüm
atılarak ipin ucu sabitlenmelidir. Aksi taktirde karanlıkta iniş yapan mağaracı
ipin devam ettiğini sanıp ipin ucundan aşağıya düşebilir.
İstasyon Kurmak
Mağara içinde dik bir inişle
karşılaşıldığında ilk yapılacak iş uygun emniyet noktaları oluşturarak ipi bu
noktalara sabitlemek ve iniş için hazır hale getirmektir. İpin sabitlenmesine
istasyon kurmak adı verilir. Mağaracılıkta ipi sabitleyebilmek için
izlenebilecek iki yol vardır. Bunlardan ilki doğal emniyet noktalarından
yararlanmaktır. İkinci yol ise, doğal emniyet noktalarının bulunmadığı yerlerde
mağara duvarına bolt çakarak yapay emniyet noktaları oluşturmaktır.
Mağaracılar her zaman doğal
emniyetlerden yararlanmaya özen göstermelidirler çünkü bolt denilen sistem
mağara duvarına özel aletler yardımı ile çakılan metal bir dübelden oluşur. Bu
dübele kulakçık adı verilen başka bir metal halka vidalanır ve ip,
kulakçıklardan geçirilen karabinalara bağlanır. Bu şekilde oluşturulan emniyet
noktaları oldukça güvenli olmakla birlikte kaya içine çakılan dübelin sonradan
çıkartılabilmesi mümkün değildir. Mağaradan çıkılırken dübel üzerine vidalanan
kulakçık vidası çözülerek çıkartılıp alınır ancak dübel kayanın içinde kalır.
Bu durum mağaralarımızda bolt kirliliği adı verilen bir kirliliğe neden
olmaktadır. Mağaracıların klasik sloganlarından biri, “Ayakizinden başka bir şey
bırakma, Zamandan başka bir şey öldürme, Fotoğraftan başka bir şey
çıkartma”dır. Bu slogana mümkün olduğunca sadık kalmaya çalışmak gerekir. Ancak
çoğu zaman bolt çakılmaksızın dikey bir mağaranın araştırmasını tamamlayabilmek
mümkün olmaz. Doğal emniyet almak, mağara içindeki kayalardan, sütunlardan vb.
perlon bantlar yardımı ile oluşturulan emniyet şekilleridir. Bu emniyet
sisteminde karabina oluşturulan perlon halkaya takılır ve ip karabinadan
geçirilerek istasyon noktası oluşturulur. Bunlar mağaradan çıkarken
toplanabildiği için mağaraya hiçbir zarar vermezler.
Mağaracılar bu şekilde istasyon
kurarken her zaman çift emniyet sistemi kullanırlar. Yani tek bir noktadan
kayaya sabitlenmiş ip ile iniş yapılmaz. İpin mutlaka iki noktadan sabitlenmiş
olması gerekir. Mağaracılıkta çift emniyet sistemi aslında mağara içinde tüm ip
tekniklerinde karşılaşılan her durum için de geçerlidir. Çift emniyet
sisteminde ilk kurulan emniyet noktası güvenlik için yedektir. İkinci kurulan
emniyet noktası ise mağaracının inişe başladığı noktada bulunan ve inişin asıl
yükünü taşıyacak olan emniyet noktasıdır. Her iki emniyet noktası birbirine
bağlıdır. Bu durumda mağaracının iniş yaptığı boltun yerinden çıkması gibi bir
durum yaşanırsa ağırlık ikinci emniyet noktasına bineceği için mağaracı düşmez
ve inişini sürdürebilir.
Mağaracılar ipi bu şekilde iki
noktadan sabitledikten sonra ip inişinde kullanılan teknik donanımlarını
kullanarak inişe başlarlar. İniş sırasında ipin zarar görmemesi için, ipin kaya
ile temas ettiği her noktaya bir bolt daha çakılarak yeni bir emniyet noktası
(istasyon) oluşturulması gerekir. Aksi taktirde iniş riske atılmış olur. Kayaya
bolt çakılması çekiç ve bolt çakıcı bir alet yardımı ile gerçekleştirilir. Bir
boltun çakılması yaklaşık 15-20 dakika sürer. İp üzerindeki mağaracı boltu
çaktıktan sonra buraya bir kulakçık vidalar ve bir karabina takar. Daha sonra
ip üzerinde bir lup yaptıktan ipi buraya düğümler. İniş bu şekilde devam eder.
Bir mağaracı ip üzerindeki inişini tamamlayıp ipten çıktıktan sonra yukarıya
ipin boş olduğunu bağırarak bildirir ve yeni bir mağaracı ipe girerek inişe
başlar.
Gerek ana istasyonun gerekse ara
istasyonların kurulmasında ipi karabinalara sabitlemek için ya da doğal emniyet
noktaları oluştururken düğüm atmak gerekir. Atılacak düğümler rasgele olmaz her
duruma uygun mağaracılık düğümlerinin kullanılması gerekir. Mağaracılar en çok
“sekizli düğüm” tabir edilen düğüm biçimini kullanırlar. Bütün istasyonlarda
kullanılan düğüm biçimi sekizli düğümdür. Bunun yanı sıra “çift sekizli”,
“perlon düğümleri”, pursik ipi ile birlikte kullanılan “pursik düğümü”, “yarım
kazık”, “tam kazık” gibi çeşitli düğüm biçimleri mağaracılar tarafından
kullanılan düğüm çeşitleridir.
İstasyon Değiştirmek
İp üzerinde iniş ya da çıkış
yapan her mağaracı istasyon noktalarına geldiğinde üzerindeki takımlarını çift emniyet ilkesini ihlal
etmeksizin güvenli bir şekilde sırasıyla çözerek alttaki veya üsteki ipe
geçirmek durumundadır. Bu işleme istasyon değiştirmek adı verilir. Bu işlem
belli bir zaman alır. Bu bakımdan her mağaracı istasyonlarda bir miktar bekler.
Zaten bu noktalara istasyon denmesinin nedeni budur.
Dikey bir mağaranın araştırılması
sırasında mağaracılar aralarında çeşitli ekiplere ayrılarak birlikte
çalışırlar. ilk ekip hattı kurarak inişi gerçekleştirir. Daha sonrakiler
kurulmuş hattı kullanarak iniş yaparlar. Genellikle inişi en son bitiren ekip
ise kurulu hattı toplayarak çıkışı sürdürür. Mağaracılığın zor yanlarından biri
dikey mağaraların çıkışıdır. Çünkü yerine göre yüzlerce metre ipin toplanıp
mağara dışına çıkartılması gerekmektedir. Dağcıların işi zirveye çıktıktan
sonra kolaylaşır. Dağdan iniş kolaydır demek istemiyoruz ancak çıkış kadar
yorucu değildir. Mağaracıların işi ise asıl olarak mağaranın sonuna
ulaşıldıktan sonra başlar. Bu bakımdan mağaracılık kollektif bir çaba ile
gerçekleştirilebilir. Örneğin 3-4 kişilik bir ekibi -1000 metre
derinliğinde dikey bir mağaranın sonuna indirebilmek için bir çok kişinin
çalışması gerekir. Bu sayı 50-100 kişi olabilir ve mağaranın sonuna ulaşılması
yılları alabilir. Bu nedenle mağaracılıkta bireysel başarılardan çok kulübün,
ekibin başarısı vardır.
DİKEY MAĞARACILIK EKİPMANLARI
Dikey mağaralarda ip iniş ve
çıkışlarını gerçekleştirebilmek için bazı donanımlara ve bunların kullanım
bilgilerine sahip olmamız gerekmektedir. Dikey mağaracılıkta kullanılan
ekipmanlar, kabaca hem iniş hem de çıkışta kullanılan ekipmanlar ile iniş ve
çıkış ekipmanları olarak üç ana grupta ele alınabilir. Mağaracılıkta bütün bu
malzemelere kısaca SRT malzemeleri adı verilmektedir. SRT (Single Rope
Technique) “Tek İp Tekniği” anlamına gelen mağaracılıkta iple iniş ve çıkış
tekniklerinin tümüne verilen bir addır. Bu teknikte bütün ekipmanlar karabinalar ile birleştirilir.
Mağaracılıkta yerine göre normal alüminyum karabinaların yanı sıra çelik
alaşımlı ve vidalı şekilde kilitlenebilen özel mağaracılık karabinaları
kullanılmaktadır. Mağaracıların bu karabinalara markasına dayanarak “maillon
rapide” adını vermektedirler. Maillon rapideler, farklı boylarda delta, oval ve
yuvarlak biçimli olabilmektedir.
Hem iniş hem de çıkışta kullanılan ekipmanlar
Kuşamlar: Mağaracılıkta bel ve göğüs kuşamı olarak
iki ayrı kuşam aynı anda kullanılır. Bel kuşamı daha enli perlondan yapılır,
göğüs kuşamında ise biraz daha ince perlon kullanılır. Her iki kuşam birbirine
oval maillon rapide ile bağlanır. Bel kuşamını birleştirmek için delta ya da
yuvarlak maillon rapide kullanılır. Mağaracının ağırlığının ip üzerinde güvenli
ve dengeli bir biçimde dağılmasına yardımcı olan kuşamlar, dikey mağaracılığın
temel malzemelerinden biridir. Bel kuşamının karabinası üzerine kilitli bir
karabina ile birlikte indirici (desendör), uzun kısa ipin kilitli karabinası ve
boş bir kilitli karabina takılır. Göğüs kuşamının üzerinde ise çıkış sırasında
kullanılan göğüs cumarı yer alır.
Uzun-kısa ip: Bel kuşamındaki delta maillon rapide
normal kilitli karabina ile bağlanan bu ekipman 11 mm . Kalınlığında ip ya da
kalın perlon banttan yapılan birbirine bitişik, biri yaklaşık 50 cm , diğeri yaklaşık 70 cm uzunluğundaki ucunda
kilitsiz normal karabinalar bulunan iki ipten oluşur. Uzun-kısa ipin
kısası, genellikle istasyonlarda
güvenlik amacıyla ve yan geçişler sırasında kullanılır. Uzunu ise çıkış
sırasında el cumarına bağlanarak ikinci emniyeti oluşturur.
İniş ekipmanları
İndirici (Desendör): İniş sırasında ip üzerindeki
birinci emniyeti sağlayan alet indiricidir. Bel kuşamına kilitli karabina ile
bağlanan indirici, içinde dönen iki yuvarlak silindir bulunan ve ipin
buralardan belli bir düzene bağlı olarak geçirilmesiyle yarattığı sürtünme
sonrası mağaracının kendi kol gücü ile kendini ip üzerinde tartabilmesine
olanak veren bir alettir. Üzerindeki bir mandala basılarak inişin
başlatılabildiği modelleri (stoplu desendör) ile birlikte mandalsız modelleri
de bulunur. Mağaracılar genellikle mandalsız modelleri tercih ederler.
Mandalsız modellerde durmak istenildiğinde indiriciye iple yarım ya da tam
kilit atılır. İndiriciden çıkan ip boş bir kilitli karabinadan geçirilerek
kullanılır.
Pursik ipi: İniş sırasında ip üzerindeki ikinci
emniyet pursik ipi ile sağlanır. Bu ip 5-6 mm . kalınlığında yaklaşık 1.5 metre uzunluğundadır.
İki ucu birbirine sekizli düğüm ile bağlandıktan sonra kullanılır. Pursik
adlandırması aslında bu ipi ana ipe bağlarken atılan bir düğüm çeşidinin
adıdır. Bu düğümün özelliği avuç içinde bol tutulduğunda sıkışmaması ve inişe
olanak tanımasıdır. Ancak avuç içinden bırakıldığında sıkışarak kitlenen bu
düğüm mağaracının inişine izin vermez. Eskiden mağaracılar pursik düğümünü
inişte kullanırken son yıllarda çıkan ve bu düğümün işlevini gören “pursik
halkası” adı verilen metal bir aletle iniş yapmaktadırlar. Bu halka, üzerinde
bulunan mandala basıldığı sürece inişe olanak tanır. Mandal bırakıldığında
mağaracıyı olduğu noktaya sabitleyerek inişi durdurur.
Çıkış ekipmanları
Göğüs cumarı: Dikey
çıkışta kullanılan birinci emniyet noktamız göğüs cumarıdır. Ana ip bu cumarın
içinden geçirilerek cumar kapatılır. Mağaracı yükseldikçe ip cumarın içinde
hareket eder. Ancak hareket tek yönlüdür. Yani cumar sadece mağaracının
tırmanmasına izin verir. Ana ip cumarın içinde olduğu sürece aşağıya doğru
hareket edebilmek mümkün değildir. Böylece mağaracı her yükselişinde o noktada
asılı kalır. İstese bile aşağıya doğru hareket edemez.
El cumarı: Dikey çıkış
sırasındaki ikinci emniyet noktamız el cumarıdır. Ana ip el cumarının da
içinden geçirilip kapatılır. El cumarının çalışma prensibi göğüs cumarı ile
aynıdır. El cumarının ucuna, küçük oval bir maillon rapide ile ayak ipi
bağlanır. Ancak bu haliyle el cumarı bir emniyet noktası oluşturmaz. Emniyet
noktasının oluşması için aynı maillon rapide uzun ipimizin ucundaki kilitsiz
karabinayı da bağlamamız gerekmektedir.
Ayak ipi: Alt ucunda bir
ya da iki ayağımızı içine sokabilecek kadar bir halka bulunan ayak ipi, 11 mm ip ya da perlon battan
yapılır. Bir ucu tırmanış sırasında el cumarına bağlı olur. Mağaracı dizini
kırarak ana ip üzerine takılı olan el cumarına hareket serbestisi kazandırır.
Daha sonra el cumarını ana ip üzerinde yukarı doğru hareket ettirip cumarı o noktada
bırakır ve ayak ipinin halkasına basarak yükselir. Tekrar yükselmek istediği el
cumarını aynı şekilde tekrar yukarı doğru hareket ettirir ve yine ayak ipine
basarak yükselir. Bu hareket sürekli tekrarlanarak tırmanış gerçekleştirilir.
Yazan: Yavuz İşçen / Ankara
Ekim 2005
Ülkemizde Mağaracılık Örgütlenmesi
Dernekler ve Kulüpler
Yazan: Yavuz İşçen
Ülkemizde bugün mağaracılık
alanında etkinlik gösteren çeşitli dernek, üniversite kulüpleri ve kurumlar
bulunmaktadır. Ülkemizde kurulan mağaracılık örgütlenmelerinin bir kısmı bir
süre varlığını devam ettirmiş ve sonradan etkisini yitirmiştir. Bir kısmı ise
halen etkinliklerini devam ettirmektedir. Mağaracılık camiası içindeki
örgütlenme, yeni dernek ve kulüplerin katılımıyla devam etmektedir. Bu
örgütlerin çoğu “Türkiye Mağaracılar Birliği” (TMB) adı altında toplanmıştır.
Türkiye’deki mağaracılık örgütlenmesini kronolojik olarak kısaca tanıtmak
istiyoruz.
MAD
1964 yılında Dr. Temucin Aygen’in
başkanlığında “Türkiye Mağara Cemiyeti” adı ile bir dernek kurulmuştur. Daha
sonraki yıllarda bu derneğin adı “Türkiye Mağara Araştırma, Tanıtma ve Turizm
Derneği” olarak değiştirilmiştir. Bu dernek en son olarak “Mağara Araştırma
Derneği” adını almıştır. Kısa adı ile bugün MAD olarak bilinen dernek,
etkinliklerini günümüzde de sürdürmektedir. Dernek ilk kurulduğu yıllarda
ülkemizdeki mağaracılık deneyiminin azlığı ve malzeme yokluğu gibi birçok
sorunla uğraşmıştır. Bu sorunlar daha çok yurt dışı mağaracılarla birlikte
Türkiye’de yapılan ortak etkinliklerle giderilmeye çalışılmıştır. Bu etkinliklerin
başında 1966-1967 yılları arasında Fransız, İngiliz ve İtalyan mağaracı
ekiplerle Toroslar üzerinde yapılan çalışmalar gelir.
Daha sonra dernek, Antalya
Manavgat ilçesi yakınlarında yeni inşa edilmekte olan Oymapınar Barajı’nın
yapımı sırasında bölgenin karstik yapısının incelenmesi çalışmalarına destek
olmuştur. Bu çalışmalar sırasında Dr. Temuçin Aygen başkanlığında bir ekip
bölgedeki birçok mağaranın araştırmasını yürütmüştür. 1970 yılında İspanyol
mağaracı ekiple birlikte Bursa Ayvaini Mağarası ve Zonguldak Mağaraları
üzerinde çalışmalar sürdürülmüştür. Yabancı ekiplerle birlikte yürütülen
çalışmalar, askeri yönetimin 1980 yılında tüm dernekleri kapatmasına kadar
devam etmiştir. 1982 yılından sonra askeri yönetim ile yapılan yazışmalar
sonrası dernek yeniden çalışmalarına başlamıştır. 1985-1986 yıllarından
itibaren dernek çalışmaları ciddi bir ivme kazanmış ve yeni üyelerin
katılımıyla bir çok araştırma etkinliği düzenlenmiştir. MAD bu tarihten
günümüze kadar birçok başarılı çalışma yürütmüş ve yüzlerce mağaranın
araştırmasını yaparak literatüre kazandırmıştır. Özellikle Türkiye derinlik
sıralamasında belli bir yeri olan Kayseri Yahyalı’da –643 metrelik Subatağı
Düdeni ve Adana Pozantı’da –640 metrelik Sütlük Subatanı’nın araştırmaları
bunlar arasında sayılabilir.
BÜMAK
1973 yılında Doç. Dr. Nüzhet
Dalfes ve arkadaşları tarafından İstanbul Boğaziçi Üniversitesi Mağaracılık
Kulübü (BÜMAK) kurulmuştur. Kulüp kuruluşundan itibaren ülkemizdeki
araştırılmamış mağaraları ortaya çıkartabilmek için yoğun bir çaba harcamaya
başlamıştır. Başlangıçta İstanbul ve yakın çevresinde yürütülen araştırmalar
zamanla ülke geneline yayılmıştır. Dikey mağara malzemelerinin getirilmesi ve
dikey mağaracılık tekniğinin geliştirilmesine paralel olarak 1976 yılında Düdencik
ve Suluin, 1977 yılında ise Koyungöbedi ve Düdensuyu Mağaralarına girilmiştir.
Daha sonraki yıllarda kulüp
etkinliklerini Zonguldak ve Kastamonu bölgeleri üzerine yoğunlaştırmıştır. Bu
bölgede birçok yeni mağaranın ilk araştırmaları tamamlanmıştır. BÜMAK 1978
yılında Akseki bölgesinde Çimyayla bölgesi ve 1979 yılında Kırklareli Dupnisa
mağaralarının araştırmalarını yürütmüştür. 1990 yılına kadar ülkemizde 100’den
fazla mağaranın araştırmasını yapan kulüp, 1989 yılından sonra Anamur
yakınlarındaki Çukurpınar Mağarası üzerinde çalışmıştır. Bu mağaranın
araştırılması 1992 yılı Ağustos ayında sonuçlandırılmış ve –1190 metre ile
Çukurpınar Mağarası, Türkiye derinlik sıralamasında birinci duruma
yükselmiştir.
BÜMAK 1993 yılı Eylül ayında
Çukurpınar Mağarası ile aynı bölgede bulunan Peynirlikönü Düdeni’nde ilk
araştırmaları başlatmıştır. 1993-1996 yılları arasında mağaranın
araştırılması –1032 metreye kadar
ilerletilebilmiştir. Bu mağaranın araştırmasına katılan mağaracılardan Evren Günay 1995 yılında bir
trafik kazasında hayatını kaybetmiştir. Bunun üzerine BÜMAK o güne kadar
sürdürdüğü mağaraların yerel isimlerinin korunması ilkesini terk etmiş ve bu
mağarayı “Evren Günay Mağarası” olarak anmaya başlamıştır. 1977 yılında
mağarada –1377 metreye inilmiştir. 2001 yılında dışarıda gelişen ani yağış
nedeni ile mağara içinde su basması sonucu ölümle biten bir kaza yaşanmıştır.
Bu kazada BÜMAK’lı mağaracı M.Ali Özel hayatına kaybetmiştir. Bunun üzerine
mağaranın adına “Evren Günay-M. Ali Özel Mağarası” denilmiştir. Daha sonra bu
isim kısaltarak mağaraya “EGMA” Düdeni adı verilmesi uygun görülmüştür. Bu
kazadan sonra mağaranın araştırmasına bir süre durdurulmuştur. Yerel adı ile
Peynirlikönü Düdeninin (EGMA) araştırılması 2004 yılında sonlandırılmış ve
mağara –1429 metre derinliği ile Türkiye’nin birinci, dünyanın ise 12. derin
mağarası olarak sıralamadaki yerini almıştır.
MTA-MAG
1979 yılında Maden Teknik Arama
(MTA) Genel Müdürlüğü bünyesinde Jeoloji Etütleri Dairesi’ne bağlı olarak
“Mağara Araştırma Projesi” adı altında bir proje başlatılmıştır. Bu proje “MTA
Karst ve Mağara Araştırmaları Birimi” tarafından yürütülmüştür. 1979-1989
yılları arasında bu proje kapsamında MTA Mağara Araştırmaları Grubu (MTA-MAG)
tarafında ülkemizin değişik bölgelerinde 150 mağaranın araştırılması ve
haritalanması yapılmıştır. Dr. Nuri Güldalı ve Lütfü Nazik tarafından
sürdürülen bu proje daha çok ülkemizin ekonomik öneme sahip mağaralarını ortaya
çıkartabilmek, mağaraların turizm açısından kullanılabilirlik durumunu saptamak
ve ilgili makamlara sunmak amacını gütmüştür. 1989’dan sonraki yıllarda da
birimin çalışmaları devam etmiştir. 1989-1999 yılları arasında 340 mağara daha
haritalanarak araştırması tamamlanmıştır. MTA-MAG çalışmalarını günümüzde de
sürdürmektedir.
ZOMMAK
1984 yılında Zonguldak
Mühendislik Fakültesi bünyesinde Arif Engin Gürses öncülüğünde kurulan
“Zonguldak Mühendislik Fakültesi Mağara Araştırma Kulübü” (ZOMMAK) uzun yıllar
malzeme yetersizliği nedeni ile fazla etkin olamamış ve daha çok bölge mağaralarını
inceleyen ve tanıtan bir yapı göstermiştir. Zaman zaman bölgeye gelen yabancı
ekiplerin yanı sıra MAD ve BÜMAK ile ortak etkinlikler yapılmıştır. ZOMMAK Arif
Engin Gürses’den sonra uzun bir durgunluk dönemine girmiştir.
DAD
1986 yılında İstanbul’da Oral
Ülkümen ve arkadaşları tarafından kurulan Doğa Araştırmaları Derneği (DAD),
yeni mağaracı yetiştirmekten çok üniversite kulüplerinden yetişen insanların
üniversite sonrası konudan uzaklaşmamaları ve bu insanların deneyimlerinin yeni
kuşaklara aktarılabilmesi amacı ile etkinliklerini yürütmüştür. Bazı
etkinliklerini BÜMAK’la birlikte organize eden dernek ülkemizin çeşitli
yerlerinde mağara araştırmaları yapmıştır. Derneğin etkinlikleri son yıllarda
durmuş durumdadır.
UKAM
198O’li yılların sonlarına doğru
Hacettepe Üniversitesi Hidrojeoloji Mühendisliği bölümü çerçevesinde daha çok
öğretim üyeleri tarafından oluşturulan “Uluslararası Karst Su Kaynakları
Uygulama ve Araştırma Merkezi” (UKAM), Hidrojeoloji Mühendisliğinin tüm
dallarında temel ve uygulamalı araştırmalar düzenlemekte, özellikle karst su
kaynakları araştırmalarına özel bir önem vermektedir. Su kaynaklarının miktar
ve kalite açısından geliştirilip korunması amacıyla ulusal ve uluslar arası bir
çok seminer, sempozyum, kongre, konferans organize eden UKAM bilimsel
çalışmalarını günümüzde de sürdürmektedir.
HÜMAK
1988 yılında Hacettepe
Üniversitesi Hidrojeoloji Mühendisliği Bölümü öğrencileri ve araştırma
görevlileri tarafından kurulan Hacettepe Üniversitesi Mağara Araştırma
Topluluğu (HÜMAK) mağaracılığın üniversite bünyesinde yaygınlaştırılmasını
hedefleyerek etkinliklerini sürdürmüştür. Mağaracılığın sportif yanlarından çok
hidrojeolojik, biyolojik ve arkeolojik yanlarını ön planda ele alan topluluk,
etkinliklerine devam etmektedir.
ANMAK
1991 yılında MAD içinden ayrılan
küçük bir grup tarafından 1993 yılında “Ankara Mağara Araştırma ve Koruma
Derneği” adı altında kurulan bu dernek, daha çok mağaraların korunması
gerekliliğini vurgulamıştır. Dar ve kendi içinde bir grup olarak varlıklarını
sürdüren ANMAK, mağara turizmi karşıtı görüşleriyle, dernek olarak mülksüzlüğü
(dernek üzerine kayıtlı demirbaş dahil hiçbir mal bulunmaması anlamında)
savunmalarıyla ayrı bir çizgi izlemiştir. Tüm etkinliklerin kişilerin özel
malzemeleriyle yapıldığı ANMAK’da, etkin olunan 1991-1996 yılları arasında
100’den fazla mağara etkinliği organize edilmiş ve ülkemizde 14 ayrı ilde
toplam 62 yeni mağara saptanarak bu mağaraların araştırılması yapılmış ve
haritaları çıkarılmıştır. 1997 yılında dernek olarak amaçladıklarından uzak bir
noktada bulunduklarını düşünen grup, bu şartlarda dernek olarak devam etmenin
fazla anlamlı olmadığına karar vererek derneği kapatma kararı almış ve
etkinliklerine son vermiştir.
TMB
1994 yılında kurulan ancak 2004
yılında gerçek anlamda bir organizasyon oluşturmayı sağlayan “Türkiye
Mağaracılar Birliği” (TMB) aslında geçmişi oldukça eskiye giden bir çalışmanın
ürünü olarak ortaya çıkmıştır. TMB oluşturma fikri ilk kez 1990 yılında
İstanbul’da yapılan I. Speleoloji Sempozyumu sırasında ortaya atılmıştır. 1993
yılında yine İstanbul’da düzenlenen ve Türkiye Mağaracılığının sorunları ve
Çözüm Önerileri adlı toplantıda TMB adı ilk kez telaffuz edilmiştir. 1994
yılında Ankara’da düzenlenen II. Mağarabilim Sempozyumunda TMB’nin kuruluşu duyurulmuş ve ilk tüzük
önerisi ortaya çıkmıştır. Bu gelişmelerden sonra TMB ilk toplantısını 1995
yılında Ankara’da yapmış ve çeşitli alt gruplar oluşturulmuştur. Ancak bu yapı
fazla bir işlerlik kazanamamış yapılan sonraki toplantılar çok verimli
olmamıştır.1995-2001 yılları arasında TMB toplam 9 kez toplanmıştır. 9.
toplantıda TMB’ne yasal bir statü kazandırılması konuşulmuştur.
Bu toplantıyı izleyen yıllarda
2002’de Eskişehir’de ortak bir kurtarma çalıştayı düzenlenmiştir. 2003 yılında
ise Karaburun’da ortak bir etkinlik düzenlenerek yatay mağara kurtarma
teknikleri konulu bir çalıştay daha gerçekleştirilmiştir. En son 2004 yılında
toplanan TMB, temsilciler kurulu, koruma, kurtarma, dokümantasyon,
standardizasyon gibi alt birimler oluşturarak sistematik bir şekilde
çalışmalarına başlamıştır. TMB 2005 yılında Olympos’da değişik kulüplerden 73
mağaracının katılımıyla bir çalıştay organize etmiştir. TMB yaptığı çalışmaları
Speleo Türk adlı bir yayın organı çıkartarak duyurmaktadır. Speleo Türk yılda
bir kez çıkmaktadır. 2004 ve 2005 yıllarında bir sayısı çıkmıştır. Bugün TMB
bünyesinde etkinlik sürdüren 9 kuruluş bulunmaktadır. Bunlar, ANÜMAB, BÜMAK,
DEÜMAK, ESMAG, EMAK, HÜMAK, MAD, MTA, TAMAG’dır.
DEÜMAK
1994 yılında İzmir “Dokuz Eylül
Üniversitesi Mağara Araştırma Kolu” adı altında etkinliklerini sürdüren grup
ülkemizde çeşitli mağaraların araştırmasında bulunmuştur. Mağaracılığı bilimsel
açıdan ele almaya çalışan grubun etkinlikleri devam etmektedir.
ESMAG
1995 yılında “Eskişehir
Üniversitesi Mağara Araştırma Grubu” (ESMAG) adı altında Melih Zeytinoğlu ve
arkadaşları tarafından kurulmuştur. Günümüzde de etkinliklerini sürdürmektedir.
EMAK
1996 yılında Ege Üniversitesi
Mağara Araştırma Kolu (EMAK) adı altında üniversite bünyesinde kurulan
topluluk, daha çok İzmir ve çevresinde mağara araştırmalarında bulunmuştur.
Üniversite bünyesinde mağaracılığın sevdirilmesi için sürdürülen etkinlikler
günümüzde de devam etmektedir.
SKAD-ASKAD
2001 yılında İzmir’de mağaracılık
ile ilgilenen kişileri bir araya toplamak düşüncesiyle Dokuz Eylül Üniversitesi
mezunlarınca kurulan “Speleolojik ve Karstik Araştırmalar Derneği” (SKAD),
mağaracılığın bir bütün olduğunu ve bilimsel çalışmalarla birlikte sportif
mağaracılığın da birlikte yürütülmesi yaklaşımına sahiptir. Aynı dernek daha
sonra ad değiştirerek “Anadolu Speleolojik ve Karstik Araştırmalar Derneği”
(ASKAD) adını almıştır. Dernek daha çok Ege ve Akdeniz Bölgelerinde yaptığı
araştırmalar ile bilinmektedir.
TAMAG
2002 yılında Antalya’da TODOKS
bağlantılı olarak gelişen bir grup, 26 ocak 2003 tarihinde kaybettiğimiz
ülkemiz mağaracılığının kurucularından biri olarak kabul edilen Temuçin
Aygen’in adını yaşatabilmek amacıyla “Temuçin Aygen Mağara Araştırma Grubu” adı
altında bir birliktelik organize etmiştir.
ZÜMAK
2003 yılında eski kulübün yeniden
canlandırılması ile ortaya çıkan ZÜMAK, aslında ZOMMAK’ın bir devamıdır.
Zonguldak Mühendislik Fakültesi’nin 1993 yılında Üniversite olmasını takiben
kulübün adı da “Karaelmas Üniversitesi Mağara Araştırma kulübü” (ZÜMAK) olarak
değiştirilmiştir. Kulüp etkinlikleri, Araştırma görevlisi Turhan Bilir ve
Serhat Küçükali tarafından organize edilmektedir. Kulüp daha çok bölgesel
etkinlikler yürütmekte olup malzeme eksikliğinin giderilmesini takiben
etkinliklerini ülke geneline yaymayı hedeflemektedir.
ANÜMAB
2004 yılında Ankara’da “Ankara
Üniversitesi Mağara Araştırma Birimi” (ANÜMAB) adı ile kurulan grup henüz
oldukça yenidir.
Yazan: Yavuz İşçen / Ankara
Ekim 2005
MAĞARA TURİZMİ VE SORUNLAR
Yazan: Yavuz İşçen
Turizm Bakanlığı tarafından
yürütülen “Turizmin çeşitlendirilmesi” ve “Kıyılardan iç kesimlere
yaygınlaştırılması” çalışmalarına bağlı olarak mağaraların turizme açılması
konusu son dönemde yeniden gündeme geldi. Şu anda 12 yeni mağaranın turizme
açılma çalışmaları Turizm Bakanlığı tarafından sürdürülüyor. Turizm Bakanlığı,
yayınlamış olduğu “Türkiye’nin Speleolojik Olanakları-I” adlı kitapçıkta 12
yeni mağarayı turizme açabilmek için ilgili yerel yönetimlerle temasa geçtiğini
açıkladı. Bu mağaraların turizme açılıp açılmaması ya da hangilerinin
açılabileceği, açılırken nelere dikkat edilmesi gerektiği gibi konularda
yürütülen tartışmalara geçmeden önce konunun daha iyi kavranabilmesi açısından
ülkemizde mağara turizminin geçmişine bir göz atmakta yarar görüyoruz.
MAĞARA TURİZMİ ADINA ÜLKEMİZDE YAPILANLAR
1950’li yıllarda dünyada mağara
turizmi olayının yaygınlık kazanmasına bağlı olarak ülkemizde de bu konuda
etkileşim olmuş ve 1966 yılında ilk örnek olarak Burdur İnsuyu Mağarası turizme
açılmıştır. Daha sonra Alanya’daki Damlataş, Silifke’deki Cennet-Cehennem ve
Narlıkuyu (Dilek) Mağarası, Anamur’daki Köşekbükü, Tarsus’taki Eshab-ı Kehf (Yediuyurlar),
Antalya’daki Karain ve İstanbul’daki Yarımburgaz Mağarası turizme açılmıştır.
Turizme açılan en son örnekler ise, Harput’taki Buzluk Mağarası ve 1993 yılı
haziran ayında açılışı yapılacağı belirtilen Tokat’taki İndere (Ballıca)
Mağarası’dır. İndere Mağarası’nı da sayarsak, bugün 10 mağaranın turizme açık
olduğunu söyleyebiliriz. Burada, yazıyı fazla uzatmamak amacıyla mağaraların
tek tek durumları üzerinde durmayacağız; zaten sorunlar hemen hemen ortak
gibidir. Bunları genelleştirerek söylersek; bu mağaraların çoğunda, mağaranın
doğal ortamı bir daha düzeltilemeyecek şekilde bozulmuştur. Kırılan sarkıt ve
dikitleri, bozulan atmosferi, kuruyan suları, betonlaşan zemini, devam etmeyen
kimyasal çökelimi, yok edilen yarasa popülasyonları ve faunası, tahrip olan
arkeolojik değerleri ve her türlü kirliliği ile bu mağaraların artık turistik
anlamda da bir değer ifade etmediğini görmekteyiz. Özet olarak, turizme açık
olan mağaralarımızın durumu tek kelimeyle içler acısıdır. Milyonlarca yıllık
bir birikimin 25 yıl gibi çok kısa bir sürede yok edilmiş olması, üzücülüğünün
yanı sıra ders çıkartılması gereken bir olaydır.
Ülkemizdeki örnekleriyle
kıyaslandığında çok iyi korunduğu, denetlendiği ve rehberlik hizmeti verildiği
halde turizmin mağaralar üzerindeki tahrip edici etkisini gören Amerika ve
Avrupa ülkelerinde 1970’li yıllardan itibaren mağaraların turizme açılmaması
tartışmaları başlatılmıştır. Bir zamanlar dünyada mağara turizminin öncülüğünü
yapmış olan bu ülkeler artık mağaralarını turizme açmamaktadırlar. Üstelik,
speleolojinin bir bilim dalı olarak daha gelişmiş olduğu ve mağaracılıkla
uğraşan kurum ve kuruluşların nicel ve nitel olarak daha yetkin konumda
bulunduğu bu ülkelerde bile mağaraların korunamamış olması bizi daha temkinli
olmaya itmelidir. Oysa, ülkemizde bu konuda tam bir vurdumduymazlık hakimdir.
Doğal değerlerin korunması gerektiği bilinci, yöneticiler de dahil olmak üzere
toplumun birçok kesiminde gelişmemiştir. Bu bilincin geliştirilmesine katkıda
bulunacak olan mağaracı dernek ve kulüpler ise, mağaracılığın daha çok sportif
yanını ön plana çıkarmakta ve bu konuda etkin bir rol oynayamamaktadırlar.
Konuyla ilgili kuruluşların sayıca azlığı ve ülke çapında yaygınlaşmamış olması
da diğer bir olumsuz etkendir. Bu durumda kısa vadeli karlar ve politik
çıkarlar uğruna doğal değerlerimiz süratle yok edilmekte, ortam konu hakkında
uzman olmayan kişilerin ellerine terk edilmektedir.
Bugün halen turizme açık
bulunan 10 mağarada yapılmış olan tahribatı düzeltebilme şansımız hemen hemen
yok gibi. Ancak yine de bu mağaralar belli bir revizyondan geçirilip, daha
fazla tahrip olmaları engellenebilir. Turizm Bakanlığı bu konuda hiçbir çaba
sarf etmezken 12 yeni mağarayı daha turizme açmaya kalkışmaktadır. Bu tavır,
bakanlığın mağaraların korunması konusunda hassas davranmadığını
göstermektedir. Dolayısıyla, bakanlığın izlediği mağara turizmi politikası daha
çok “Turizme aç harap olsun, daha sonra yenisini aç” şeklinde olmaktadır. Burada,
turizme açık olan mağaralarımızda yapılabilecek yenileme çalışmaları ve
alınabilecek önlemler konusuna da kısaca değinmek istiyoruz.
TURİZME AÇIK OLAN MAĞARALARIMIZDA ALINABİLECEK ÖNLEMLER
Turizme açık mağaralarda,
mağaranın turizme açılması sırasında yapılan tahribatın yanı sıra, şu an en
büyük tahribat buraları ziyaret edenler tarafından yapılmaktadır. Artan
ziyaretçi sayısı mağara atmosferinde olumsuz etkiler yapmakta ve mağaranın
ekolojik dengesi bozulmaktadır. Mağara çıkışında evlerine hatıra götürmek gibi
gereksiz bir saplantıya sahip olan ziyaretçiler sarkıt ve dikitleri
kırmaktadırlar. Mağara duvarlarına çamurla ya da başka araçlarla yazı yazmak,
isim kazımak ise artık bir gelenek haline gelmiştir. Yine ziyaretçiler, mağaraya çeşitli yiyecek ve içeceklerle
girmekte, bunların artıklarını da (çöp kutusu olmadığından ya da içlerinden
öyle geldiği için) çok rahat bir şekilde yere atabilmektedirler. Ziyaretçiler
tarafından yapılan bu ve buna benzer zararların önlenebilmesi uzun vadeli bir
çözüm olmakla birlikte bu kişilerin eğitilmesine bağlıdır. Mağaraya girecek
kişilere, görevliler bu konularda uyarılarda bulunup nasıl davranmaları gerektiği
konusunda bilgi verebilirler. Mağara tanıtım broşürlerine bu konularla ilgili
bilgi eklenebilir. Bütün bunlar uzun vadede mutlaka yararı olacak
girişimlerdir. Kısa vadede ise turizme açık mağaraların görevli rehberler
eşliğinde gezilmesi sağlanmalıdır. Bu rehberlerin temel görevi hem mağaranın,
hem de ziyaretçilerin güvenliğini sağlamak olmalıdır. Ayrıca, bu rehberler
ziyaretçilere mağara hakkında kısa bilgi de verebilirler. Bizler, rehbersiz
olarak mağaraya ziyaretçi sokulmasına kesinlikle karşıyız. Ziyaretçiler
tarafından yapılan tahribat alınacak bu önlemlerle büyük ölçüde engellenebilir.
Turizme açık mağaralarda
ziyaretçilerin yanı sıra turizme açılma işlemleri sırasında gerekli teknik
bilgi yoksunluğundan kaynaklanan yanlışlıklar, alelacele turizme hazırlama,
sezona hazırlama vb. kaygılarla gerekli araştırmalar yapılmadığı için oluşmuş
hatalar da vardır. Bu hatalar sonucunda mağaralarımız büyük oranda tahribata
uğramıştır. Bu tahribatın birçoğu için artık geri dönülemez bir noktada
bulunuyoruz. Gezi yolu yapıyoruz diye kalıp kalıp dökülen betonlar,
ışıklandırma çalışması yapıyoruz diye kırılan sarkıt ve dikitler, pasaj
genişletiyoruz diye patlatılan dinamitler, çevre düzenlemesi yapıyoruz diye yok
edilen mağara önü arkeolojik dolgu tabakası, katledilen yarasalar vb. için
artık çok geç. Ancak, düzeltebileceğimiz şeyler de var. Örneğin, turizme açık
olan 10 mağaranın hemen hepsinde elektrik tesisatı baştan aşağı yenilenebilir.
Bu mağaralarda sıcak ışık kaynakları devamlı yakılmaktadır. Sıcak ışık kaynakları
mağara atmosferini olumsuz olarak etkilemekte ve oluşumların üzerinde yosun
birikmesine neden olmaktadır. Bu ise, kimyasal çökelimin durması ve mağaranın
görsel güzelliklerini yitirmesine neden olmaktadır. Elektrik düzeni kurulurken
hiçbir oluşuma zarar verilmemeli, kablolar mümkün olduğu kadar gizli bir
şekilde döşenmeli, ışık doğrudan ziyaretçilerin gözüne gelecek tarzda değil,
yansıtılarak kullanılmalıdır. Elektrik çarpma tehlikesine karşı kabloların
yalıtımı düzgün olarak yapılmalıdır. Elektrik tesisatının yanı sıra demir
parmaklık, merdiven gibi metal unsurların yenilenme, değiştirilme işlemleri
yapılmalıdır. Örneğin, Narlıkuyu Mağarası’na inen 20 m .lik demir merdiven hem
çok dar, hem de çok diktir. Basamakları kayganlaşmış olan bu merdivenin ziyaretçilerin
güvenliği açısından yenilenmesi şarttır. Mağara içinde metal unsurlar kullanmak
zorunlu ise okside olmayan metaller tercih edilmelidir.
Burdur İnsuyu Mağarası’nda
kuruyan göllerin yeniden dolmasını sağlayabilmek için çevrede tarım yapan
köylülere artezyen kuyu açmak yerine farklı sulama projeleri sunulabilir. Bütün
bunlar bölgenin hidrojeolojik araştırmasının tamamlanmadan mağaranın turizme
açılmasından kaynaklanmaktadır. Sonuçta mağara hem zarar görmekte, hem de
mağaraya yapılan yatırımın çok kısa bir sürede boşa çıkmasına neden
olunmaktadır. Güzelliklerini kaybetmiş bir mağaranın ziyaretçi sayısının
azalacağı kesindir. Yazın içinde buz oluşan ve bu konuda ülkemizde tek örnek
olan Harput’taki Buzluk Mağarası ise turizme yeni açılmış olmakla birlikte,
yapılan hatalar sonucu buz oluşumunda hızlı bir düşme gözlenmiştir. 1991
yılının temmuz-ağustos-eylül aylarında yaklaşık 15-20 bin kişinin ziyaret
ettiği belirtilen bu mağara bizce en kısa zamanda turizme kapatılmalıdır.
Yapılacak araştırma ve düzenlemelerle buz oluşumunun yeniden sağlanması için
uğraşılmalıdır. Yarımburgaz Mağarası’nda ise prehistorik değerlerimizin
defineciler tarafından tahrip edilmesine ve kaçak kazılara son verebilmek için
mağara girişi kesin olarak denetlenmeli ve giriş mutlaka kontrol altına
alınmalıdır. Henüz turizme açılmamış olan ancak, Haziran 1993’te gerekli
çalışmaları tamamlanarak turizme açılacağı belirtilen Tokat İndere Mağarası,
literatüre ‘soğan sarkıt’ olarak geçen çok özel oluşumları barındırmasının yanı
sıra zengin yarasa popülasyonu ve guano üzerinde oluşmuş faunası ile dikkati
çekmektedir. Bu tür mağaralar hem burada yaşayan canlıların korunabilmesi, hem
de bilimsel araştırmalar açısından önemlidir. Bizler, bu nedenlerden dolayı
İndere Mağarası’nın turizme açılmasından yana değiliz. Turizme açma
çalışmalarına bağlı olarak mağara içinde yapılmış olan yeni düzenlemeler
hakkında bilgi sahibi olmamakla birlikte, çok geç olmadan bu çalışmalara son
verilmesi ve mağaranın turizme açılmaksızın koruma altında tutulmasını istiyoruz.
Kısaca anlatmaya çalıştığımız bu önlemler, turizme açık olan mağaralarımızın
daha fazla bozulup, artık içine kimsenin girmek istemeyeceği bir hale gelmesini
önleyebilir. Turizm Bakanlığı’nın yeni mağaraları turizme açma girişiminden
önce, açılmış olanları yeniden düzenlemesinin daha uygun olacağı görüşündeyiz.
Bakanlık yetkilileri,
mağaraların korunması fikrine karşı çıkmıyor, hatta bu konuda bir şeyler yapma
çabası içinde görünüyorlar. ‘Koruma-Kullanma Modeli’ adı altında projeler
üretiyor, mağaracı dernek ve kulüp temsilcileriyle toplantılar yapıyor,
görüşler alınıp, görüşler veriliyor. Bütün bunlar çok güzel; ancak uygulamaya
baktığımızda durum hiç de parlak değil. Daha önce yapılan hatalardan ders
alınmaması, Turizm Bakanlığı’nın mağaraların korunması için gereken özeni
göstermediği sonucunu ortaya çıkarıyor. Bize öyle geliyor ki, bakanlık bir
takım mağaraları turizme açmayı önceden belirlemiş; üretilen koruma
modellerinin ve görüşmelerin de aslında hep bu sonuca hizmet etmesi isteniyor.
Bu durum, yapılan toplantıların samimiyeti konusunda kuşku duymamıza neden
oluyor. Şimdi de bakanlık tarafından ortaya konulan ‘Koruma-Kullanma Modeli’
üzerinde durmak istiyoruz.
‘KORUMA–KULLANMA MODELİ’
MAĞARALARI GERÇEKTEN KORUYABİLİR Mİ?
Turizm Bakanlığı tarafından
yayınlanan “Türkiye’nin Speleolojik Olanakları I” adlı kitapçıkta mağaraların
korunabilmesi için en uygun yöntemin “koruma-kullanma dengesi içerisinde
turizme açılması” olduğu belirtilmektedir. Aynı kitapçığın başka bir yerinde
modelin kapsamı konusuna açıklık getirilmekte ve Akdeniz ile Ege kıyılarında,
turistik merkezlere günübirlik ulaşım mesafesi içinde kalan (2 saatte
gidilebilen) yerlerdeki mağaraların turizme açılmak üzere uygun görüldüğü
açıklanmaktadır. Modelde, Akdeniz ve Ege kıyıları dışındaki mağaraların kapsam
dışında bırakılmış olması, modeli en başından ülkemizdeki mağaraların
korunmasına yönelik bir model olma niteliğinden uzaklaştırmaktadır. Teorik
olarak modelin tüm ülke mağaralarını kapsayabileceği söylense bile, bunun
pratiğe geçirilebilmesi mümkün değildir. Eğer kullanarak korumanın
sağlanabileceğini varsaysak bile, bu modelin uygulanabileceği mağaralar sayı
olarak çok sınırlıdır.
Modele göre, bir mağaranın
korunabilmesi için Akdeniz ve Ege kıyı şeridinde yer alması tek başına yeterli
değildir. Bu mağaranın aynı zamanda turistik merkezlere iki saatlik bir
mesafede bulunması da şarttır. Ancak böyle olursa bu mağarayı turizme açıp
koruyabileceğiz (!) Bunun dışında kalan, örneğin turistik merkezlere 3 saatlik
uzaklıkta bulunan bir mağaranın (turizm için uygun görülmediğinden) korunabilme
şansı da yoktur. Dikkat edilirse, burada konunun merkezine turizm
oturtulmuştur. Koruma olayı ve diğer bütün şeyler buna tabi kılınmaktadır. Bu
yaklaşım ile mağaraların hiçbir zaman korunabileceğini sanmıyoruz. Bizler bu
yaklaşımın tam tersini düşünüyoruz. Yani konunun temeline mutlaka koruma
anlayışı yerleştirilmeli ve mağaralarla ilgili tüm konular ve turizm bu
temelden değerlendirilmelidir.
Ülkemizde binlerce mağara
bulunmaktadır. Temuçin Aygen, karstik alanların genişliğine bakarak ülkemizde
40 bin dolayında mağara olduğunu tahmin etmektedir. Bakanlık tarafından öne
sürülen model çerçevesinde koruyarak kullanabileceğimiz mağara sayısı ise çok
küçük bir rakamdır. Bakanlık, söz konusu bölge sınırları içerisinde kalan 72
mağaranın araştırmasını yaptırarak ilk belirlemede 12 mağaranın uygun olduğunu
saptamıştır. Sonuç olarak, ilgili bölgede sadece 12 mağara model kapsamında
turizme açılarak korunabilecektir. Peki, aynı bölgede yeralan ve araştırması
yapılmış 60 mağara ile araştırması yapılmamış diğer mağaralar ne olacak? Ya da
ülkemizin diğer bölgelerinde yer alan binlerce mağara ne olacak? Bunların
hepsini turizme açacak halimiz yok; çünkü turizm ticari bir etkinliktir ve
temel dürtüsü kardır. Ne özel sektör, ne de devlet kar getirmeyecek bir alana
yatırım yapmak istemeyecektir. Böylece bu mağaraları koruyabilme şansımız
olmayacaktır. Bu şartlarda ‘Koruma-Kullanma Modeli’nin mağaraları gerçekten
korumayı hedeflemediği açıktır.
Turizme açılan mağaraların
korunup korunamayacağı da ayrı bir tartışma konusudur. Bizce bir mağaranın
turizme açılması, o mağaranın korunmasını değil, tahrip olmasını
gerektirmektedir. Bunu kanıtlayabilmek için çok şey söylemeye gerek yok; sadece
daha önceden turizme açılmış 10 mağaraya şöyle bir bakmak yeterli olacaktır. Bu
mağaraların içler acısı durumu, turizm ve koruma kavramlarının bir bütün
oluşturamayacak kadar birbirini dışladığının en güzel göstergesidir. En
idealize bir yaklaşımla bütün tedbirlerin alındığını varsaysak bile, tam bir
koruma sağlamak mümkün olmamaktadır.
Burada genellikle şu soru ile
karşılaşıyoruz: Peki hiçbir mağarayı turizme açmayacak, koruma uğruna bütün
doğal değerlerimizi gözlerden gizleyecek miyiz? Elbette hayır. Bizler sadece
mağaraların değil, tüm güzelliklerin paylaşılmasından ve insanlığa mal
olmasından yanayız. Mağaraları gezebilme ayrıcalığının bir avuç mağaracının
tekelinden çıkartılıp farklı insanlara yayılabilmesi herkesten önce bizleri
sevindirecektir. Bizim savunduğumuz, bu olayın son derece bilinçli bir şekilde
ele alınması, yerinde ve zamanında verilecek kararlarla mağaralarımızın tahrip
olmasının önüne geçilmesidir. Burada en başta hangi mağaralar turizme
açılabilir, hangileri açılamaz sorusuna bir yanıt bulmamız gerekmektedir.
Turizm Bakanlığı bir mağaranın turizm açısından değerlendirmesini yaparken,
bilimsel anlamda bu tür bir ayrıma gitmemektedir. Bakanlık, bir mağaranın
turizme açılabilmesi için turistik merkezlere 2 saatlik uzaklıkta bulunmasını
yeterli görmektedir. Hiçbir bilimsel kritere dayanmayan bu ayrım tamamen
ticaridir. Bu bakımdan, her şeyden önce turizm açısından mağaralarımızın
bilimsel temellere dayanan bir sınıflandırmasını yapmamız gerekmektedir.
MAĞARALARIMIZIN TURİZM AÇISINDAN SINIFLANDIRILMASI
İnsan girişine ve turizme
tamamen kapalı olan mağaralardır. Bu tür mağaralara yetkili kurumlardan
alınacak özel izinle sadece araştırmacılar ve bilim adamları girebilir. Bu gibi
mağaraların ağzına demir parmaklık yapılarak giriş kesin olarak
engellenmelidir. Aşağıdaki özellikleri taşıyan mağaraları bu grupta
toplayabiliriz:
1) Arkeolojik kalıntıları bulunduran, kazı ve araştırma
çalışmaları yapılmamış ya da tamamlanmış olan mağaralar.
2) Yarasaların koloniler halinde yaşadıkları ve üremek
amacıyla kullandıkları mağaralar. Bu tür mağaralara özellikle kış aylarında
kesinlikle girilmemelidir.
3) 3) Biospeleolojik açıdan önem taşıyan, bilimsel
araştırmalar için kullanılabilecek ve troglobit sınıfına giren özel mağara
canlılarının yaşadığı mağaralar.
4) 4) Paleontolojik ve antropolojik kalıntıların bulunduğu
mağaralar.
5) Türünün tek örneği sayılabilecek, çok nadir görülen
oluşum ve bazı özel değerleri bulunan mağaralar.
B) İKİNCİ GRUP MAĞARALAR
İnsan girişine kısmen açık,
ancak turizme açılmamış mağaralardır. Bu tür mağaralara, mağaracı dernek ve
kulüplerin üyeleri araştırma ve eğitim amacıyla girebilirler. Mağaralara tur
düzenleyen özel tur şirketleri, mağaracı dernek ve kulüplerden rehber almak
koşuluyla bu tür mağaralara gezi düzenleyebilirler. Özet olarak, bu gruba giren
mağaralar özel ilgi gruplarına hitap eden mağaralardır. ‘Özel ilgi grubu’
kavramıyla mağaracı dernek ve kulüpleri kastediyoruz. Bu gruplar, yetkili
makamlardan alınacak izinle bu mağaralara girebilmelidirler; ancak bu izinin
her etkinlik için ayrı ayrı alınması bürokratik işlemleri fazlasıyla
artıracaktır. Özel ilgi gruplarına bu izin bir defaya mahsus olmak üzere
verilmeli ve düzenlenecek farklı etkinlikler için de geçerli olmalıdır. Özel
ilgi grupları dışında kalan kişilerin bu mağaralara girmek istemeleri durumunda
ise, yapılacak her gezi için izin alınması ve mağaracı dernek ve kulüplerden
rehber alınması zorunluluğu getirilmelidir. Burada, bu tür mağaralarda
rehberlik yapabilecek kişilerin nitelikleri üzerinde durmak istiyoruz.
Mağara Turist Rehberi: Bu rehberlerin belli bir mağaracılık
deneyimine sahip olmaları şarttır. Mağaralara özgü koşulları iyi bilmelidirler.
Mağarayı gezecek grubun güvenliğini sağlayabilecek bilgi ve deneyimin yanı
sıra, mağaraya ilişkin tüm bilgileri verebilecek düzeyde olmaları gerekmektedir.
Mağarayı gezen grubun mağaraya verebileceği zararları önlemek bu rehberlerin
sorumlulukları arasında yer almalıdır. Eğer yabancı bir grup gezdiriliyorsa,
söz konusu rehberlerde yabancı dil bilme şartı da aranmalıdır. Bizler, mağaracı
dernek ve kulüplerin üyeleri içinden bağlı bulundukları kuruluşun yönetim
kurulu tarafından ‘yeterlilik belgesi’ almış kişilerin mağara turist rehberi
olarak belirlenmesinin yararlı olacağı görüşündeyiz. Böylelikle, derneklerin
karşılaştıkları maddi sorunların çözümüne de katkıda bulunulmuş olacaktır.
C) ÜÇÜNCÜ GRUP MAĞARALAR
Üçüncü grupta turizme açılmış
olan mağaraları toplamaktayız. Bu mağaralar; Turizm Bakanlığı, ilgili yerel
yönetimler ya da özel kişiler tarafından işletilebilen, içinde ışıklandırma,
gezi yolu vb. düzenlemeleri yapılmış, dışında da hizmet sunabilmek amacıyla
çeşitli tesisleri bulunan mağaralardır. Bu mağaralara giriş ücretini ödeyen
herkes girebilir. Ziyaretçilerin bu mağaralara girişi sırasında yanlarına
rehber verilmesi, mağaranın ve ziyaretçilerin güvenliği açısından zorunludur.
Söz konusu rehberler belli bir kurstan geçirilerek mağara hakkında bilgi sahibi
yapılabilir. Turizme açılmış olan mağaraların Turizm Bakanlığı tarafından
denetleneceği kesindir. Bizler, burada bir öneri olarak, mağaracı dernek ve
kulüp temsilcilerinden oluşan bir ‘Denetleme Kurulu’nun, ya da her yıl
görevlendirilecek bir dernek veya kulübün belli aralıklarla bu tür mağaralarda
özel denetim yapabilmeleri gerektiğini savunuyoruz. Bu denetimler sonucu
tutulan raporlar Turizm Bakanlığı’na iletilip, daha etkin bir denetim
mekanizması oluşması sağlanabilir.
D) DÖRDÜNCÜ GRUP MAĞARALAR
Yukarıda saydığımız ilk üç grup
mağara bilinen mağaralardır. Bunların en azından ön araştırmaları
tamamlanmıştır. Dördüncü grupta ye ralan mağaralar ise, bilimsel anlamda
araştırması yapılmamış, yöre insanının dışında bilinmeyen ve literatüre
geçmemiş mağaralardır. Bu tür mağaralar genellikle mağaracı dernek ve kulüpler
tarafından araştırılarak ortaya çıkartılmaya uğraşılmaktadır. Bu tür
mağaraların ortaya çıkartılması amacıyla yapılacak araştırma etkinliklerinin
ilgili yerel yönetimlere bilgi verilerek yürütülmesinin uygun olacağı
görüşündeyiz. Tespit edilen mağaraların insan girişine ve turizme açılıp
açılmayacağı, mağarada yapılacak araştırmaların sonuçlarına göre
belirlenecektir.
MAĞARALARIN TURİZM DIŞI KULLANIMI
Ülkemizde mağaralar, turizm
dışında en yaygın olarak ağıl şeklinde kullanılmaktadır. Giriş ağzı geniş olan
mağaralar yöre köylüleri ve çobanlar tarafından keçi ve koyun gibi küçükbaş
hayvanların barınağı haline getirilmiştir. Ağıl olmasının dışında, fazla
değişmeyen ısı ve nem oranlarına sahip olduğu için mağaralarımızın bir kısmı da
depo olarak, özellikle de narenciye ve peynir depolamak amacıyla
kullanılmaktadır. Fazla yaygın olmamakla birlikte mantar üretimi ve sağlık gibi
amaçlar için de mağaraların kullanıldığı bilinmektedir.
Yukarıda ‘Birinci Grup
Mağaralar’ olarak nitelediğimiz, insan girişine ve turizme kapalı olması
gerektiğini savunduğumuz mağaralar, kuşkusuz turizm dışı kullanımlara da kapalı
olmalıdır. Birinci grubun dışında kalan mağaraların turizm dışı kullanımları,
mağaraya hiçbir zarar verilmemesi şartıyla ve mutlaka denetlenerek, yetkili
kurumlardan alınacak izine bağlı olmalıdır. Ağıl olarak kullanılması durumu en
az denetlenebilen durumdur. Hayvanların mağaraların içlerine kadar girmedikleri
düşünüldüğünde bu durumun mağaraya pek zarar vermediği sanılabilir. Oysa
arkeolojik özellikleri bulunan mağaralarda giriş ağzı buluntuların en çok
bulunduğu yerdir. Köylerde çobanlar, genellikle bütün köyün hayvanlarını toplu
olarak otlatmakta ya da belli bir kişiye ait hayvanları otlatmaktadırlar. Bu
tür özelliği olan mağaralarda köy muhtarları, sürü sahipleri ve çobanlar
uyarılarak mağara ağızlarının ağıl haline getirilmesi engellenebilir. Konu
sadece köy muhtarlarının vicdani sorumluluğuna terk edilmemeli, birtakım yasal
düzenlemeler yapılarak bazı yaptırımlar koyulmalıdır.
MAĞARA TURİZMİ EKONOMİK ANLAMDA NASIL BİR YATIRIMDIR?
Mağara turizminden bir gelir
bekleyebilmek için elbette bazı yatırımların yapılması gerekecektir. Bunları,
mağara dışı yatırımlar ve mağara içi yatırımlar olarak ikiye ayırabiliriz.
Mağara dışı yatırımlar genel olarak ulaşım yollarını ve konaklama tesislerini,
mağara içi yatırımlar ise ışıklandırma ve güvenli gezi yollarını kapsamaktadır.
Mağaranın turizme açılması için
bu yatırımlarda asgari ölçülere bağlı kalmak da yetmeyecek, turistin rahatının
sağlanabilmesi için yüksek miktarlarda harcamalar yapılması gerekecektir.
Ayrıca bunların bakımı için de sürekli olarak küçümsenmeyecek giderler
olacaktır. Mağaralardan elde edilecek gelirleri ise şöyle sıralayabiliriz:
Birincisi mağaralara ve bunların bulunduğu bölgelere giriş ücreti, diğeri ise
konaklama tesislerinden ve düzenlenecek turlardan elde edilecek gelirler
olacaktır.
Yatırımların ve gelirlerin
resmi ve özel kurumlar arasında paylaşılmasına gelince ise şunu görüyoruz; konu
ile ilgili resmi kurumlar, konunun özellikleri nedeniyle mağara içi ve dışı
yatırımların tamamına yakın kısmını üstlenmek durumundadırlar. Elde edilen
gelirden ise payları yalnızca giriş ücreti olacaktır. Konaklama tesislerinden
ve turlardan elde edilen gelirler ise özel kurumlara kalacaktır. Giriş
ücretlerinin büyük bir kısmı da mağaranın ve bölgenin bakımı için
harcanacaktır.
Bu mağaraları görmeye gelecek
kişilerin büyük çoğunluğunu ise mevcut turizm olanaklarından yararlanmak
amacıyla belli bir süre için ülkemizde bulunan kişiler oluşturacaktır. Bu
kişiler, yüksek harcamalar gerektiren tanıtım çabalarından etkilenerek, belki
kısa bir süre için bu mağaralara uğrayacaklardır. Ülkemiz turist potansiyelinin
büyük bir bölümünü oluşturan bu kişiler mağara görmek için kalış sürelerinin
bir kısmını ayıracaklar, fakat büyük bir olasılıkla uzatmayacaklardır. Sırf
mağara görmek için ülkemize gelecek kişileri de turist olarak değil,
araştırmacı olarak nitelememiz gerekir. Bu kişiler için de yatırımların hatta
turizme açılma işleminin yapılması gerekmez.
Bu konuların ışığında,
mağaraların turizme açılmasından ‘büyük bir ek gelir’ beklenmemesi gerektiği
sonucuna varılmaktadır. Yine de olaya ekonominin çok iyimser bir açısından
bakmamız durumunda, yapılacak parasal yatırımların geri ödenebileceğini,
ödenmese bile ülke tanıtımında önemli bir rol oynayacağını, bu olumlu rolün
gelecekte dolaylı ya da dolaysız bir değer olarak kendisini göstereceğini
düşünebiliriz. Ancak aklımıza gelmesi gereken diğer bir husus, ekonomik
değerlerle ifade edilmesi mümkün olmayan doğal zenginliklerimizden büyük
kayıplarımızın olacağıdır.
Olayın en acıklı yönü ise,
oldukça tahrip olmuş bir mağaranın hiçbir ekonomik değer karşılığında eski
durumuna gelmesinin mümkün olmayacağıdır. Ekonominin olumlu gelişmesi için bazı
fedakarlıklar yapılmasının gerekli olmasına karşılık, zaten büyük bir ek gelir
getirmeyeceği açık olan bir alana, üstelik milyonlarca yılda oluşmuş ve hiçbir
ekonomik değer ile ölçülemeyecek doğal değerlerimizi yok ederek mağaraları
turizme açmak her açıdan olumsuz görünmektedir.
BİR MAĞARANIN TURİZME AÇILIP AÇILMAMASINA KARAR VERİLMESİ İÇİN
YAPILMASI GEREKEN ARAŞTIRMALAR
Bir mağaranın turizme
açılabilmesi için kuşkusuz mağara ile ilgili birçok araştırmanın yapılması
gerekmektedir. Gerekli araştırmaların yapılmamış olması ya da yeterli düzeyde
araştırılmaması, ileride düzeltilmesi mümkün olmayan pek çok soruna yol
açmaktadır. Bu durum, mağaranın gereksiz yere tahrip olmasına ve mağaraya
yapılan yatırımın kısa bir sürede ekonomik anlamda boşa çıkmasına neden
olmaktadır. Bu tür bir sonuçla karşılaşmamak için yapılması gereken
araştırmaları şu şekilde sıralayabiliriz:
1 – JEOLOJİK ve HİDROJEOLOJİK ARAŞTIRMALAR
A) Aktif özelliği devam eden
mağara ve düdenlerde ani ya da mevsimlik yağışlar su seviyesinde çok hızlı bir
şekilde yükselmeye neden olmaktadır. Bu tür mağaraların turizme açılması
durumunda yıllık yağış miktarları ve mağara su seviyesindeki yükselişler kesin
olarak belirlenmelidir. Bu yükselişlerin zaman ve miktar olarak saptanmamış
olması durumunda mağarayı ziyaret edecek kişiler için ciddi oranda risk söz
konusudur.
B) Bazı mağaralar karstik yer
altı kaynaklarının çıkış noktalarında bulunmaktadır. Bu kaynaklardan
(mağaralardan) çıkan sular, çevrede bulunan ilçe ya da köylerin içme suyu
ihtiyacını karşılamaktadır. Bu tür mağaraların turizme açılarak su kaynağının
kirletilmesi, bu suyu kullanana insanların zor duruma düşmelerine neden
olacaktır. Ermenek’teki Maraspoli Mağarası ve Safranbolu’daki Hızarini bu
konuya örnek olarak gösterilebilir. Bu tür mağaraların bulunduğu bölgelerde
çevrenin hidrojeolojik etüdünün yapılması zorunludur.
C) Turizme açılacak mağaranın
ve mağaranın bulunduğu bölgenin hidrojeolojik incelemeleri tamamlanmadan mağara
turizme açılırsa, bölgede yaşayan insanların su temini amacıyla açacakları
artezyen kuyuları mağara içindeki su seviyesinde düşme yaratacaktır. Böylece
mağaranın görsel güzelliğinin ayrılmaz bir parçası olan göller kuruyacak ve
mağara çirkin bir görünüm alacaktır. Bu durum hem mağaraya zarar verecek, hem
de yapılan yatırımları boşa çıkaracaktır. Burdur İnsuyu Mağarası’nı bu konuya
örnek olarak gösterebiliriz.
D) Bazı jeotermal mağaralarda
hidrojen oranı zaman zaman %5’e kadar yükselmektedir. Ani özellikler gösteren
bu yükselişlerin ne zaman olacağı belirlenememektedir. Bu tür mağaralar turizme
açılacaksa bu konuda ciddi araştırmalar yapılmalıdır.
E) Bazı yerleşim birimlerinde
düzenli bir yer altı kanalizasyon sistemi olmadığından kanalizasyon foseptik
çukurlar açılarak direkt olarak toprağa verilmektedir. Geçirimli bir litolojiye
sahip bölgelerde bu kirli sular, yerleşim yerleri yakınlarında bulunan
mağaraların içinde birikmekte ya da yağışla birlikte mağara içlerine kadar
taşınmaktadır. Bölgede su kimyası çalışmaları yapılmamışsa, yerleşim yerlerine
yakın mağaraların turizme açılması mağarayı ziyaret edecek kişilerin sağlığı
açısından sakıncalı olabilir. Zonguldak civarındaki Kapız Mağarası bu konuya
örnek olarak verilebilir.
F) Bilindiği gibi, bir mağara
turizme açılırken içinde ve dışında birtakım düzenlemeler yapılmaktadır. Mağara
içinde pasajlar genişletilirken, mağara dışında da yol açımı ve çevre
düzenlemesi çalışmaları sırasında dinamit kullanılmaktadır. Bu çok zararlı ve
yanlış bir yöntemdir. Dinamitin patlaması sonucu oluşan titreşimler mağaradaki
oluşumların çatlamasına ve kırılmasına neden olmaktadır. Mağara turizme
açılmadan önce bölgenin jeolojisi incelenir ve yol açımı ile diğer düzenlemeler
için daha uygun mağaralar seçilirse, bu tür zararlar oluşmayacaktır. Örneğin
Tuluntaş Mağarası’ndaki oluşumlar, taş ocağından taş çıkartılması için
patlatılan dinamitler sonucu büyük oranda kırılmıştır.
G) Bir mağara turizme açılmadan
önce jeolojik ve hidrojeolojik araştırmalar yapılarak mağaranın aktif bir
sistem mi, yoksa fosil bir mağara mı olduğu belirlenmeli ve turizme açılma
kararı verilirken aktif mağaralar tercih edilmelidir. Fosil mağaralarda turizme
açılma sonucunda oluşabilecek kirlilik doğal süreçler tarafından
giderilememekte ve mağaranın gördüğü zarar yok edilememektedir. Aktif
mağaralarda oluşacak kirliliğin zaman içerisinde kendi kendine onarılma şansı
vardır.
H) Paleontolojik Araştırmalar:
Mağaralarda mağara içi tabakalar arasında ya da ana kayaç içerisinde çeşitli
fosillere rastlanabilmektedir. Bu fosillerin paleontologlar tarafından
incelenmesi sonucunda hem mağaranın ve bölgenin jeolojisine ait bilgiler elde
edilmekte, hem de fosilbilim açısından incelenmesi yapılmalıdır. Bu tür
mağaraların incelemesi yapılmadan turizme açılması sakıncalıdır.
Yapılması gereken bütün bu
araştırmaların uzun zaman alacağı kesindir. Bu araştırmaların bir çoğu için
mağaraya değişik zamanlarda defalarca girmek, ölçümler ve örnekler almak gerekecektir.
Ülkemizde bu araştırmalar ciddi olarak yapılmamaktadır.
2- BİOSPELEOLOJİK ARAŞTIRMALAR
Bilindiği gibi mağaralarda
birçok canlı yaşamaktadır. Mağaraların en belirgin özelliği olan ışık yokluğu,
besin kıtlığı, yüksek nem oranı ve neredeyse sabit sayılabilecek ısı burularda
yaşayan canlıların bu ortama adapte olabilmeleri sorununu doğurmuştur. Bugün
biospeleoloji denilen bilim dalı bu sorunla, yani mağaralarda yaşayan canlı
türleri ve bu türlerin geçirmiş olduğu evrimle uğraşmaktadır. Bu bilgiler yaşadığımız
dünyanın daha anlaşılabilir kılınması için gereklidir. Mağaralara çeşitli
nedenlerle giren canlıların yanısıra, mağara yaşamına adapte olmuş canlılar da
bulunmaktadır. Genel bir sınıflandırmaya dayanarak troglobit adını verdiğimiz
bu canlıların özelliklerinin araştırılması, insanlığın evrimini daha iyi
anlayabilmemiz açısından önemlidir. Bu nedenle, mağaraların turizme açılmadan
önce biospeleolojik açıdan incelenmesi şarttır. Eğer mağarada troglobit
sınıfına giren türden özel mağara canlıları yaşıyorsa bu mağaraların kesin
olarak turizme açılmaması gereklidir. Aksi takdirde, çok nadir olarak rastlanan
ve uluslararası sözleşmelerle koruma altına alınmış bu canlıların ölümüne neden
olunacaktır. Mağara atmosferinde meydana gelecek ufak bir değişiklik, nem
oranındaki farklılaşma ya da mağara ısısının değişmesi bu canlıların yok
olmaları anlamına gelmektedir.
Biospeleolojik araştırmalar,
mağara canlı türlerinin saptanmasının yanı sıra bu türlerin özelliklerini,
yaşama şartlarını, üreme şeklini, beslenmesini v.b. tüm özelliklerini saptamayı
gerektirmektedir. Bunu gerçekleştirebilmek için mağara içinde değişik
mevsimlerde yapılacak ölçüm ve gözlemlerle veri toplamak, deneyler yapmak
zorunludur. Bu şartlarda bir mağaranın biospeleolojik incelemesinin yapılması
yıllar sürecek titiz bir çalışmayı öngörmektedir. Ülkemizde turizme açılması
planlanan hiçbir mağarada bu şekilde ciddi bir biospeleolojik araştırma
yapılmamıştır. Zaten yabancı araştırmacıların yapmış olduğu 1-2 incelemenin
dışında ülkemizde bu konuda yapılmış araştırma da yoktur.
Yurdumuzda mağara canlıları
içinde en yaygın grubu yarasalar oluşturmaktadır. Yarasalar, kış uykusuna
yatmak ve üremek amacıyla hayatlarının belli bir kısmını mağarada
geçirmektedirler. Ülkemizdeki yarasaların tamamı böcek yiyerek beslenmekte ve
‘Cüce Yarasa’ adı verilen bir türünün dışında bütün türleri uluslararası
sözleşmelerle korunma altında bulunmaktadır. Oysa ülkemizde, kendine ‘çevreci’
görüntüsü veren kişiler bile bu canlıların korunması gerekliliğine inanmış
gözükmemektedirler. Yarasaların koloniler halinde yaşadığı mağaraların turizme
açılması ya da bu tür mağaralara kışın girilmesi ekosistemimizin bozulmasına
neden olmaktadır. Turizm Bakanlığı’nın mağaraları turizme açarken konuya
gereken özeni göstermesini ve doğaya karşı duyarsız davranılmasına biran önce
son verilmesini bekliyoruz.
3- ARKEOLOJİK ve ANTROPOLOJİK ARAŞTIRMALAR
Mağara giriş ağzında ve içinde
yapılacak ön araştırmada çeşitli seramik kırıklarına, fazla miktarda insan ya
da hayvan kemiklerine rastlanıyorsa bu mağaranın arkeolojik ve antropolojik
kalıntıları bulundurma ihtimali kuvvetlidir. Mağara içinde mezar odaları, mezar
stelleri, su sarnıçları, duvarlarda çeşitli yazı ya da resimler en çok
rastlanan mağara bulgularıdır. Yapılacak yüzey araştırmaları ve gözlemler
sonucu bu tür özellikler taşıdığı belirlenen mağaralarda biran önce arkeolojik
kazıların başlatılması hem mağaranın korunabilmesi, hem de kaçak kazıların
önlenebilmesi için gereklidir.
Mağara ve insan ilişkisinin
geçmişi, insanoğlunun yeryüzünde görülmeye başladığı zamandan günümüze kadar
uzanmaktadır. Tarih öncesi devirlerde insanlar tarafından doğal bir sığınak
olarak kullanılan mağaralar, antik dönemde de ölü gömme ve dinsel nedenli bazı
amaçlarla kullanılmıştır. Bu nedenle insanoğlunun gerek fizyolojik, gerekse
kültürel evriminin izlerine en yoğun olarak mağaralarda rastlanmaktadır. Bugün
ülkemizde, paleolitik devirlere kadar uzanan bulgularıyla kat kat uygarlık
kalıntıları bulunduran, arkeolojik açıdan çok önemli mağaralar bulunmaktadır.
Bizler de ANMAK olarak yaptığımız araştırma etkinlikleri sırasında çeşitli
mağaralarda insanlığın eski dönemlerine ait izlere rastladık. Bu tür
mağaralarda tespit edilecek ufak bir bulgu henüz kesinlik kazanmamış birçok
konuyu aydınlığa kavuşturabilir. Bundan sonraki çalışmalarımızda ortaya
çıkartacağımız bu tür mağaraların SİT alanı olarak tescil edilmesi amacıyla
Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğü’ne araştırma
raporlarımızla birlikte başvuracağız. Bir mağaranın SİT alanı olarak tescil
edilmesi, mağaranın korunmasına yönelik hukuki bir çerçeve yaratmakla birlikte
pratikte mağaranın korunabilmesi için mağara ağzının demir parmaklıkla
kapatılması, ilgili köy ya da ilçe görevlilerinin uyarılması ve konunun
denetlenmesi gibi daha farklı önlemler almak da gerekmektedir. Bu konuda
Haymana’da bulunan Demirözü Mağarası iyi bir örnek oluşturmaktadır. Demirözü
Mağarası SİT alanı olarak tescil edilmiş olmakla beraber, defineciler kaçak
kazılarını hala çok rahat bir şekilde sürdürmektedirler. İşin diğer bir ilginç
yanı da kendisiyle görüştüğümüz Demirözü Köyü muhtarının, mağaranın SİT alanı
olduğu konusunda bir bilgisinin bulunmamasıdır.
Bizler, arkeolojik ve
antropolojik kalıntıları olan, ancak kazı ve araştırma çalışmaları yapılmamış
mağaraların turizme açılmasına kesinlikle karşıyız. Turizme açılması için önce
kazı çalışmalarının tamamlanması ya da Karain Mağarası örneğinde olduğu gibi
kazı çalışmaları devam ederken denetimli bir şekilde turizme açılmasının daha
uygun olduğunu düşünüyoruz.
MTA RAPORLARININ NİTELİĞİ
Bilindiği gibi yurdumuzda
mağaraları turizme açma yetkisi Turizm Bakanlığı’na aittir. Ancak, bakanlığın
kendi bünyesinde mağaraların turizm açısından incelemesini yapabilecek bir
birim yoktur. Bu konudaki araştırmalar MTA Genel Müdürlüğü Jeoloji Etüdleri
Dairesi Speleoloji Proje Grubu tarafından yürütülmekte ve sonuçlar rapor
halinde bakanlığa sunulmaktadır. Turizm Bakanlığı bu raporları değerlendirip
mağaranın turizme uygun olup olmadığına karar vermektedir.
1979-1989 yılları arasında MTA
tarafından 150 kadar mağaranın incelemesi yapılmıştır. Bu çalışmalara ilişkin
raporlar incelendiğinde araştırmaların yetersiz ve yüzeysel olduğu dikkati
çekmektedir. Yapılması gereken birçok araştırma ya hiç yapılmamakta, ya da konu
hakkında herhangi bir uzmanlığı bulunmayan kişilerin gözlemleri ile
yetinilmektedir. Mağarada yapılan inceleme, haritasının çıkartılması ve
jeolojisi hakkında bir-iki paragraflık yazı hazırlanmasının ötesine
geçmemektedir. Arkeolojik ve biyolojik incelemeler ise gözlem düzeyine bile ulaşamamaktadır.
Bizce, bir mağaranın turizme
açılıp açılmamasına karar verebilmek için daha önceki bölümlerde açıklamaya
çalıştığımız şekilde bilimsel araştırmaların yapılması gerekmektedir. MTA
raporları bu nitelikte değildir. Söz konusu raporlarda mağarada arkeolojik
kalıntıların bulunduğu, yarasa popülasyonlarının yaşadığı belirtilirken,
‘turizme açılabilir’ kaydı da düşülmektedir. Sadece bu örnek bile MTA
raporlarının doğal değerlerimizin korunması konusunu dikkate almadığını
göstermektedir.
Mağara ve turizm ilişkisinin
bazı turistik tesislere ve ana karayollarına yakınlık-uzaklık bağlamında ele
alındığı görülen MTA raporlarına dayanarak bir mağaranın turizme açılıp
açılmamasına karar vermek en baştan yanlış adımların atılmasına neden
olmaktadır. Konunun diğer bir üzücü yanı da, ülkemizde bir mağaranın turizme
açılıp açılmaması hakkında sağlıklı ve doğru karar verilmesini sağlayacak
nitelikte raporlar hazırlayabilecek bir kurum ya da kuruluşun bulunmamasıdır.
Ülkemizde oldukça yeni bir uğraş olan speleoloji konusunda çalışan dernek ve
kulüplerin tek başlarına bu yeterlilikte olmadığı görüşündeyiz. Ankara’da
ANMAK, DASK, DOST, DOTAD, HÜMAK ve MAD, İstanbul’da BÜMAK, DAD, İTÜ-SAK,
Zonguldak’ta ise ZOMMAK gibi dernek ve kulüpler ülkemizde bu alanda etkinlikler
yapmaktadırlar. Bu kuruluşların çalışmalarını nasıl değerlendirdiğimiz ayrı bir
yazının konusudur, ancak çok genelleyerek söylersek; ülkemizde mağaracılığın
bugüne kadar daha çok sportif yanı ön planda olmuştur. Mağaralarda yapılması
gereken bilimsel çalışmalar çok yüzeysel olarak ele alınmış ve mağaranın
haritasının çıkarılması ile yetinilmiştir. Ülkemizdeki mağaracı kuruluşların
daha nitelikli bir seviyeye ulaşmaları kuşkusuz zaman içerisinde
gerçekleşecektir.
Ayrıca mağaracılığın, özellikle
mağaralarımızın yoğun olduğu Antalya, Konya ve Gümüşhane gibi illere yayılması,
buralarda da mağaracı dernek ya da kulüplerin kurulup çalışmaya başlamaları
speleolojik gelişme açısından olumlu sonuçlar verecektir. Özet olarak,
mağaracılığın nitel ve nicel olarak yeterli düzeye ulaşmadığı ülkemizde,
mağaraların turizme açılması konusunda aceleci davranılmasının ileride
düzeltilemeyecek hatalara yol açabileceği görüşündeyiz.
Turizm Bakanlığı’nın bu konuda
örnek bir davranış sergileyerek, devlet kurumlarının yanı sıra MAD ve BÜMAK
gibi ülkemiz mağaracılığına büyük emekleri geçmiş dernek ve kulüplerin
temsilcilerinin de katıldığı bir çalışma grubu oluşturup, konuyu farklı
görüşleri de dinleyerek çözümlemeye çalışması bizce çok yerinde bir
davranıştır. Ülkemiz mağaracılığının gelişme aşamasında olduğu bu dönemde
verilecek kararların daha sağlıklı olabilmesi açısından ‘çalışma grubu’
oluşturma düşüncesini destekliyoruz. Bizce bu çalışma grubunun, katılmak
isteyen diğer dernek ve kulüp temsilcilerine de açık olması, çalışmaların
verimini daha da artıracaktır.
TURİZME AÇILMASI PLANLANAN
ONİKİ MAĞARANIN DEĞERLENDİRİLMESİ
Turizm Bakanlığı, yayınlamış
olduğu ‘Türkiye’nin Speleolojik Olanakları I’ adlı kitapçıkta 12 yeni mağarayı
turizme açabilmek amacıyla ilgili yerel yönetimlerle temas kurulduğunu
açıkladı. Yazımızın bu bölümünde söz konusu 12 mağara ile ilgili bir
değerlendirme yapmak istiyoruz. Genel olarak hangi mağaraların turizme
açılmasının daha uygun olduğunu ve turizme açılmasına karar verilmeden önce
yapılması gereken araştırmaları yazımızın daha önceki bölümlerinde anlatmıştık.
Söz konusu 12 mağarayı bu yazdıklarımızın ışığında tek tek ele almak istiyoruz.
Bizler bu mağaraların 6 tanesinin turizme açılmasını sakıncalı buluyoruz. İlk
önce bu 6 mağara hakkındaki görüşlerimizi belirteceğiz.
TURİZME AÇILMASINI DOĞRU BULMADIĞIMIZ MAĞARALAR
1 - DİM (GAVURİNİ) MAĞARASI (ALANYA/ANTALYA)
Dim Mağarası, Alanya’nın
yaklaşık 10 km .
kadar doğusunda yer almaktadır. Dim Çayı Vadisi üzerinden ayrılan stabilize yol
mağaranın önüne kadar çıkmakta ve mağara ağzında bitmektedir. Yolun, mağarayı
turizme açabilmek amacıyla bir önceki belediye başkanı döneminde açıldığını
öğrendik. Dim Mağarası’nın konumuz açısından en önemli özelliği giriş ağzında
arkeolojik kalıntıları barındırmasıdır. Ağız kısmında, içinde çeşitli seramik
kırıklarına da rastladığımız kalın bir dolgu tabakası bulunmaktadır. Arkeolojik
amaçlı kazı ve araştırma çalışmaları yapılmamış olan mağarada mil tabakası
üzerinde defineciler tarafından açılmış pek çok çukur vardır.
Belediye, mağaraya girişi
engelleyebilmek amacıyla mağara içinde üç ayrı yere beton döküp demir parmaklık
yaptırmıştır. Birinci parmaklık, mağara ana girişinin yaklaşık 40 m . Kadar ilerisinde bulunan
dar bir geçidi tıkamaktadır. Oysa arkeolojik dolgu tabakası zaten bu parmaklığa
kadar olan 40 m .lik
kısımda bulunmaktadır ve bu haliyle hiçbir koruma altında değildir. Arkeolojik
kalıntılar korunmak istiyorsa asıl parmaklık mağaranın ana giriş ağzına
yapılmalıdır. Ana giriş kayalarla kısmen tıkanıp bırakılan açıklığa parmaklık
yapılabilir. Mağara giriş ağzının 40
m . İlerisinde yeralan birinci parmaklık kilitli olmakla
birlikte yanında bir insanın sığabileceği kadar bir boşluk vardır. Sonuçta,
parmaklığa karşın buradan mağaraya girilebilmektedir. Aynı olay mağara bacalarından
birini tıkayan ikinci parmaklık için de geçerlidir. Bu iki parmaklık bu
halleriyle işlevsizdir. Nitekim ANMAK, 26 Mart 1993 tarihinde mağaraya yaptığı
etkinlikte parmaklıkların kenarından mağaraya girip çıkmıştır. Üçüncü parmaklık
ise ancak sürünülerek geçilebilen 2
m .lik bir koridoru tıkamaktadır. Bu parmaklık geçidi
tamamen kapatmaktadır; fakat kilitli olmadığından girişi engelleyecek durumda
değildir. Buraya bir kilit takılabilir. Mağaranın turizme açılması sırasında bu
dar geçidin dinamitleme ya da başka şekilde genişletilmesi gerekeceği kesindir.
Bu zorunlu genişletme mağaranın doğal ortamına çok zarar verecektir.
Dim Mağarası içinde yaptığımız
gözlemlerde herhangi bir arkeolojik bulguya rastlamadık. Bu şartlarda eğer Dim
Mağarası turizme açılacaksa, mağaranın ana girişi ile birinci parmaklığın
yeraldığı kısma kadar olan yaklaşık 40 m .lik bölüm kapatılarak turizm dışı
bırakılabilir. Bu kısmın kazı ve araştırmaları bittikten sonra açılması
kanımızca daha uygundur. Söz konusu bölüm tamamen kapatılıp giriş
engellendikten sonra mağaraya giriş bacadan verilebilir. Zaten, mağaranın
özellikle turist açısından ilginç olabilecek görsel güzellikleri bu bölümden
sonra başlamaktadır. Turizme açma çalışmaları sırasında iç düzenlemeler
yapılırken bu noktaya dikkat edilirse, mağaranın arkeolojik özelliklerine zarar
vermeden turizme açılması sağlanabilir.
Dim Mağarası’nda dikkatimizi
çeken diğer bir üzücü durum da, Kestel Belediyesi’nin tüm çöplerini mağara
giriş ağzına kadar taşıyıp buradan aşağıya Dim Çayı’na doğru döküyor olmasıdır.
Mağara giriş ağzının hemen altının çöplük haline getirilmiş olması hem aşağıda
bütün güzelliği ile akan Dim Çayı’nın zaman içerisinde kirlenmesine, hem de
turizme açılması planlanan bir yerin turizmi beklemeden pisletilmesine neden
olmaktadır.
2 - GEYİKBAYIRI MAĞARASI (ANTALYA)
Antalya Merkez İlçe’ye bağlı
Geyikbayırı Köyü’nde bulunan mağaraya ulaşım problemi yoktur. Çünkü mağara,
köyün hemen girişinde, köye giren asfalt yolun 2 m . Kadar sağında
bulunmaktadır. Yola bu kadar yakın olmasına karşın, giriş ağzı küçük ağaçlarla
örtülü durumda olduğundan yoldan görülememektedir. Toplam uzunluğu 120 m . Kadar olan mağaranın
en belirgin özelliği bir vadinin tabanında yeralması ve bu vadiden akan derenin
küçük kollarından birinden mağaraya özellikle kışın su sızıntısı olmasıdır. Bu
durum mağara içinde kalınlığı 10 – 20 cm . arasında değişen bir çamur dolgunun
oluşmasına neden olmuştur.
Yarı aktif bir mağara
sayılabilecek Geyikbayırı Mağarası bu özelliğiyle mağara canlıları açısından
çok uygun bir yaşama ortamına sahiptir. Nitekim 25 Mart 1993 tarihinde ANMAK
olarak yaptığımız inceleme sırasında değişik türde birçok canlıya rastladık: Değişik
tür kırkayak ve örümcekler, bir tür küçük sümüklüböcek, havada uçuşan sinek
benzeri küçük canlılar, yarasalar, açık gri renkte ve orta büyüklükte, karın
kısımları beyaz renkte olan 2 adet fare, mağara çekirgesi vb. MTA raporlarında
bu mağarada görüldüğü belirtilen Proteus Angiunus (Mağara Semenderi) türünden
daha farklı bir görünüme sahip olduğu tespit edilen mağara kertenkelelerine
yaptığımız gözlemde rastlayamadık. Troglobit sınıfına giren bu canlıların
mağarada hala yaşayıp yaşamadığının tespiti için mağarada değişik mevsimlerde
daha uzun süreli gözlemlerde bulunmak gerekmektedir. Bundan 10 yıl kadar önce Geyikbayırı
Mağarası’nda 5-6 adet olduğu belirlenen pembe renkli, ağır hareket eden,
gözleri olan ancak görmeyen bu canlı, ülkemizde ilk kez Geyikbayırı
Mağarası’nda görülmüştür. Geyikbayırı Mağarası bu özellikleriyle biospeleolejik
incelemeler ve deneyler için çok uygun bir mağaradır. Turizme açılması yerine,
yerli ve yabancı bilim adamlarının araştırmasına açılması daha uygundur. Mağara giriş ağzı
demir parmaklıkla kapatılmalı ve giriş özel izine tabi olmalıdır.
3 - KURUDAĞ MAĞARASI (SELÇUK / İZMİR)
Yaklaşık 50 m . uzunluğunda yatay ve
kuru bir mağara olan Kurudağ Mağarası’nın en önemli özelliği arkeolojik
kalıntılara sahip olmasıdır. Mağara giriş ağzı dardır ve çağımızda bilinmeyen
bir nedenle taş duvar ve harçla örülerek kapatılmıştır. Kapatılan kısım sonra
tekrar açılmıştır. Giriş ağzındaki moloz kalıntıları ve harç izleri bu durumu
doğrular niteliktedir. Doç. Dr. Erol Atalay, mağarada değişik zamanlarda
araştırmada bulunmuştur. Mağaranın yüzeyde bulunan seramik kırıklarına
dayanılarak M.Ö. 4. ve M.S. 4. yüzyıllar arasında kutsal bir yer olarak
kullanılmış olduğu düşünülmektedir. Prof. Vetters, Kurudağ Mağarası’nın
Nympheler veya Meteorea’lar kültünün merkezi olduğunu; Prof. Kenner ise Nymphe
ve Pan kültü için saygı görmüş olduğunu belirtmektedirler. Aslında, rutubetli
havası ve damlataş oluşumlarıyla Nymphe kültürü için tipik bir örnek teşkil
etmektedir.
Mağarada yeniden toplanan
seramik parçaları arasında bir adet Efes tipi geç Helenistik yağ kandili
vardır. Küçük buluntuların çoğu kandil parçaları olup, genellikle Roma çağı
Önasya tiplerine aittirler. Bulunan kandil parçaları M.Ö. 2. yy. ile M.S. 4.
yy. arasında tarihlenmektedirler. Bulunan tüm seramik parçaları ise, Efes ve
Efes Yediuyuyanlar’da ele geçen seramik parçalarına çok benzemektedirler. Bu durum,
bütün bu eserlerin aynı atölyede yapıldıklarını göstermektedir.
Doç. Dr. Erol Atalay, mağarada
iyi bir araştırma yapmak için kazı zorunluluğu olduğunu belirtmektedir. Bizler,
Sayın Atalay’ın görüşlerine tamamen katılıyor ve bu kazı çalışmaları tamamlanmadan
mağaranın turizme açılmasını sakıncalı buluyoruz. Kurudağ Mağarası’nın
arkeolojik öneminin yanı sıra, biyolojik önemi de vardır. Mağarada büyük bir
yarasa kolonisinin yaşadığı bilinmektedir. MTA raporlarında da belirtilen bu
durumdan Doç. Dr. Atalay da bahsetmekte ve mağarada yüzlerce yarasanın koloni
halinde yaşadığını ve mağara tabanının bu yarasaların gübresiyle dolmuş
olduğunu eklemektedir. Yarasa kolonisinin varlığı da mağaranın turizm
açılmasını engelleyen ikinci neden olarak karşımıza çıkmaktadır.
4 – SIRTLANİNİ MAĞARASI (KARACASU / AYDIN)
Güneye bakan mağara giriş ağzı 3 m . Kadar süren dar bir
geçitten sonra genişlemektedir. Geniş bir salon ve 6-7 tane küçük salondan
oluşan mağaranın içinde büyük bir yarasa kolonisi yaşamaktadır. Ayrıca, son
yıllara kadar mağara sırtlanlar tarafından barınak olarak kullanılmaktaydı.
Mağara içinde bu hayvana ya da bu hayvanın kurbanlarına ait birçok kemik
bulunmaktadır. Ancak mağaraya giren insan sayısındaki çoğalma, sırtlanların
yavrularını büyütebileceği daha güvenli bir ortam bulabilmek amacıyla mağarayı
terk etmelerine neden olmuştur. Düşünen
yaratıkların en zekisi olan insanoğlunun doğal denge ile bu şekilde bilinçsizce
oynamasının kabul edilebilir hiçbir yanı yoktur. Aynı bilinçsiz tavrı devam
ettirip yarasa kolonisini de katletmek istemiyorsak, mağaranın turizme
açılmasına krşı çıkmak durumundayız. Oldukça dar olan mağara girişinin
genişletilmesi zorunluluğu da mağaranın doğal ortamını bozucu etkiler
yapacaktır.
5 – İNKAYA MAĞARASI (SEFERİHİSAR / İZMİR)
Mağara içinde çeşitli seramik
kırıklarına bol miktarda rastlanıyor olması mağaranın insanlar tarafından
kullanıldığını göstermektedir. Kazı ve araştırma çalışmaları yapılmamış olan bu
mağarada defineciler kaçak kazı yapmaktadır. Bu bakımdan mağaranın korunabilmesi
için önlemler almak gerekmektedir. Defineciler arkeolojik değerlerimize zarar
verdikleri gibi, mağaradaki sarkıt ve dikitleri de ‘içinde altın saklanmış
olabilir’ düşüncesinden hareketle kırmaktadırlar. Doğal ve kültürel
değerlerimizin cahilce tahrip edilmesini önleyebilmek açısından mağara girişi
demir parmaklıkla kapatılmalı ve giriş-çıkışlar denetlenmelidir. İnkaya
Mağarası arkeolojik özelliklerinin yanı sıra büyük bir yarasa kolonisi ile çok
miktardaki beyaz ve gri renkli fareyi barındırmaktadır. Bütün bu özellikler
dikkate alındığında mağaranın turizme açılmasının sakıncalı olduğu ortaya
çıkacaktır.
6 – ASLANLI (YAREN) MAĞARASI (KUŞADASI /
AYDIN)
ALTERNATİF MAĞARA TURİZMİ POLİTİKASI NASIL OLABİLİR?
Turizm Bakanlığı tarafından
belirlenen 12 mağaradan, yukarıda özelliklerini saydığımız 6 mağaranın
dışındaki diğer 6 mağara (Papazkayası, Küçükdipsiz, Büyükdipsiz, Peynirdeliği,
Yalandünya, Altınbeşik) şu anda özel ilgi gruplarına hitap eden mağaralardır ve
bu şekilde kalmaları bizce daha uygundur. Çünkü bir mağaranın doğal ortamına
zarar vermeden turizm projesi hazırlayabilmek imkansızdır. Gerek mağaraya
ulaşımı sağlayacak yolun açılması, gerekse mağara içi düzenlemeler sırasında
doğal ortamın zarar göreceği kesindir. Bu şartlarda, gerçek bir koruma
hedefleniyorsa klasik biçimiyle sürdürülen turizm anlayışından vazgeçilmek
zorundadır. Burada alternatif mağara turizmi politikalarının üretilmesi
zorunluluğu karşımıza çıkmaktadır. Bizler bu konuda öneri olarak şunları
söyleyebiliriz; kanımızca mağara turizmi olayı mağara içinde hiçbir düzenleme
yapılmaksızın gerçekleştirilmelidir. Bugün mağaracılar mağaralara nasıl girip
çıkıyorlarsa, yerli ya da yabancı turistler de aynı şekilde mağarayı ziyaret
edebilirler. Kuşkusuz bu durumda turistlerin belli özverilerde bulunmaları
gerekecektir. Zaten çok özelleşmiş bir beğeni olan mağara gezme fikrini cazip
bulanlar, belli özverilerde bulunmaya en azından düşünsel olarak hazır kişiler
olacaktır. Karşılaşılabilecek zorlukları, mağara seçiminde gösterilecek
titizlikle aşmak mümkündür. Mağara içi gezi sırasında tecrübeli rehberlerin
bulunması gezinin düzenli ve güvenli bir şekilde yürütülmesini sağlayabilir.
Üstelik mağaraların bu şekilde turizme açılması, Turizm Bakanlığı’nın yapacağı
pek çok harcamayı ortadan kaldıracak ve yapılacak yatırımın maliyetini en aza
indirecektir. Mağara içinde ışıklandırma çalışması yapıyoruz diye birçok sarkıt
ve dikiti kırmaktan ve metrelerce kablo döşemektense, turistlere birer baret ve
karpit lambası ya da pilli kafa lambası vermek çok daha ekonomik ve
mantıklıdır. Ancak bu şekilde mağaralarımızın doğal ortamlarını bozmaksızın
turizme açabileceğimiz düşüncesindeyiz.
Ankara
Mağara Araştırma ve Koruma Derneği (ANMAK)
Yazan: Yavuz İşçen / Ankara
Nisan 1993
Türkiye’de Dağcılık Tarihi
Yazan: Yavuz İşçen
DAĞLAR VE İNSANLAR
İnsanoğlunun dağlarla olan ilişkisi insanlık tarihi kadar eskidir. Dağlar çok eski devirlerde bile insanlar için kutsal mekanlar olarak kabul edilmişlerdir. Bunun bir nedeni, kuraklık ve kıtlığın açlıkla eş anlamlı olmasından kaynaklanmaktadır. En çok açlıktan korkulan bir dönemde yağmurun dağların yüksek zirvelerinden bulutlar ve gök gürültüleriyle birlikte geliyor olması insanların dağları kutsal mekanlar olarak görmesine neden olmuştur. Eski mitolojilerin çoğunda dağlar, tanrıların yaşadıkları kutsal yerler olarak kabul edilmektedirler. Böyle olmasının temelinde dağların gökyüzüne en yakın noktalar olmasının payı büyüktür.
Musa Peygamberin 10 emri aldığı yer Sina dağıdır.
Yahudilerce bu dağ Musa’ya ilk vahyin indiği yer olarak kabul edilir. Antik
Yunan mitolojisinde Olimpos dağı tanrıların mekanı olarak kabul edilmekteydi.
Anadolu’da ise İda Dağı’nın (bugünkü Kaz dağı) tanrılara ev sahipliği yaptığı
düşünülüyordu. İnsanoğlunun dağlara çıkma isteğinin temelinde bu dinsel
belirlemelerin etkisinin göz ardı edilmemesi gerektiği düşüncesindeyiz. Tabi ki
dağlara çıkma isteği sadece dinsel nedenlerle açıklanamaz. Eski dönemlerde
çeşitli savaşlar nedeni ile dağlar aşılmak zorunda kalınmıştır. Caesar’ın
Alpleri aşması buna iyi bir örnektir. MÖ. 126 yılında Roma İmparatoru
Hadrianus’un güneşin doğuşunu izlemek amacı ile Etna dağına çıktığı
bilinmektedir. Aslında insanoğlunun merakı, macera duygusu ve yeni şeyler
keşfetmek konusundaki aşırı ilgisinin dağlara çıkmasında çok önemli bir payı
olduğu kesindir.
DÜNYADA DAĞCILIK TARİHİ
İnsanlık tarihinde birbirinden çok farklı nedenlerle
yapılmış olan bir çok dağ tırmanışı bulunmakla birlikte, bütün bunlar modern
anlamda dağcılığın başlangıcı olarak kabul edilmemektedirler. Dünya dağcılık
tarihinin başlangıcı olarak 1786 yılı genel kabul görmüştür. 1786 yılı Mont
Blanc dağına ilk çıkışın yapıldığı yıldır. İsviçreli bir bilim adamı olan Horace–Benedict
de Saussure’nin 1760 yılında Chamonix gezisi sırasında Alplerde Güney Doğu
Fransa’da bulunan Mont Blanc (4807
m .) zirvesini görmesi ve bu zirveye tırmanan kişiye ödül
vereceğini ilan etmesiyle Mont Blanc’a tırmanış için çabalar başladı. Mont
Blanc’ın ilk tırmanışı bu ödülün koyulmasından 26 yıl sonra gerçekleştirildi.
1786 yılında Doktor Michel Gabriel Paccard ve kristal arayıcısı Jacques Balmat
adlı iki Fransız Mont Blanc’a tırmanmayı başardılar ve ödülü aldılar. Bu
tırmanışla birlikte modern anlamda dağcılığın başladığı kabul edilmektedir.
Dağcılığın ilk olarak Alp dağlarında başladığı kabul edildiği için dağcılık
sporu sonradan “Alpinizm” adı ile anılmaya başlamıştır. Dağcılık sporu ile
uğraşan kişilere de “Alpinist” denilmektedir.
ÜLKEMİZDE DAĞCILIK
TARİHİ
Ülkemizde dağcılık etkinlikleri ilk kez yabancıların bizim
dağlarımıza çıkmasıyla başlamıştır. Bu ilk tırmanışlar dağcılık
etkinliklerinden çok bilimsel araştırma temelinde gelişen tırmanışlardır. Bu
konuda bilinen ilk tırmanış bir Alman fizik profesörünün Büyük Ağrı dağına
yaptığı tırmanıştır. 27 Eylül 1829 tarihinde Prof. Dr. F.V. Parrot Büyük Ağrı
dağının zirvesine (5165 m .)
ulaşan ilk kişi olmuştur. Bu tırmanış aynı zamanda ülkemizde dağcılık
etkinliklerinin başlangıcıdır. Parrot’un 1844 yılında ölümü üzerine bölgedeki
çalışmaları yürütmek üzere Alman hükümeti Prof. Dr. O.W. Herman Abich’i
Türkiye’ye gönderir. Abich, bir doğa bilimci olan Dr. Wagner ile birlikte 1845
yılında Büyük Ağrı dağının zirvesine bir tırmanış daha gerçekleştirir. Daha
sonra yine bir Alman Profesör Karl Koch tarafından 1846'da Rize Kaçkar
dağlarında Kaçkar ana zirvesine (3932
m .) tırmanıldığı bilinmektedir. 1894 yılında W. Rickmer
gene Kaçkar dağlarında, Altıparmak zirvesine (3472 m .) tırmanmıştır.1859
yılından itibaren Orta Toroslar’da Aladağlar bölgesine araştırma yapmak üzere
bir çok yabancı bilim adamı ülkemize gelmiştir. Bu bilim adamlarından
Avusturya’lı jeolog Franz Schaffer 1901 yılında Alaca başı olarak bilinen 3200 m .lik zirveye
tırmanmıştır. Bu tırmanış Aladağlar’da yapılan ilk tırmanış olarak
bilinmektedir. F. Schaffer’in yayımladığı notları Alman dağcılık kulübü
üyelerinin ilgisini çekmiş ve bölgeyi araştırmak ve tırmanışlar yapmak üzere
1927 yılında bir ekip gönderilmiştir. 1927 yılı yaz aylarında Dr. Georg Künne,
Dr. Wilhelm Martin ve eşi Marianne’den oluşan ekip Demirkazık (3756 m .), Kaldı (3736 m .), Kızılkaya (3725 m .), Alaca (3582 m .), Eznevit (3550 m ) zirvelerinin ilk
çıkışlarını gerçekleştirmiştir. Demirkazık zirvesi çıkışı sırasında ekibe
Demirkazık köyünden Veli çavuş adı ile bilinen bir genç köylü rehberlik
yapmıştır. Veli çavuşun da ekiple birlikte Demirkazık zirvesine çıktığı
bilinmektedir. Bu anlamda Demirkazık zirvesinin bilinen ilk Türk çıkışı 1927
yılında Veli çavuşa aittir.
Hakkari bölgesindeki Güneydoğu
Toroslar’da yer alan Cilo ve Sat dağları üzerinde 1900 yılında F.R. Maunsel
tarafından harita çıkartılması amacıyla çeşitli araştırmalar yapılmıştır. 1931
yılında Ludwig Krenek ve Ludwig Sperlich Cilo ve sat dağlarında ilk
tırmanışları gerçekleştirmişlerdir. Bundan sonra düzenlenen ikinci etkinlik
ise, 1937 yılında 8 Eylül–8 Ekim tarihleri arasında Berlin üniversitesi
doçentlerinden Hans Bobek başkanlığında, 5 kişilik Alman dağcı ekip tarafından
gerçekleştirilmiştir. Bu etkinlik sırasında Reşko (4136 m .) zirvesi de dahil
olmak üzere 20 ana zirvenin ilk tırmanışları yapılmıştır.
1938 yılı yabancı dağcıların Aladağlar’daki birçok zirveye
ilk çıkışları gerçekleştirdikleri yıl olmuştur. Alman – Avusturya dağcılık
kulübünün üyelerinden Walter Pleunigg, Siegfried Tritthard, Hermann Heide ve
Josef Pucher’den oluşan 4 kişilik dağcı ekip bir dizi tırmanış
gerçekleştirmişlerdir. Bu ekip 25’i ilk çıkış olmak üzere toplam 30 zirve
çıkışı gerçekleştirmiştir. Bu tırmanışlar ile Aladağların Torasan bölgesindeki
zirveler haricinde hemen hemen bütün zirvelere çıkılmıştır. İkinci Dünya savaşı
yıllarında Türkiye’de bulunan İngiliz Büyükelçiliği’nde görevli 3 diplomat
Aladağlar’da çeşitli tırmanışlar yapmışlardır. Edward H. Peck, Robin Hodgin, L.
H. Hurst adlı bu diplomatlar tarafından 1943, 1944, 1945 yıllarında
gerçekleştirilen tırmanışlarda bilinen zirvelere farklı rotalardan çıkışlar
yapılmıştır. Bu rotaların bazıları hala bu diplomatların adı ile bilinmektedir.
1955 yılında ise hem Alman hem de İtalyan dağcılar Aladağlar’da çıkılmamış birçok
rotayı tırmandılar. Özellikle İtalyan ekip Aladağlar’ın Torasan bölgesinde
çıkılmamış olan 20’den fazla zirvenin ilk çıkışlarını gerçekleştirdiler. Bu
yıldan sonra da yabancıların Aladağlar’daki etkinlikleri uzun dönem devam
etmiştir.
1962 yılında Bernhard Maidl ve Rudiger Steuer, Cilo
Dağları'na yaptıkları tırmanışta 4136
m .lik Uludoruk zirvesinin kuzey duvarının büyük buzul
üzerinden yapılan ilk çıkışını gerçekleştirdiler. 1966 yılında Doug Scott ve
Brian Watts Cilo Dağları'ndaki Göl
Dağı kuzeydoğu duvarını ilk kez
tırmandılar. 1967'de Martin Lutterjohann ve Herbert Zehetner Cilo Dağları'nda 4136 m .lik Uludoruk
zirvesinin batı yüzünün ve Suppa Durek'in 4.116 m . metrelik doğu
duvarının ilk tırmanışlarını gerçekleştirdiler. 1967 yılında Andrzeg Kus ve
Andrzej Mroz Uludoruk zirvesinin batı duvarındaki en teknik rota olan büyük
çatlağı tırmandılar. 1969 yılında Toni Fuchs, lse Fuchs, Muzaffer Erol Gez ve
Servet Taş tan oluşan Avusturya-Türk ekibi Cilo Dağları'nda Köşe Direği’nin (3918 m .) doğu duvarına
tırmandılar. 1972 yılında Aladağlar’da Demirkazık kuzey duvarı ilk kez
tırmanıldı. Tırmanışı Avusturalya’dan Joe Friend ve Yeni Zellanda’dan Rick
Jamieson gerçekleştirdiler. 1986 yılında Vay Vay dağı (3563 m .) kuzey duvarı
İtalyan bir ekip tarafından çıkıldı.
İLK TÜRK ÇIKIŞLARI
İlk
Türk dağcısı olarak bilinen isim, Ali Vehbi Türküstün’dür. Fransa’da Paris’te
Tıp öğrenimi yaparken 4 Fransız dağcı arkadaşı ile birlikte 26
Temmuz 1906 günü Alp Dağları'nın en yüksek noktası olan Mont Blanc zirvesine
tırmandığı bilinmektedir. Bu tırmanış Türk dağcılık tarihinde bilinen ilk
tırmanıştır. Türklerin dağcılık
sporuna ilgileri daha çok askeri amaçlı olarak Birinci Dünya Savaşı yıllarında
başlamıştır. Savaş sırasında İtalyan cephesinde Avusturyalı dağcı birliğinin
bir tatbikatını izleyen Pertev Paşa, Osmanlı ordusu bünyesinde böyle bir
birliğin kurulması için çalışmıştır. Pertev Paşa’nın isteği üzerine Avusturyalı
bir dağcı olan Albay Bilgeri, 5 subay ve 40 Astsubaydan oluşan Türk askerlerine
temel dağcılık bilgileri vermiştir.
Miralay
(Albay) Cemil Cahit Toydemir' in 1924'te Kayseri’deki Erciyes Dağı
zirvesine (3.916 m .), yanında
6 subay ve 1 erle birlikte doğu yönünden tırmanışı
ile Türkiye’de dağcılık etkinlikleri başlamıştır. Cemil Cahit
Toydemir böylece Türkiye dağlarında dağcılık sporunu başlatan ilk kişi olarak
kabul edilmiştir. Miralay Cemil Bey Erciyes Dağı zirvesine tırmandıktan sonra
kendisiyle birlikte zirve yapan subay ve erlerin isimlerini bir kağıda yazıp
metal bir sigara tabakası içine koyarak zirveye bırakmıştır. Bu metal sigara tabakası
aynı zamanda yurdumuzun ilk zirve defteri olma özelliğini taşımaktadır.
1925 yılında Bursalı bir doktor olan Osman Şevki Bey,
Bursa’daki Keşiş Dağı zirvesine (2545 m .)
ilk tırmanışı yapmıştır. Tırmandığı bu dağa Uludağ adını vermiştir. Bu
adlandırma Atatürk tarafından da beğenilmiş ve dağın adının Uludağ olarak
değiştirilmesine karar verilmiştir. Soyadı kanunu çıktıktan sonra Dr. Osman
Şevki Bey’e Atatürk tarafından “Uludağ” soyadı verilmiştir.3 Ağustos 1934
tarihinde 9. Kolordu’ya bağlı askeri birlikten 8 kişilik ekip, Küçük Ağrı Dağı (3868 m .) zirvesine tırmanır.
Tırmanışı gerçekleştirenlerden biri 8 yaşlarında bir subay çocuğudur. 3 Eylül
1934 tarihinde Yüzbaşı Rüştü ve Teğmen Bekir komutasındaki bir askeri ekip
Büyük Ağrı Dağı’nın zirvesine (5165
m .) ilk çıkışı gerçekleştirir. Zirveye çıkan ekip 14
kişiden oluşmaktadır. Bu tırmanışlar Büyük Ağrı ve Küçük Ağrı Dağı zirvesine
yapılan ilk Türk tırmanışıdır. Büyük Ağrı Dağı zirvesine yapılan kayıtlara
geçmiş ikinci Türk çıkışı ise, gene askeri bir birlik tarafından 1937 yılında
yapılan tırmanıştır. Binbaşı Cevdet Sunay başkanlığında 15 subay ve 50 askerden
oluşan bir birlik zirve tırmanışına geçmiştir. Zirveye ulaşan 8 kişilik bir
grup olmuştur. Zirveye Atatürk büstü dikilmiştir. Tırmanış sırasında 38 yaşında
olan Binbaşı Cevdet Sunay, daha sonra Türkiye’nin 5. Cumhurbaşkanı olarak
1966–1973 yılları arasında görev yapmıştır.
TÜRK
DAĞCILIK CEMİYETİ VE ÖRGÜTLENME
Bu yıllarda ülkemizde dağcılık biri
askeri diğeri sivil olmak üzere iki koldan yürütülmektedir. Başlangıçta askeri
tırmanışlar ön plandadır. Sonraları sivil ve sportif amaçlı tırmanışlar git
gide yaygınlık kazanmıştır. 1926 yılında Türk ordusu içinde bir dağcılık
talimgahı kurulmuştur. Bu okul ülkemizde açılmış ilk dağcılık okuludur. Birinci
Dünya savaşı yıllarında Türk Ordusu’ndaki subaylara dağcılık eğitimi veren Avusturyalı dağcı Albay Bilgeri, Cumhuriyetin
ilanından sonra 1927 ve 1928 yıllarında tekrar Türkiye’ye gelerek Eğirdir’de 3
er ay süre ile dağcılık kursları düzenlemiştir. Bu çalışmalar sonrasında 1928
yılında “Türk Dağcılık cemiyeti” adı altında ilk dağcılık örgütü ülkemizde
kurulmuştur. 1933 yılında ise “Türk yürüyüşçülük, Dağcılık Kış sporları Kulübü”
adı altında bir klüp faaliyete başlamıştır. Bu klüp sonradan “Tenis, Eskirim ve
Dağcılık Kulübü” adını almıştır. Bu kulübün kurucusu, dönemin İstanbul
Valisi ve Belediye Başkanı olan Muhiddin Bey’dir. Muhiddin Bey'e dağcılık
sporuna karşı yakın ilgisi nedeniyle soyadı kanunu çıktıktan sonra Atatürk
tarafından Üstündağ soyadı verilmiştir. 1939
yılında Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü bünyesinde “Dağcılık ve Kış Sporları
Federasyonu” oluşturulmuştur. Aslında federasyonun ilk kuruluşu 1936 yılında
olmuştur ancak yasal anlamda işlerlik kazandığı yıl 1939’dur. Federasyon içinde
uzun yıllar dağcılık ve kayak birlikte yürütüldü. Kayak çoğu zaman ön
plandaydı. Bu birliktelik 1966 yılına kadar devam etti. Daha sonra dağcıların
yoğun çabaları sonucu dağcılık için ayrı bir federasyon oluşturuldu.
DAĞCILIK FEDERASYONUNUN
KURULMASI VE TIRMANIŞLAR
Dağcılık
Federasyonun ilk başkanlığını 1936–1941 yılları arasında Latif Osman Çıkıgil
yürütmüştür. Ülkemizin bu ilk kuşak dağcıları arasında, Latif Osman Çıkıgil,
Muvaffak Uyanık ve Muharrem Barut isimleri ön plandadır. Dağcılık Federasyonu
başkanlığını, 1941 – 1944 yılları arasında Nizamettin Kırşan, 1944–1948 yılları
arasında ise vekaleten Asım Kurt yürütmüştür. 1948’den sonra ise Asım Kurt
aslen başkan olmuştur. Asım Kurt’un başkanlığı federasyonun dağ ve kayak olarak
ikiye ayrıldığı 1966 yılına kadar devam etmiştir.
1940 LI YILLAR
1941 yılında Erciyes ve
Bolkar dağlarında dağcılık federasyonu tarafından düzenlenen tırmanışlar
bulunmaktadır. 1941 yılındaki Bu tırmanışlar, ülkemizde devlet tarafından
düzenlenen ilk sivil dağcılık hareketi olarak bilinmektedir. Asım Kurt’un federasyon
başkanlığı döneminde 1945 yılında Latif Osman Çıkıgil’in çabalarıyla Federasyon
adına Cemil Oka liderliğindeki bir ekip Aladağlar’a etkinlik düzenlemiş ve
Demirkazık zirvesine klasik rotadan çıkılarak zirveye defter bırakılmıştır. Bu
tırmanış Demirkazık zirvesine ilk Türk ekip çıkışıdır.
1945 yılında
Hakkari bölgesindeki Cilo ve Sat dağlarında da ilk Türk etkinliği organize
edilmiştir. Bu etkinliğe Prof. Dr. Reşat İzbırak araştırmacı olarak
katılmıştır. Bu etkinlikte Gelyano zirvesine (3650 m .) tırmanılmıştır.
Reşko zirvesi (4136 m .)
denenmiş ancak 4030 m .ye
kadar tırmanılabilmiş ve geri dönülmüştür. Bu zirveye ilk çıkış 5 Ağustos 1947
tarihinde MTA adına araştırma yapan bir jeolog ekip tarafından yapılmıştır.
Zirveye çıkan ekip içersinde, Hayri Ünsal, Süleyman Türkünal, Ali Güzel,
İbrahim Şenocak ve avcı Osman bulunmaktadır. 1948 yılında ise aynı bölgeye
dağcılık federasyonu tarafından ikinci bir etkinlik organize edilmiştir. Bu
etkinliğe ise Prof. Dr. Sırrı Erinç araştırmacı olarak katılmıştır. Bu etkinlik
sırasında Reşko zirvesine çıkış gerçekleştirilmiştir. Bu tırmanışı
gerçekleştiren kişiler arasında Latif Osman Çıkıgil, Muvaffak Uyanık, Asım Kurt, Şinasi barutçu gibi
kişiler bulunmaktadır.
Asım Kurt’un federasyon içinde daha çok kayağa ağırlık
vermesi dağcılık adına fazla bir etkinliğin organize edilememesine neden
olmuştur. Bu durum federasyon içinde yoğun tartışmaları da beraberinde
getirmiştir. Dağcılık Federasyonu içinde ikinci kuşak olarak bilinen Dr. Bozkurt Ergör ve Muzaffer Erol Gez
gibi kişiler bu durumu şiddetle eleştirmişlerdir. Bu gruba sonradan İsmet
Ülker’de katılmıştır.
1950 Lİ YILLAR
1952 yılında Aladağlar’da Kaldı zirvesinin ilk Türk çıkışı
yapılmıştır. Ancak bu zirveye çıkan kişi bir dağcı değildir. Şahap Tanyolaç
adlı bir mühendis bölgede yapılmakta olan yol hattını daha iyi görebilmek için
yüksek bir yere çıkma ihtiyacı duymuş ve Kaldı zirvesine (3736 m .) tırmanmıştır. Bu
tırmanış Kaldı zirvesinin bilinen ilk Türk çıkışıdır.
1953 yılında ilk Türk – Avusturya ortak ekspedisyonu
Aladağlar’da gerçekleştirilmiştir. Türk ekibi içersinde, Ersin Alok, Muvaffak
Uyanık, Rasim Akın ve Selehattin Dipçin bulunmaktadır. 15 gün süren bu etkinlik
sırasında Demirkazık, Kaldı, Küçük Demirkazık
(3400 m .),
Alaca (3582 m .) ve Emler (3723 m .) tırmanışları
gerçekleştirilmiştir. Tırmanılan zirvelerden son üçü ilk kez Türk ekipleri
tarafından çıkılmıştır.
1954 yılında Esin Alok ve Rasim Akın önderliğindeki Türk
ekibi, Kızılkaya batı rotası ve Demirkazık Peck kulvarı rotasından ilk Türk
çıkışlarını gerçekleştirmişlerdir. Aynı yıl federasyon tarafından Büyük Ağrı
Dağı çıkışı organize edilmiştir. 1954 yılında Erdal İnönü Kayseri'den arkadaşı
Necdet Nakipoğlu ile birlikte Erciyes zirvesine tırmanmıştır. 1950 li yıllarda
Manisa Tarzanı olarak bilinen Ahmeddin Çarlak, Manisa Dağcılık Kulübü ekibi ile
birlikte Büyük Ağrı, Demirkazık ve Cilo Dağları’nda tırmanışlar yapmıştır.
1955 yılında Bozkurt Ergör, Trabzon’da askerlik yaptığı
dönemde bir hafta sonu Kaçkar Dağları’na gitmiş ve ilk çıkışını kendi
gerçekleştirdiği için adını Ergör Tepe (3589 m .) koyduğu zirveye tırmanmıştır.
1956 yılında federasyon tarafından Aladağlara’da bir
tırmanış etkinliği daha organize edilmiştir. Etkinliğe Türkiye’nin değişik
bölgelerinden 53 dağcı katılmıştır. Bu etkinliğe misafir olarak Avusturyalı
dağcıların da katılmasıyla büyük bir ekspedisyon oluşturulmuştur. Bu etkinlik
sırasında Demirkazık (3756 m .)
ve Emler (3723 m .)
zirvelerine tırman ekip arasında Bozkurt Ergör, Muzaffer Erol Gez ve Engin
Kongar bulunmaktadır. Bu tırmanıştan 1 ay kadar sonra Demirkazık zirvesine
tekrar tırmanmak üzere gelen Engin Kongar
8 Eylül 1956 tarihinde batı yüzünde tırmanış sırasında düşerek hayatını
kaybetmiştir. Bu olay ülkemizde ölümle sonuçlanan ilk dağ kazasıdır. Dr.
Bozkurt Ergör yıllar sonra Aladağlar’ın haritasını yaparken bugün Emler adıyla
bilinen zirveye “Engin Tepe” adını vermiştir. Engin Kongar’ın mezarı
Aladağlar’da, Niğde–Çamardı yolu
üzerinde Çukurbağ Köyü kavşağı yakınında bulunmaktadır.
1960 LI YILLAR
1960 lı yıllarda Dağcılık fedarasyonu içersindeki
tartışmalar hız kazanmış ve bazı ayrılıklar yaşanmıştır. Dr. Bozkurt Ergör 1962
yılında İstanbul’da “Türk Dağcılık Kulübü” adı altında ayrı bir örgütlenmeye
gitmiştir. Bu örgüt 1972 yılına kadar varlığını sürdürmüştür. 12 Mart askeri
yönetimi sırasında kulüp kapanmıştır. Kulübün yönetiminde başlangıçta Dr.
Bozkurt Ergör, Şinasi Barutçu, Muvaffak Uyanık gibi kişiler bulunmaktadır. 1963
yılında Sönmez Targan kulübün başkanlığını yürütmüştür. Aynı dönemde Muzaffer
Erol Gez ve İsmet Ülker’de Anadolu’da farklı illerde dağcılık kulüplerinin
kurulması için çalışmalar sürdürmüşlerdir. Bu çalışmalar ülkemizde ilk özel
dağcılık örgütlenmelerinin çekirdeğini oluşturmuştur. Nitekim Türk Dağcılık
Kulübü’nün 1972 yılında kapanmasından 2 yıl sonra 1974 yılında ODTÜ dağcılık
kulübünden ayrılan Yalçın Koç tarafından “Anadolu Dağcılar Birliği” adı altında
yeni bir örgütlenme oluşturulmuştur.
1966 yılında federasyon resmen ikiye ayrılmış ve Dağcılık
Fedarasyonu bağımsız bir birim olarak çalışmalarına başlamıştır. Ayrıldıktan
sonra Fedarasyonun ilk başkanlığına 1966 yılında İsmet Ülker getirilmiştir.
Ancak o dönemde 26 yaşında olan İsmet Ülker, bu görevi daha tecrübeli olan
Latif Osman Çıkıgil ya da Bozkurt Ergör’ün yapmasının uygun olacağını
belirtmiştir. Bunun üzerine Latif Osman Çıkıgil 30 yıl aradan sonra tekrar
federasyon başkanı olmuştur.
1965, 1966 ve 1967 ve onu izleyen yıllarda Türk dağcıları
artık her yıl Aladağlar’a kamp kurmaya ve çeşitli tırmanışlar yapmaya
başlamışlardır. Bu tırmanışlar sırasında bir çok ilk Türk çıkışı
gerçekleştirilmiştir. 1965 yılında Muzaffer Erol Gez başkanlığında 8 kişilik
ekip çeşitli zirve çıkışlarının yanı sıra Cebelbaşı (3574 m .), Direktaş (3510 m .) ve Kızılkaya (3725 m .) zirvelerinin ilk
Türk çıkışlarını yapmıştır. 1966 yılında gene Muzaffer Erol Gez başkanlığındaki
4 kişilik bir ekip Gürtepe (3630
m .) zirvesinin ilk Türk çıkışını gerçekleştirmiştir.
1967 yılında federasyon tarafından Aladağlar’da büyük bir tırmanış kampı
kurulmuştur. Kampa Latif Osman Çıkıgil, Bozkurt Ergör, Sönmez Targan, Muzaffer
Erol Gez, İsmet Ülker gibi dağcıların da aralarında bulunduğu toplam 30 kadar
dağcı katılmıştır. Kampa katılan dağcılar gruplara ayrılarak birçok zirve
tırmanışı gerçekleştirmişlerdir. Kaldı kuzey, Kaldı güney–doğu ilk Türk çıkışı,
Sıyırmalık zirvesi batı duvar çıkışları Türk tırmanış tarihinde birer ilktir.
Bu tırmanış, ülkemizde teknik duvar çıkışlarının başlangıcı olarak kabul
edilebilir.
1969 yılında Bozkurt Ergör ve Sönmez Targan Demirkazık ilk
kış tırmanışını gerçekleştirmişlerdir. Bu tırmanış Türk dağcılık tarihinde bir
dönüm noktasıdır. Bu tırmanışla birlikte Türk dağcıları ülkemizdeki dağların
kış çıkışlarını yapmak için çalışmalar başlatmışlardır.
1970 Lİ YILLAR
Bu yıllarda Türk dağcıları yoğun olarak daha teknik
tırmanışlar ve kış çıkışları yapmaya yöneldiler. 1969 yılında Demirkazık
zirvesi kış çıkışından sonra Bozkurt Ergör, 1970 yılında Büyük Ağrı zirvesinin
ilk kış çıkışını gerçekleştirdi. 1972 yılında Yalçın Koç ve Hüseyin Özbek Kaldı
zirvesinin ilk kış çıkışını yaptılar. Gene Yalçın Koç Reşko ve Kaçkar ana
zirvelerinin de ilk kış çıkışını gerçekleştirdi.
1973 yılında Bozkurt Ergör Türkiye Dağcılık Federasyonu
başkanlığına getirildi. Bozkurt Ergör bu görevi 1984 yılına kadar sürdürmüştür.
1966 yılından itibaren ayrı bir birim olarak örgütlenen Türkiye Dağcılık
Federasyonu Bozkurt Ergör’ün başkanlığı döneminde, 1977 yılında Uluslararası
Dağcılar Birliği’ne (UIAA) resmen üye olmuştur. 1984’den sonra federasyon
başkanlığı görevini Abdülmecit Doğru üstlenmiştir.
1970 li yıllar Türk dağcılığında Yalçın Koç isminin ön
plana çıktığı yıllardır. ODTÜ dağcılık kulübünde etkinliklerini sürdüren Yalçın
Koç çeşitli anlaşmazlıklar sonucu bu kulüpten ayrılmış ve 1975 yılında kısa adı
ADB olan Anadolu Dağcılar Birliği’ni kurmuştur. ADB Ülkemizde birçok teknik
tırmanışa imzasını atmış ve yeni nesil dağcılarımızın yetişmesinde ciddi bir
rol oynamıştır. Türk dağcılık tarihinde önemli bir yere sahip olan, Recep
Çatak, Kaşif Aladağlı, Ömer Tüzel, Seyhan Çamlıgüney, Muzaffer Tıraş, Ümit
Genç, Muzaffer Özdemir. Murat Yıldırım, Batur Kürüz gibi dağcılarımız ADB
içinden yetişmişlerdir. ADB, 1990 yılında etkinliklerine son vermiş ve 1995
yılında hukuken kapanmıştır.
1980 Lİ YILLAR
Bu yıllar Türk dağcılığının altın döneminin başladığı
yıllardır. 80’li yıllarda ülkemizde yurt dışı tırmanışların ilk adımları atılmıştır.
Yurt dışı tırmanışları ayrı bir bölüm halinde inceleyeceğiz. Bu yıllar
ülkemizde Güney Doğu bölgelerimizde etnik çatışmaların yaygınlık kazandığı
yıllardır. Bu olaylar ülkemiz dağcılığını da olumsuz etkilemiştir. Bu bölgede
yer alan Cilo ve Sat dağları tırmanışa kapatılmıştır. Bugün bölgedeki
çatışmaların büyük oranda bitmiş olmasına karşın bu dağlar günümüzde de
tırmanışa kapalı durumdadır. Bölgede tırmanışa kapatılan diğer önemli dağlar
arasında Ağrı ve Süphan Dağı da bulunmaktadır. Ağrı Dağı 1990 yılında tırmanışa
kapatılmış ve 1999 yılına kadar hiçbir tırmanış yapılamamıştır. 1999 yılından
sonra Ağrı ve Süphan Dağları izinli olarak tırmanışa açılmıştır. 80 li yıllarda
Güney Doğu bölgemizde yaşanan bu gelişmeler sonucu dağcılarımızın ilgisi yoğun
olarak Aladağlar üzerinde toplanmıştır. Bu yıllarda Aladağlar’da birçok
tırmanış organize edilmiştir. Bu tırmanışlardan bazılarını aşağıda vermek
istiyoruz.
1980 yılında ADB’den Ömer Tüzel ve Recep Çatak
Aladağlar’da Direktaş zirvesinin (3510 m .)
kuzey duvarından ilk Türk çıkışını gerçekleştirdiler. 80 li yılların
başında ADB’den Kaşif Aladağlı ve Recep Çatak’ın da içinde bulunduğu bir grup,
Aladağlar’ın Torasan bölgesi haricinde tamamında keşif ve sırt haritalarının
çıkartılması amacıyla etkinlik ve bir dizi teknik tırmanış gerçekleştirmiştir.
1983 yılında Ömer Tüzel Vay Vay (3563
m .) güney batı yüzü ilk Türk tırmanışını yapmıştır.
Hikmet ve Ahmet Gürbüz kardeşler 1984 yılı kış aylarında Kızılkaya (3725 m .) ilk kış tırmanışını
ve 1985 yılı kış aylarında ise Alaca zirvesinin (3582 m .) batı yüzünden ilk
Türk kış çıkışlarını gerçekleştirmişlerdir. 1986 kış aylarında Tekin
Küçüknalbant Güzeller (3461 m .)
zirvesinin güney sırtından solo olarak ilk Türk kış çıkışını
gerçekleştirmiştir. 1986 yılında Küçük Demirkazık zirvesinin (3400 m .) Orhan Özçalık
liderliğinde 3 kişilik bir ekip tarafından ilk kış çıkışı gerçekleştirilmiştir.
1987 yılında Emler zirvesinin (3723
m .) ilk kış tırmanışı Ümit Genç tarafından solo olarak
yapılmıştır. Aynı yıl Batur Kürüz Direktaş zirvesine (3510 m .) güney yüzden solo
kış çıkışı yapmıştır. 1988 yılında Parmakkaya’nın ilk Türk çıkışı Emre
Altoparlak tarafından gerçekleştirilmiştir.
Bu tırmanışlar yapılırken Dağcılık Federasyonu’nda 1984
yılında Prof. Dr. Abdülmecit Doğru başkanlığa getirilmiştir. Abdülmecit Doğru
1990 yılına kadar başkanlığı yürütmüştür. Bu süre içinde bir çok yurt dışı
tırmanış gerçekleştiren Abdülmecit Doğru, 1991 yılı Erciyes kış tırmanışı
sırasında Prof . Dr. Ahmet Bige ile birlikte çığ düşmesi sonucu hayatını
kaybetmiştir.
1990 LI YILLAR VE
GÜNÜMÜZDE DAĞCILIK
Son dönemde federasyon başkanlığını eski dağcılarımızdan
Alaattin Karaca yürütmektedir. 1990 yılında ADB kapanmıştır. Ancak ülke
genelinde çok sayıda üniversitemizde dağcılık kulüpleri kurulmuş ve bu kulüpler
gerçekten önemli dağcılarımızın yetişmesinde etken olmuşlardır. Ülkemizin bu
son dönem tırmanışlarında üniversite kulüplerinin yeri yadsınamaz.
1990 yılı ağustos ayında Hacettepe Üniversitesi Dağcılık
ve Doğa Sporları Kulübü’nden
(HÜDDOSK) Ertuğrul Melikoğlu, Dekirkazık kuzey duvarının ilk ve solo
çıkışını gerçekleştirmiştir. Bu çıkıştan 4 gün kadar sonra Aynı duvar
Gıyasettin Demirhan ve Murat Yıldırım tarafından bir kez daha çıkılmıştır. Aynı
yıl aralık ayında Hacettepe Üniversitesi Dağcılık ve Doğa Sporları Kulübü’nden
Ertuğrul Melikoğlu, Orhan Özçalık, Ataç Besi, M. Ali Onur, Bülent
Ferhatoğlu’ndan oluşan 5 kişilik ekip, Demirkazık zirvesi batı rotasından ilk
çıkışı gerçekleştirmişlerdir. 1991 yılında Ertuğrul Melikoğlu Parmakkaya’nın
ilk solo çıkışını gerçekleştirmiştir. Ertuğrul Melikoğlu, ayrıca Kaldı
zirvesinin (3688 m .)
Kuzey Doğu buzulu üzerinden bu zirvenin ilk solo kış çıkışını
gerçekleştirmiştir.
1990 yılı içinde Türk dağcılığı gerçekten patlama yapmıştır.
Yeni kuşak dağcılar ülke genelindeki birçok zirveye çok önemli tırmanışlar
gerçekleştirmişlerdir. Yurt dışında ise gerçekten kısa süre önce hayal bile
edilemeyecek zirvelerin çıkışları gerçekleştirilmiştir. Son dönemde ülkemiz
dağcılığına damgasını vuran iki isim, Bilkent Üniversitesi Doğa Sporları
Kulübü’nden (DOST) yetişmiş olan Nasuh Mahruki ve Tunç Fındıktır. Sadece Tunç
Fındık’ın yurt içi ve dışında çıktığı 400 den fazla zirve ile Aladağlar ve
Kaçkar Dağları’nda açtığı ve ilk tırmanışlarını gerçekleştirdiği 100 den fazla
yeni rota bulunmaktadır. Bu dağcılarımızın yanı sıra, Kürşat Avcı, Serhan
Poçan, Ertuğrul Melikoğlu, Yılmaz Sevgül, Gıyasettin Demirhan, Haldun Aydıngün,
Murat Kandi, Doğan Palut, Alper Sesli, Uğur Uluocak gibi dağcılarımız günümüz
dağcılığında yaptıkları birçok tırmanışla öne çıkan isimler olmuşlardır.
1995 yılında dağcılık federasyonu başkanlığını yürüttüğü
dönemde Tayfun Tercan, Kaçkar dağlarında bir tırmanış dönüşü düşerek hayatını
kaybetmiştir. Ne yazık ki, Kürşat Avcı ve Uğur Uluocak da son dönemde dağların
bizden aldığı isimler arasına katılmışlardır. İTÜDAK’dan Uğur Uluocak 3 Temmuz
2003 tarihinde Kırgızistan’da Teke Tor zirvesi (4441 m .) dönüşünde düşerek
hayatını kaybetmiştir. 7 Ağustos 2003 tarihinde ise Aladağlar Demirkazık kuzey
duvarı çıkışı sırasında HÜDDOSK’dan Kürşat Avcı tutunduğu kayanın kopması
sonucu düşerek hayatını kaybetmiştir.
YURT DIŞINDA YAPILAN TIRMANIŞLAR
Türk dağcılarının
yurt dışında gerçekleştirdiği tırmanışların en eskisi ilk Türk dağcısı olarak
da bilinen Ali Vehbi Türküstün’ün 1906 yılında Alp Dağları'nın
en yüksek noktası olan Mont Blanc zirvesine yaptığı tırmanıştır. Bu tırmanış
Türk dağcılık tarihinde bilinen ilk tırmanışı olduğu kadar yurt dışında yapılan
ilk tırmanıştır.
Daha sonra uzun yıllar yurt dışı tırmanış yapılamamıştır.
1964 yılında Bozkurt Ergör’ün İsviçre’de Möch (4003 m .) ve Fransa’da Mont
Blanc (4807 m .)
zirvelerine tırmanmıştır. Bu tarihten sonra 1980 li yıllarda Abdülmecit
Doğru’nun gerçekleştirdiği bir dizi tırmanış bulunmaktadır. 1980 yılında Kafkaslar'da Elbruz dağı (5642 m .), 1983 yılında
Rusya’da Pamir Dağları’nda Halil Alpay ile birlikte gerçekleştirdiği Peak Lenin
zirvesi (7134 m .)
ve 1985 yılında Komünizm zirvesi (7495 m .) bu zirvelerin ilk Türk çıkışları
olmuştur.
1989 yılından sonra yurt dışı çıkışlar büyük bir ivme
kazanmıştır. 1989 yılında İran'da bulunan Devamend zirvesi (5671
m .) tırmanışına katılan on dağcımız iki
ayrı rotadan çıkarak zirveye ulaşmışlardır. 1992 yılında Nasuh Mahruki, Kırgızistan’da bulunan Tien Shan Dağları'nda Khan
Tengri (7010 m .)
zirvesine tırmanmıştır. 1993 yılında ise Kafkasya Dağları’ndaki Elbruz
zirvesine (5642 m .)
ilk Türk kış çıkışını yapmıştır.
1993 ve 1994
yıllarında TDF'nun girdiği uluslararası ilişkiler ve ayırdığı
ödenek sayesinde Türk Dağcıları Pamir
Dağları, Tien Shan Dağları ve Demavend Dağı'na çeşitli expedisyonlar
düzenlemişlerdir. Bu etkinliklerden ilki, 1993 yılında Pamir Dağları’ndaki Peak
Lenin (7134 m .) zirvesine
düzenlenmiş ve Nasuh Mahruki ile Uğur Uluocak zirveye çıkmışlardır. Aynı
etkinlikte diğer gruptan Serhan Poçan ve Seyhan Çamlıgüney Tien Shan
Dağları'nda Khan Tengri zirvesine (7010 m .) çıkılmışlardır. Aynı yıl Demavent’e de
tırmanılmıştır. TDF’nun organize ettiği ikinci etkinlik ise 1994 yılında yapılmış
ve Tien Shan Dağları'nda Khan Tengri zirvesine kötü hava koşulları nedeniyle
çıkılamamıştır. Aynı yıl yapılan bir diğer etkinlik ise gene Demavent zirvesine
olmuştur.
1994 yılında
Nasuh Mahruki, askerliğini yapmakta iken özel izin alıp Rusya’da bulunan 7000 m .lik 3 önemli zirvenin
tırmanışını daha gerçekleştirmiştir. Sırasıyla Pamir Dağları’ndaki Korjenevskoy
(7105 m .)
ve Communisma (7495 m .)
ile Tien Shan Dağları’ndaki Pobeda (7439 m .)
zirvelerine çıkarak Sovyet Asya’nın 7000 m .nin üzerindeki en yüksek 5 zirvesine
çıkmıştır. Böylece bu 5 zirveye tırmanan dağcılara Rusya Dağcılık Federasyonu
tarafından verilen “Kar Leoparı” unvanını almıştır.
1994 yılı ağustos
ayında Uğur Uluocak tarafından da 4 önemli tırmanış gerçekleştirilmiştir. Peak
Varadiov zirvesi (5600 m .),
Korjenevskoy (7105 m .),
Communisma (7495 m .)
ve Peak Of Four zirvesi (6299
m .) Bu son zirvenin ilk Türk çıkışı ise 1 ay kadar önce
Nasuh Mahruki tarafından yapılmıştır.
1995 yılında
Yıldız Teknik Üniversitesi Dağcılık Kulübünden (YTÜDK) Alper Sesli, Kenya
sınırları içinde bulunan Afrika kıtasının en yüksek doruğu olan Kilimanjero
zirvesine (5895 m .)
tırmanmıştır. 1995 yılının en önemli başarısı hiç kuşkusuz Nasuh Mahruki’nin 17
Mayıs 1995 tarihinde gerçekleştirdiği Everest zirvesi (8848 m .) tırmanışıdır.
1996 yılında
Nasuh Manruki 7 kıtanın en yüksek zirvelerinin tamamına çıkmayı başarmıştır.
Everest’ten sonra sırasıyla, 1995 yılında Vinson (5140 m .) ve Aconcagua (6959 m .) zirvelerine
tırmanmıştır. 1996 yılında ise, Mc Kinley (6194 m .), Kilimanjaro (5895 m .), Elbruz (5642 m .), Cosciusko (2320 m .) zirvelerinin
çıkışını yapmıştır. 1996 yılında TDF tarafından desteklenen Khan Tengri
tırmanışı gerçekleştirmiştir. Tırmanışa katılan Serhan Poçan, Uğur Uluocak,
Tunç Fındık, Kürşat Avcı, Yılmaz Sevgül, Engin Külahoğlu, Gülay Ünal, Burçak
Özoğlu başarılı şekilde zirveye ulaşmışlardır.
1998 yılında
Nasuh Mahruki Lhotse zirvesine tırmanmıştır. 1999 yılında Uğur Uluocak Shisha
Pangma (8013 m .)
ve Cho Oyu (8201 m .)
çıkışlarını 7 gün ara ile tamamlamıştır. Nasuh Mahruki 2000 yılında dünyanın en
zor zirvelerinden biri olan K2 zirvesinin (8611 m .) çıkışını
gerçekleştirmiştir. 2001 yılında Tunç Fındık Everest zirvesine (8848 m .) farklı bir rotadan
çıkarak buraya çıkan ikinci Türk olmuştur.
ÜLKEMİZDE
DAĞCILIK ÖRGÜTLENMESİ
Türkiye'de Dağcılık örgütlenmeleri 4 şekilde karşımıza
çıkmaktadır.
1 ) Türkiye Dağcılık Federasyonu
2 ) Federasyona bağlı İl Temsilcilikleri
3 ) Üniversite Kulüp ve Kolları
4 ) Dernek ve Özel Kulüpler
Ülkemiz dağcılık tarihi incelendiğinde Türkiye Dağcılık
Federasyonu’nun çok köklü bir geçmişe sahip olduğu gözlenebilir. Federasyona
bağlı olarak çalışan İl Temsilcilikleri de dağcılığın yaygın olarak yapıldığı
birçok ilimizde örgütlenmiş durumdadır. Bu örgütlenmelerin ülkemizdeki tüm
dağcı camiayı bir araya getirebilmesi ve dağcılık alanında daha etkin bir
konuma gelmesi dileğimizdir.
Üniversite Kulüp ve Kolları, bugün ülkemizde dağcılığın
potansiyel kaynağını oluşturan örgütlerdir. Sürekli genç kadrolarla besleniyor
olmaları yeni nesillerin geliştirilebilmesi açısından çok önemli bir işleve
sahiptir. Son dönemde birçok başarılı çıkış gerçekleştiren dağcılarımızın çoğu
bu kulüpler içersinde yetişmişlerdir. Bu kulüplere üniversitenin maddi ve
teknik desteğinin artırılması ülkemizdeki dağcılığın gelişimi açısından
önemlidir.
Dernek ve Özel kulüpler, dağcılığın geniş kitlelere
ulaştırılmasında çok önemli bir işleve sahiptirler. Dernekler aracılığı ile
daha uzun ömürlü ve sürekli kadrolar oluşturabilmek mümkündür. Genellikle maddi
yetersizlikler nedeni ile fazla aktif olamamaktadırlar.
Yazan: Yavuz İşçen / Ankara
Ekim 2005
TÜRKİYE’NİN DAĞLARI
Yazan: Yavuz İşçen
Alp–Himalaya dağ oluşum kuşağı üzerinde yer alan
ülkemizde, bu kıvrım dağları, iki ana kola ayrılmaktadır. Birinci grup Kuzey
Anadolu Dağları olarak adlandırılan ve Karadeniz’e paralel olarak doğu-batı
doğrultusunda uzanan dağ sıralarıdır. İkinci grup ise, Akdeniz’e paralel olarak
gene doğu-batı doğrultusunda uzanan Güney Anadolu Dağları’dır. Güney Anadolu
Dağları’nın tamamı Toros Dağları adı ile bilinmektedir.
KUZEY ANADOLU DAĞLARI
Kuzey Anadolu Dağları,
kabaca Karadeniz kıyıları boyunca uzanan oldukça uzun bir dağ sırasına verilen
genel isimdir. Bu dağ sırası doğuda Gürcistan sınırından başlayıp, batıda
Bulgaristan sınırına kadar uzanır. Tek ve düzenli bir sıra olmayıp, birbirine
paralel sıralar oluşturan, bazı yerlerde süreklilik gösteren, bazı yerlerde ise
aradaki çukurluk alanlarla birbirlerinden ayrılmış şekildedir. Deniz kıyısından
itibaren yükselen sıralara “Kıyı Dağları”, daha gerilerde yer alanlara ise “İç
Sıralar” adı verilmektedir. Kuzey Anadolu Dağları, Batı Karadeniz Dağları, Orta
Karadeniz Dağları ve Doğu Karadeniz Dağları olmak üzere başlıca üç grupta
incelenir.
BATI KARADENİZ
DAĞLARI
Deniz kıyısından itibaren birbirine paralel üç sıradan
oluşmaktadır. İlk sıra, İsfendiyar
Dağları adı ile de bilinen Küre Dağları’dır. Doğuda Kızılırmak Vadisi’nden
başlayıp, batıda Bartın Çayı Vadisi’ne kadar uzanır. En yüksek doruğu,
Kastamonu ili sınırları içindeki Devrakani ve Çatalzeytin ilçeleri arasında
kalan Yaralıgöz Dağı’dır. (2019
m .)
İkinci sıra, Ilgaz Dağları’ndan oluşmaktadır. Kastamonu
havzası ile güneydeki Devrez Vadisi arasında kabaca batı–doğu doğrultusunda
uzanmaktadır. En yüksek dorukları, Büyükhacet (2587 m .) ve Çatalılgaz adı
ile de bilinen Küçükhacet’dir. (2546 m .)
Üçüncü sıra, en
gerideki Köroğlu Dağları’dır. Doğuda Osmancık’tan başlayıp batıda Bilecik
yakınlarına kadar 400 km .’lik
bir alanda kabaca batı–kuzeydoğu yönünde uzanır. En yüksek doruğu, Bolu ili
Seben ilçesi doğusunda yer alan Köroğlu Tepesi’dir. (2499 m .) Bundan başka
üzerinde bilinen çeşitli zirveleri barındırmaktadır. Bunlardan başlıcaları, bir
kayak merkezi olan Kartalkaya (2221
m .) Kıbrıscık’ın kuzeyinde bulunan Bakacak Tepe (2200 m .), Tosya’nın
doğusundaki Kös Dağı üzerinde yer alan Erenler Tepe (2097 m .) ile Halkoğlu Tepe (2005 m .) ve Çerkeş’in
güneyinde Işık Dağı (2034 m .)
ile Karataş Dağı’dır. (1998 m .)
ORTA KARADENİZ
DAĞLARI
Bu bölümde, kıyı dağlarını Canik Dağları oluşturur. Samsun
ve Ordu illeri arasında kıyıdan biraz iç kesimde uzanan bu dağlar, doğuda Melet
Çayı’ndan batıda Kızılırmak’a kadar kuzeybatı–güneydoğu
doğrultusunda yaklaşık 180 km .
boyunca yayılım gösterir. Genişliği yaklaşık 60 km .’dir. Yükseltiler,
doğuya doğru ilerledikçe artar. Fatsa’nın güneyinde, Gölköy yakınında Göltepe (1730 m .) ve Aydoğantepe (1971 m .)
en yüksek noktaları oluşturur.
DOĞU KARADENİZ
DAĞLARI
Kıyı dağları ve iç sıralar olmak üzere kabaca iki sıradan
meydana gelir. Bu iki sırayı birbirinden Çoruh–Kelkit vadisi ayırır. Dağların
yükseklikleri doğuya doğru gidildikçe artar. Kıyı dağları içersinde dağcılık
sporunun yapıldığı dağların başında Rize dağları ya da yaygın bilinen ismi ile
Kaçkar Dağları gelir.
KIYI DAĞLARI
Doğuda Gürcistan sınırına yakın olan Karçal Dağları’ndan
başlayıp, batıda Melet Çayı Vadisi’ne kadar uzanır. Batıdan başlayarak
Sıradağları oluşturan dağlar yakın bulunduğu ilin ya da merkezin adı ile
anılırlar. Giresun Dağları, Gümüşhane Dağları, Zigana Dağları ve Soğanlı
Dağları’nı içine alan Trabzon Dağları ve Rize Dağları gibi.
Giresun Dağları: Batıda Melet Çayı’ndan Gümüşhane
sınırına kadar uzanır. Üzerinde en yüksek ve bilinen doruklar, Bulancak’ın
güneyinde Karagöl Dağı (3017 m .) ve Kürtün’ün
güneyinde yer alan Balaban Dağı üzerinde bulunan Abdal Musa Tepesi’dir. (3331 m .)
Gümüşhane Dağları: Giresun–Gümüşhane il sınırında
bulunan Balaban dağlarından başlayıp, Harşit Vadisi’ne dek sürer. Gümüşhane
ilinin güneyinde yer alan bu dağ grubunun en yüksek noktası 2507 m . yüksekliği ile
Elmalı Tepe’dir. Daha sonra Köse Dağında bulunan Bedni Tepe gelir (2437 m .)
Zigana Dağları: Trabzon’u Gümüşhane’ye bağlayan
yaklaşık 2000 m .
yükseklikteki ünlü Zigana Geçidi’nin üstünde yer aldığı bu dağ sırasının en
yüksek noktası Çakırgöl Dağları üzerindeki 3082 m . yükseklikteki
Deveboynu Tepe’dir.
Soğanlı Dağları: Uzungöl’ün güneyinde yer alan
Soğanlı dağlarında en yüksek nokta, Haldizen Dağı’ndaki 3193 m . yükseklikteki
Karakaya Tepesi’dir. Uzungöl’ün doğusunda ise 3111 m . yükseklikteki
Ziyaret Dağı bulunmaktadır.
Rize Dağları: Trabzon-Rize ili sınırından başlayıp
doğuda Çoruh Nehri’ne kadar uzanan bölümde yer alan dağlar bu gruba girer.
Kıyıya paralel oldukça dik bir sıra oluşturan bu dağlarda 3000 m .’nin üzerinde birçok
zirve yer almaktadır. Bu bölümün en yüksek noktası 3932 m . yüksekliği ile
Kaçkar Dağı’dır. Rize Dağları’na, en yüksek doruğunun adından dolayı Kaçkar
Dağları adı verilmektedir.
Kaçkar Dağı 3932 m . (3937 m )
Sönmez Tepe 3860 m . (3864 m )
Ülker Tepe 3803 m .
Kardovit Dağı 3800 m . (3791 m )
Gez Tepe 3760 m .
Mezovit Dağı 3711 m .
Verçenik Dağı 3711 m .
Ergör Tepe 3589 m . (Kavran Tepesi)
Kuşaklı Kaçkar 3562 m . (Bulut Dağı)
Azı Dişi Kulesi 3500 m .
Bayraktutan Tepe 3500 m .
İsimsiz zirve 3494 m . (Kavron Dağları)
Karataş Dağı 3492 m .
Altıparmak Dağı 3472 m . (Liblin Tepe)
Hemşin Dağı 3445 m .
İsimsiz zive 3435 m . (Bulut Dağları)
Çirmaniman Dağı
(Demir Dağı) 3425 m .
Büyüktaş Tepe 3350 m .
Didvake 3350 m .
Mızraklı Tepe 3330 m .
Altıparmak Tepesi 3301 m .
Seldar Dağı 3283 m .
İsimsiz zirve 3200 m . (Altıparmak Dağları)
İsimsiz zirve 3150 m . (Altıparmak Dağları)
Romen Kulesi 3150 m .
Kemerli Kaçkar 3125 m .
İsimsiz zirve 3120 m . (Altıparmak Dağları)
Nebisatgur 3050 m .
Karaçal Dağları: Çoruh nehri ile Gürcistan sınırı
arasındaki bölgede Artvin ili sınırları içersinde bulunan bu dağ grubu,
Borçka’nın doğusunda yer alır. En yüksek noktası 3428 m .’dir.
İÇ SIRALAR
Doğu Karadeniz Dağları’nın iç sıraları, doğudan başlayarak
Yalnızçam Dağları, Mescit Dağları, Otlukbeli Dağları (Çimen–Kop) ve Köse
Dağları’ndan oluşmaktadır. Kıyı dağlarından Çoruh–Kelkit vadisi ile
ayrılmaktadırlar.
Yalnızçam Dağları: Kabaca güneybatı–kuzeydoğu
doğrultusunda uzanan bu dağ sırası Artvin ili ile Kars ili arasında doğal bir
sınır oluşturur. En yüksek noktası, Gürcistan sınırına yakın olan Göze Dağı (3167 m .) ve Ardanuç’un
doğusundaki Çadır Dağı Eğripınar Tepesi’dir. (3054 m .)
Mescit Dağları: Bayburt’tan Yusufeli’ye doğru
kuzeydoğu - güneybatı doğrultusunda uzanan bu dağ sırası 30 km . uzunluğa ve 20 km . kadar da genişliğe
sahiptir. Üzerinde 3000 m .’yi
geçen çeşitli zirveler bulunmaktadır. En yüksek noktası, Tortum’un batısında
bulunan 3239 m .
yükseklikteki Mescit Dağı’dır. Zirveler bölgesi olarak adlandırabileceğimiz bu
bölgede birbirine yakın olarak, üç zirve daha yer almaktadır. Naldöken Tepe (3153 m .), 3133 m .’lik bir zirve ve Sineklikaya Tepe (3109 m .) Zirveler bölgesinin
kuzeydoğusunda, Tortum Gölü’nün batısında Mescit Dağları’nın ikinci yüksek zirvesi
olan Devedağı Tepe (3202 m .)
bulunmaktadır.
Otlukbeli Dağları: Erzincan ili ile Gümüşhane’nin
Kelkit ilçesi arasında doğu–batı doğrultusunda, doğuda Aşkale’ye kadar uzanan
bu dağ silsilesi, Çimen–Kop Dağları olarak da adlandırılmaktadır. Çimen
Dağları, batı kesimini oluştururken, Kop Dağları, Aşkale’ye yakın olan doğu
bölümünü meydana getirmektedirler. Biraz da tarihi nedenlerle bu iki dağ
sırası, bir bütün olarak Otlukbeli Dağları adı ile anılmaktadır.
Aşkale’nin kuzey batısında bulunan ve Trabzon’u Erzurum’a
bağlayan 2425 m .
yükseklikteki ünlü Kop Geçidi’nin de üzerinde yer aldığı Kop Dağları’nın en
yüksek noktası, 2975 m .
yükseklikteki Coşan Dağları ve Kop Dağı’dır. (2918 m .)
Erzincan’ın kuzeyinde yer alan Çimen Dağları grubunda ise,
En yüksek nokta Kazdağı Tepe’dir. (2662 m .)
Köse Dağları: Sivas’ın kuzeyinden başlayıp
Refahiye’ye kadar yaklaşan bu dağ sırası, doğu–güneydogu doğrultusunda
uzanmaktadır. En yüksek noktaları, Suşehri’nin güneybatısında kalan Köse Dağı (3050 m .) ile İmranlı’nın
doğusunda bulunan Kızıldağ’dır. (3015
m .)
GÜNEY ANADOLU DAĞLARI
Alp–Himalaya dağ oluşum kuşağının ülkemiz sınırları
içindeki ikinci bölümü, Akdeniz’e paralel olarak doğu–batı doğrultusunda uzanan
Güney Anadolu Dağları’dır. Güney Anadolu Dağları’nın tamamı Toros Dağları adı
ile bilinmektedir. Toros Dağları ise, kendi arasında kabaca dört bölümde incelenebilir.
1 ) Batı Toroslar
2 ) Orta Toroslar
3 ) Doğu Toroslar
4 ) Güneydoğu Toroslar
Ülkemizde dağcılık sporu
Toroslar’ın tüm bölümlerinde yürütülebilir. Ancak yüksek ve zor zirveleri ile
Orta Toroslar ve Güneydoğu Toroslar bu sporların ülkemizde en yaygın olarak
yapıldıkları alanlardır.
ORTA TOROSLAR
Orta Toroslar, kendi içinde iki bölümden meydana
gelmektedir. Bunlardan biri Bolkar Dağları, diğeri ise Aladağlar’dır. Bolkar
Dağları, Mersin ile Ereğli arasında güneybatı – kuzeydoğu doğrultusunda uzanan
geniş bir kütledir. Üzerinde 3000
m .nin üzerinde birçok zirve bulunmaktadır. Bolkar
Dağları’nda 3525 m .
yüksekliği ile Medetsiz zirvesi en yüksek noktadır. Bolkar Dağları’nın
kuzeydoğusundaki uzantısı olan Aladağlar’da da 3000 m .nin üzerinde birçok
zirve yer aymaktadır. Her iki dağ grubunu Niğde–Adana otoban yolu ikiye
ayırmaktadır. Aladağlar’ın en yüksek noktası ise 3756 m . ile Demirkazık
zirvesidir.
1)
BOLKAR DAĞLARI
Medetsiz 3525
m .
Keşif Dağı 3475
İsimsiz zirve 3447 m .
Köpükgöl Tepe 3441
Koyunaşağı Tepe 3426 m .
Tahtakaya Tepe 3372 m .
Eğerkaya Tepe 3347 m .
Dekekköprüsü Tepe 3337 m .
Köpüktaş Tepe 3324 m .
Erkaya Tepe 3308 m .
Tekebaşı Tepe 3294 m .
Geyikdede Tepe 3277 m .
Karatepe 3266
m .
Kızıldokot Tepe 3250 m .
Bozkaya Tepe 3229 m .
Göllücebaşı Tepe 3133 m .
2)
ALADAĞLAR
Demirkazık ................................. 3756 m .
Kaldı
.............................................
3736 m .
Kızılkaya
...................................... 3725 m .
Emler
............................................
3723 m .
Kızılyar
.........................................
3654 m .
Gürtepe
.........................................
3630 m .
Sematepe
....................................... 3623 m .
Özgüdek (H
4).............................. 3620
m .
Çağılınbaşı .................................... 3612 m .
Akıntepe (H
3).............................. 3610
m .
Torasan
.........................................
3584 m
Alaca
..............................................
3582 m .
Kocasarp
....................................... 3570 m .
Vay-Vay
....................................... 3563 m
Eznevit
..........................................
3550 m .
Boruklu
........................................
3548 m .
Sulağankaya
................................. 3530 m .
Beşparmak Sivrisi ........................ 3520 m .
Direktaş
.........................................
3510 m .
Ortadağ
.........................................
3500 m .
Cebelbaşı
....................................... 3474 m .
Karasay
.........................................
3472 m .
Güzeller
.........................................
3461 m .
Yıldızbaşı ...................................... 3454 m .
Sıyırmalık (C1)
............................. 3426 m .
Küçük Demirkazık
....................... 3400 m .
Kücük Cebel ................................. 3350 m .
Lahitkaya
...................................... 3100 m .
Parmakkaya
.................................. 2650 m .
Kaletepe
........................................
2150 m .
GÜNEYDOĞU TOROSLAR
Güneydoğu Toroslar, kabaca Malatya’nın güneyinden başlayıp
Şemdinli’ye kadar uzanan uzunca bir dağ sırasıdır. Hakkari bölgesine kadar
yükseltiler 2000 – 2500 m .
civarında parçalı bir biçimde seyreder. Hakkari bölgesine gelindiğinde bu dağ
sırası birden dikkat çekici bir şekilde yükselir. Güneydoğu Toroslar’ın bu
bölgedeki bölümüne Hakkari Dağları adı verilmektedir.
Kuzeybatı–güneydoğu doğrultusunda uzanan bu dağ sırası,
birbirini takip eden başlıca iki bölümden meydana gelmektedir. Daha batıda olan
silsileye Cilo Dağları, bunu takip eden ve daha doğuda bulunan silsileye ise
Sat Dağları adı verilmektedir. Her iki dağ grubunu birbirinden, Zap Suyu’nun
kollarından biri olan Avarobaşin Deresi (Bey Deresi) ayırmaktadır. Bu bölümde
dağ sırasının kuzeyinden güneyine geçişi sağlayan Yüksekova ve Dağlıca (Oramar)
arasında ulaşımın yapıldığı bir karayolu bulunmaktadır.
CİLO DAĞLARI
1) Uludoruk
(Reşko, Gelyaşin) 4136 m .
2) Erinç
Tepe (Suppa Durek, Buzul) 4116 m .
3) Bobek
3980 m .
4) Köşe
Direği 3918 m .
5) Poyraz
Tepe (Maunsell) 3900
6) Kadın
Parmağı 3858 m .
7) Kurt
Dağı (Kisara) 3752 m .
8) Gelyano
3650 m .
9) İsimsiz
zirve 3626 m .
10) Kayacan 3607 m .
11) Türkünal 3540 m .
12) Sümbül Dağı
3467 m .
13) İsimsiz
zirve 3360 m .
14) Kandal Dağı
3300 m .
15) Özdirek
(Belkiz) 2743 m .
16) Derikun ?
SAT DAĞLARI
1) Çatalkaya
(Samdi) 3794 m .
2) Öztepe
3675 m .
3) Kesmetaş
Tepe (Göl Dağı) 3540 m .
4) Gevaruk
Tepe 3535 m .
5) Terazin
3481 m .
6) Çapa
Dağı 3474 m .
7) Uyanık
Tepe 3410 m .
8) Küllahcı
Tepe 3396 m .
9) İsimsiz
zirve 3396 m .
10) İsimsiz
zirve 3328 m .
11) Ögütçen 3311 m .
12) İsimsiz
zirve 3303 m .
13) Sat Başı 3206 m .
TÜRKİYE’NİN EN YÜKSEK ZİRVELERİ
1)
5165 m . Büyük Ağrı Dağı
(Volkanik) (Ağrı)
2)
4136 m . Uludoruk (Reşko,
Gelyaşin) (Cilo Dağları)
3)
4116 m . Erinç Tepe (Suppa
Durek, Buzul) (Cilo Dağları)
4)
4058 m . Süphan Dağı (Volkanik) (Van)
5)
3980 m . Bobek (Cilo Dağları)
6)
3932 m . Kaçkar Dağı (Kaçkar Dağları)
7)
3918 m . Köşe Direği (Cilo Dağları)
8)
3917 m . Erciyes Dağı
(Volkanik) (Kayseri)
9)
3900 m . Poyraz Tepe
(Maunsell) (Cilo Dağları)
10) 3896
m . Küçük Ağrı Dağı (Volkanik) (Ağrı)
11) 3860
m . Sönmez Tepe
(Kaçkar Dağları)
12) 3858
m . Kadınparmağı
(Cilo Dağları)
13) 3803
m . Ülker Tepe
(Kaçkar Dağları)
14) 3807
m . Mor Dağ
(Yüksekova’nın kuzeydoğusunda)
15) 3800
m . Kordovit Dağı (Kaçkar Dağları)
16) 3794
m . Çatalkaya Zirvesi (Samdi) (Sat Dağları)
17) 3760
m . Gez Tepe (Kaçkar Dağları)
18) 3756
m . Demirkazık Zirvesi (Aladağlar)
19) 3752
m . Kurt Dağı (Kisara) (Cilo Dağları)
20) 3752
m . Karadağ
(Hakkari’nin kuzeyi)
21) 3736
m . Kaldı (Aladağlar)
22) 3725
m . Kızılkaya (Aladağlar)
23) 3723
m . Emler (Aladağlar)
24) 3711
m . Mezovit Dağı
(Kaçkar Dağları)
25) 3711
m . Verçenik Dağı (Kaçkar Dağları)
TÜRKİYE’NİN VOLKANİK ZİRVELERİ
1)
5165 m . Büyük Ağrı Dağı (Ağrı)
2)
4058 m . Süphan Dağı (Van Gölü kuzeyi)
3)
3917 m . Erciyes Dağı (Kayseri)
4)
3868 m . Küçük Ağrı Dağı
(Ağrı)
5)
3542 m . Tendürek Dağı
(Doğubeyazıt güneybatısı)
6)
3510 m . Muratbaşı Tepesi
(Koçbaş Tepe) (Van Gölü kuzeyi Ala Dağlar üzerinde)
7)
3433 m . Köse Dağı
(Eleşkir’in kuzeyi)
8)
3351 m . Aladağ (Muradiye’nin kuzeybatısı)
9)
3289 m . Bozdağ Soğanlı
Tepesi (Erciş’in kuzey–kuzeydoğusu)
10) 3268
m . Hasan Dağı
(Aksaray’ın güneyi)
11) 3255
m . Gerdahol Tepe (Diyadin güneyi)
12) 3204
m . Erek Dağı (Van
ili doğusu)
13) 3197
m . Kısır Dağı
(Zuzan Dağı Tepe) (Çıldır Gölü’nün batısı)
14) 3196
m . Hama Dağı (Çengel Dağı, Zor Dağı) Kale T. Akpınar T. Balık Gölü doğu
15) 3194
m . Bingöl Dağları Kale Tepe (Vorto’nun kuzeyi)
16) 3138
m . Aladağ
(Kağızman’ın batısı)
17) 3063
m . Çakmak Dağı (Mirze Dağı Tepe) (Horasan’ın güneyi)
18) 3054
m . Kabak Tepe (Kars’ın batı–kuzeybatısı)
19) 3050
m . Nemrut Dağı
(Van Gölü’nün batısı)
20) 3026
m . Akbaba Dağı
(Çıldır Gölü doğusu)
Yazan: Yavuz İşçen / Ankara
Ekim 2005
DAĞCILIK TEKNİĞİ
Yazan: Yavuz İşçen
Dağcılık, genellikle ağır yüklerin taşınarak kamplı uzun yürüyüşlerin yapıldığı ve kaya tırmanış etapları ile buzul tırmanış etapları içerebilen amacı dağların zirvesine ulaşmak olan bir spor dalıdır. Bu anlamda çok yüksek kondisyonun yanı sıra bilgi birikimi ve deneyim gerektirir. Dağcılık diğer birçok spor dalıyla kıyaslandığında riskli bir spor dalıdır. Dağcılık sporundaki riskleri en aza indirebilmek için dağcılar zaman içinde değişik teknikler geliştirmişlerdir. Dağcılığın ilk başladığı yıllarda tırmanışı yapan dağcılar birbirlerine iple bağlanıp tırmanışı bu şekilde sürdürüyorlardı. Bu yöntemde en deneyimli dağcı en başta yer alıyordu. Yöntemin avantajı, bir dağcı düştüğünde onun yükü tüm ekibe dağılıyor ve düşen kişiyi kurtarabilmek mümkün oluyordu. Bu yöntem önde giden dağcının ve aynı anda birden fazla dağcının düşmemesi mantığına dayanıyordu. Bu mantığın işlemediği durumlarda yaşanan bir düşme, bütün ekibin ölümü ile sonuçlanabiliyordu. Yaşanan bazı kazalardan sonra bu yöntem terk edildi. Bugün aynı ipe bağlanarak ilerleme tekniği, düşme riskinin fazla olmadığı buzlu bölgelerde ilerlerken ya da sisli havalarda kaybolmamak amacı ile kullanılabilmektedir.
Dağcılar, aynı ipe bağlanma
yöntemini bıraktıktan sonra tırmanışın güvenliğini bir ucu yukarıda bir yere
çıkartılarak sabitlenmiş, diğer ucu ise aşağıya sarkıtılan bir ip aracılığı ile
sağlama yoluna gittiler. Ancak bu yöntemde de ipin ucunun yukarıya güvenli
olarak nasıl çıkartılacağı sorunu ile karşı karşıya kaldılar. İpi yukarı bir
dağcının çıkartması gerekiyordu. Böylece “lider tırmanıcı” kavramı geliştir.
Lider tırmanıcının güvenliği ancak aşağıdan sağlanabilirdi. Lider tırmanıcı
“kuşam” adı verilen belindeki emniyet kemerine ipin ucunu bağlayarak tırmanışa
başlıyordu. Aşağıda bir dağcı ise ipin diğer ucunu belindeki emniyet kemerine
bağlıyor ve yavaş yavaş ip bırakarak liderin tırmanışına olanak sağlıyordu.
Lider tırmanıcı çeşitli ara güvenlik noktaları oluşturarak ipi buradan
geçiriyor ve tırmanışını sürdürüyordu. Eğer lider tırmanıcı düşerse, aşağıda
emniyet alan dağcı ipi hemen gererek sabitliyordu. Bu durumda lider tırmanıcı
bulunduğu noktadan son ara emniyet noktasına kadar olan uzaklığın iki katı
kadar bir düşme yaşayıp ip üzerinde asılı kalıyordu. Bu nedenle lider tırmanıcı
düşme riskinin bulunduğu bölümlerde daha sık ara güvenlik noktaları oluşturarak
düşme uzunluğunu azaltmaya çalışıyordu. Bu yöntemle bir ip boyu kadar tırmanış
yapıldıktan sonra lider tırmanıcı daha güvenli bir yerde ipin ucunu sabitleyerek
aşağıdaki arkadaşlarının tırmanmasını bekliyordu. Aşağıdakiler tırmanırken bu
sefer güvenlik yukarıdan benzer şekilde sağlanıyordu. Aşağıdaki dağcılar ipe
bağlanarak çıkışlarını sürdürüyorlar ve yukarıdaki dağcı da onlar tırmandıkça
ipin boşluğunu alarak onlara yardımcı oluyordu. Tırmanış bu şekilde zirveye
ulaşana kadar devam ediyordu. Lider tırmanış biçimi günümüzde de aynı temel
mantıkla sürdürülmektedir. Ancak kullanılan sabitleme ve ara güvenlik alma
sistem ve malzemeleri çok değişmiştir.
ALPİN TİPİ TIRMANIŞLAR
Sportif anlamda dağcılığın Alplerde başladığı kabul
edildiği için dağcılık Alpinizm adı ile de bilinmektedir. Alp dağlarında en
yüksek nokta 4807 m .
yüksekliğindedir. Dağcılıkta kabaca 3000–5000
m. arası yüksekliklerde sürdürülen tırmanışlar genel olarak Alpin stil ile
yapılmaktadır. Alpin stilin en önemli özelliği tüm tırmanış malzemelerinin
tırmanıcı ekip tarafından taşınması ve rotaların genellikle bir denemede
çıkılmasıdır. Bu tırmanış türünde sabit hatlar kurulmaz. Alpin stil tırmanışın
en önemli problemi yüktür. Yükün azaltılabilmesi uğruna bir çok alışkanlıktan
vazgeçilmesi ve belli bir tarz oluşturulması gerekmektedir.
Alpin tipi tırmanışlarda kondisyon ve teknik açıdan
yeterli, kendi kendine yetebilen 3–4 kişilik ekipler tercih edilmektedir. Yükü
minimize edebilmek için çadır yerine bivak, damak zevkimize uymasa bile hafif
ve karbonhidrat ağırlıklı kuru yiyecekler, yedekleri olmayan asgari giyim
malzemesi gibi bazı yükü azaltıcı uygulamalar yapılır. Ağrı dağı tırmanışları
haricinde Ülkemizdeki bütün dağlarda yaz ve kış tırmanışları için en uygun
tırmanış tarzı Alpin stil tırmanışlardır. Alpin stil tırmanışlar, kaya, kar–buz
ve kaya–buz (mixed) tırmanış
tekniklerini içermektedir.
EKSPEDİSYON TİPİ TIRMANIŞLAR
Yüksekliği 5000
m . den fazla dağlarda özellikle de Türki
Cumhuriyetlerdeki 7000 m .lik
zirve çıkışlarında ve Himalayalar’da yürütülen etkinliklerde ekspedisyon tipi
tırmanışlar yapılmaktadır. Ekspedisyon tipi tırmanışlarda dağa yaklaşım
sırasında bir çok ara kamp kurulur yükler taşıyıcı desteği sağlanarak ana kampa
ulaştırılır. Tırmanış aklimatizasyon gerektirdiğinden kamp süresi oldukça
uzundur. Bu süre 1–3 ay kadar olabilir. Çıkılacak zirveye ulaşabilmek için birçok
riskli rota üzerine sabit hatlar kurulur. Bütün bunlar gerçekten uzun zaman ve
fazlasıyla yardımcı insan gücü gerektiren işlerdir. Ekspedisyon tipi
tırmanışlarda zaman ve paraya bağımlılık vardır. Ayrıca bu tip tırmanışlar
alpin stil tırmanış tekniklerinin yanı sıra çeşitli lojistik destekleri de
gerektirir. Bu tür tırmanışlarda ekiplerin genellikle uluslar arası bir kimliği
olur.
YÜKSEKLİK HASTALIĞI (AKUT
DAĞ HASTALIĞI)
Akut dağ hastalığı, bir günde tırmanılan yüksekliğe,
tırmanış sırasında harcanan efora ve kişinin özelliklerine bağlı olarak değişik
seyirlerde karşımıza çıkmaktadır. Hastalığa yakalanabilecek yeterlikte bir
yüksekliğe çıkıldıktan 8 ile 24 saat arasında belirtileri ortaya çıkmaya
başlar. Orta yükseklikte yani 3000
m . civarındaki dağlara çıkan dağcıların % 30’unda, 4500 m .nin üzerine çıkan
dağcıların ise ortalama % 75’inde görülmektedir.
Hastalığın karakteristik belirtileri, baş ağrısı,
iştahsızlık, mide bulantısı ve kusma, halsizlik ve çabuk yorulma, nefes alma
güçlüğü, hırıltılı solunum, çok çabuk soluk soluğa kalma hissi, uykusuzluk,
yüzde, ayaklarda ve göz çevrelerinde şişmeler, idrar miktarında azalma, gözün
ağ tabakasında küçük çaplı kanamalar, dengesizlik ve bilinçsel yeteneklerde
zayıflama, baş dönmesi olarak özetlenebilir.
Hastalığın temel nedeni, yüksekliğe bağlı olarak hava
basıncının düşmesi ve buna bağlı olarak, havada ve kandaki oksijen miktarının
azalmasıdır. Havadaki bu oksijen azalması, zaten yorucu bir fiziki aktivite
içersinde olan ve oksijene olan gereksinimi artmış bulunan dağcının
karşısındaki en önemli sorundur.
Hava basıncı yaklaşık
her 13 m .
yükseklikte bir milibar düşmektedir. Deniz seviyesinde 760 milibar olan hava
basıncı, 3000 m .de
523 milibara düşmektedir. Ağrı Dağı’nın zirve yüksekliği olan 5165 m .de hava basıncı deniz
seviyesinin yaklaşık yarısına düşmektedir. Bu düşüş, akut dağ hastalığının
temelini oluşturur.
Düşen hava basıncına bağlı olarak havadaki oksijen
basıncında da bir düşme olur. Bu durum kanda taşınan oksijen miktarını olumsuz
etkiler. Vücut daha az oksijenle idare etmek durumunda kalır. Vücut dokularının
yetersiz oksijen almasına “Hipoksi” adı verilmektedir. Hipoksi sonucu, solunum
ve kalp atış temposu da hızlanır. Buna bağlı olarak solunumla kaybedilen
karbondioksit miktarı artar ve kandaki karbondioksit miktarı azalır. Bu duruma
“hipokapni” adı verilmektedir. Bu gelişmenin bir sonucu olarak, kandaki alyuvar
miktarı artmaya başlar. Bu artış, deniz seviyesine göre iki kat daha fazladır.
Kan, daha yoğun bir kıvam alır. Kanın yoğunlaşması, kalp krizi riskinden,
akciğer ve beyin ödemine kadar başka bir çok rahatsızlığın nedenini oluşturur.
Kalp krizi geçirmiş kişilerin hastalığa neden olabilecek yükseklikteki dağlara
çıkmaları ancak doktor kontrolünde gerçekleştirilir. Akut Dağ Hastalığı’nın
daha ilerlemiş şekillerinde, akciğer ödemi ve beyin ödemi ile karşılaşılabilir.
TEDAVİ: Bütün dağ hastalıklarında temel tedavi şekli
irtifa kaybetmektir. Akut dağ hastalığında eğer rahatsızlıklar ciddi boyutta
değilse irtifa kaybetmeksizin ilaçlarla tedavi şekli uygun olabilir. Ancak
hasta düzelene kadar yeniden yükselmemelidir. Eğer ilaç tedavisine karşın
rahatsızlıklar 24 saat içinde düzelmemişse irtifa kaybetmek gereklidir.
AKLİMATİZASYON
Aklimatizasyon kabaca
yüksekliğe uyum sürecidir. Birçok insan 2500 m .ye kadar bir sorun yaşamaksızın
çıkabilir. 2500 m .den
sonra insanın fizyolojik yapısına bağlı olarak az ya da çok bazı sorunlar
görülmeye başlar. 3000 m .den
sonra bu belirtiler daha da belirgin hale gelir. 3000 m .nin üzerine çıkan
insanların %75’inde yükseklikten kaynaklanan bu belirtilere rastlanmıştır. Eğer
3000 m .de
bir ya da iki gün beklerseniz vücudunuz bu yüksekliğe uyum sağlar. Buna
aklimatize olmak denir. Dağcılar tırmanışları sırasında aklimatize olmaksızın
daha yükseklere tırmanmaya başlamazlar. Aksi durumda yukarıda anlattığımız dağ
hastalığa yakalanmak kaçınılmazdır.
Yazan: Yavuz İşçen / Ankara
Ekim 2005
BÜYÜK AĞRI DAĞI
TIRMANIŞ NOTLARI (5165 m )
Yazan: Yavuz İşçen
KATILAN KİŞİLER
Ertuğrul Melikoğlu (Rehber), Mustafa Kalaycı (Rehber), Kürşat Avcı, Aslı Avcı, Sefa Kuşakcıoğlu, Durmuş Yalçın, İbrahim Daşkaya, Murat Tiryaki, Alptekin Arat, Muzaffer Tezcan, Aykut Tölegen, Mehmet Hakan Çetin, Mehmet Özan, Mehmet Akgöç, Soley Soyaltın, Mustafa Aygil, Yücel Demir, Nalan Göksu, Ahmet Denk, Yavuz İşçen, Levent Gökkuş, Emre Öztürk
GİDİLEN YER: Büyük Ağrı
Dağı/Doğubeyazıt/Ağrı
GİDİLEN TARİH: 7–14 Temmuz
2001
GİDİŞ ORGANİZASYONU: Ağrı
Dağı’na Explorer organizasyonuna dahil olarak gittik. Doğubeyazıt’tan Eli
Köyü’ne kadar olan ulaşım, köyden 3200 m . kampına kadar katırla yük taşıma
ücreti, dağa gitmeden önce ve dağdan dönüşte Doğubeyazıt’ta birer gece otelde
yarım pansiyon konaklama ve rehberlik ile tüm organizasyon ücreti olarak kişi
başı 245.000.000 TL. ödedik. Doğubeyazıt’a gidiş ve geri dönüş ulaşım ücretleri
ile dağdaki yiyecekler katılımcılarca karşılandı.
DOĞUBEYAZIT’TA KONAKLAMA: Gidiş ve dönüşte birer gece olmak üzere toplam iki
gece Doğubeyazıt’ta iki yıldızlı İsfehan Otel’de kalındı.
ULAŞIM: Ağrı il merkezine 100 km . kadar uzaklıkta
bulunan Doğubeyazıt’a karayolu ile gelmek isteyenler, uzun bir yolculuğu göze
almak durumundadırlar. Ankara’dan,
Yozgat – Sivas–Erzincan–Erzurum–Ağrı hattını izleyerek Doğubeyazıt’a
kadar 1158 km .
olan yol, otobüsle 18 saat sürmektedir. Uçakla gelecekler için en uygun seçim
Ağrı il merkezine gelmek ve oradan karayolu ile 100 km . daha devam etmektir.
Eğer Ağrı uçağında yer yoksa, (bu uçak genellikle doludur, çok önceden yer
ayırtmak gerekmektedir) Van il merkezine kadar uçakla gelip, karayolu ile
Çaldıran üzerinden de Doğubeyazıt’a ulaşmak mümkündür. Karayolu yolculuğu 164 km .’dir ve yaklaşık 4
saat kadar sürmektedir. Ankara’dan Doğubeyazıt’a otobüsle ulaşım için “Lüks
Ağrı Dağı Turizm” firmasını öneririm. Diğerlerinden daha iyi.
DAĞA TIRMANIŞ İZNİ
Dokuz
yıl aradan sonra yeniden tırmanışa açılan Ağrı Dağı’na çıkmak izne tabidir.
Yabancı uyruklular için bu izin işlemleri oldukça formalitelidir. Türkler için,
Ağrı Valiliği ve Doğubeyazıt 34. Mekanize Tugay’a bağlı Jandarma Komando Bölüğü
aracılığı ile izin işlemleri halledilmektedir. Ancak önceden tırmanış için bir
de yetkili rehber alma zorunluluğu bulunmaktaydı. Bu rehberler yerel ya da
Dağcılık Fedarasyonu’na bağlı rehberler olabilmektedir. Bugün bu uygulama
muğlak bir durumdadır. Bütün bu uğraşının dışında kalmak isterseniz (bence de
en uygun olanı budur) dağa tur düzenleyen güvenilir ve tecrübeli bir
organizasyona katılmak en mantıklı yoldur. Bu sizin için hem daha güvenli hem
de daha zahmetsiz bir tırmanış ortamı yaratacaktır.
ASKER KORUMASI
ZORUNLU
Tırmanış
sırasında, dağa giden yol üzerinde bulunan ve önünden geçerken mutlaka
durdurulacağınız Jandarma Komando Bölüğü’ne uğramak ve ekibe eşlik edecek
askerleri yanınıza almak durumundasınız. Askerlerin koruması olmaksızın dağa
kendi başınıza hareket etmeniz yasaktır. Askerler, yaklaşık 14 km . kadar ilerde bulunan
Eli Köyü’ne kadar ekiplere eşlik etmektedirler. Buradan sonra, ekipler kendi
başlarına hareket ederler, ancak telefon ya da telsiz bağlantısı ile her gün
belli aralıklarla durum raporu vermek zorundadırlar. Jandarma Komando
Bölüğü’nden her istenildiğinde ekiplere eşlik edecek asker almak mümkün
olmamaktadır. Bu nedenle ekiplerin tırmanış programlarında beklenmedik
değişiklikler olabilmektedir. Askerlerin eğilimi, örneğin pazartesiden
pazartesiye dağa ekip götürmek şeklindedir. Artık onları ikna etmek, yetenekli
tur rehberlerinin tatlı diline kalmaktadır.
TIRMANIŞ VE ROTA
BİLGİLERİ-DOĞUBEYAZIT
Ağrı
Dağı’na şu anda sadece güney-batı rotasından çıkışa izin verilmektedir. Iğdır
tarafından da tırmanış rotası açmak için çalışmalar sürdürülmektedir.
Güney-batı rotası aynı zamanda dağın klasik çıkış rotasıdır. Bu rotadan dağa çıkabilmek
için gelinmesi gereken ilk merkez, Ağrı
iline bağlı Doğubeyazıt ilçesidir. 1650 m . rakımda yer alan Doğubeyazıt, 40 binin
üzerinde nüfusa sahip oldukça gelişmiş bir ilçedir.
Dağ
için gerekli yiyecek alış-verişinizin büyük bir kısmını buradan karşılayabilirsiniz.
Çok özel dağ yiyecekleri haricinde hemen hemen her şeyi burada bulmak
mümkündür. Özellikle otobüsle gelecekler uzun yolculuk sırasında bozulabilecek
bir takım şeyleri, buradan alabilirler. Doğubeyazıt’ta kalınabilecek birçok
otel bulunmaktadır. İsfehan Otel, dağcıların kalmayı gelenek haline
getirdikleri bir yer. Bugün özellikle uzun yıllardır dağın turizme kapalı
olması sonucu, otel biraz döküntü duruma gelmiş. Ancak dağcıların tarzına
alışkın olmaları oldukça önemli. İlçede Deya ve Tat Lokantası ile Manolya
Pastanesi’nin ürünleri güzel. Kesinlikle tavsiye ederim. Bir de otelin yan
tarafında yolun karşısında küçük bir köfteci var. Dükkanının önüne koyduğu
mangalda (Adana kebaba benzer bir şekilde) köfte yapıyor. Acil durumlarda çok
işe yarıyor. Köftesi de oldukça lezzetli.
ELİ KÖYÜ
Tırmanışa
başlayabilmek için Eli Köyü’ne ulaşmanız şarttır. Doğubeyazıt ile Eli Köyü
arası 17 km .
kadardır. Eli Köyü’ne gidebilmek için, Doğubeyazıt’ı İran’a bağlayan transit
karayoluna çıkmanız ve Gürbulak sınır kapısına doğru ilerlemeniz gerekmektedir.
Bu yol, sınıra kadar devam ederseniz 33 km . sürmektedir. Doğubeyazıt çıkışından 3 km . sonra Jandarma Komando
Bölüğü’nün önünden geçersiniz. Burası aynı zamanda bir kontrol noktasıdır.
Sınıra doğru giden ve sınırdan bu tarafa gelen tüm araçlar ve içindekiler
deftere not edilirler. Kontrol noktasından geçip, sınıra doğru 3 km . kadar devam ettiğinizde
soldan Topçatan Köyü yolu ayrılmaktadır.
Ana
yoldan ayrıldığınız andan itibaren yol topraktır. Köy ana yoldan 1 km . kadar içerdedir. Böylece
Doğubeyazıt çıkışından 7 km .
sonra Topçatan Köyü’ne (Ganikor) gelmiş olursunuz. Köyün girişinde güçlü bir
kaynaktan su çıkmaktadır. Yola devam ettiğinizde Topçatan Köyü’nden 1 km . sonra Gölyüzü Köyü’nden
geçilmektedir. Bu köyden 9 km .
sonra da Eli Köyü’ne gelinir. Eli Köyü’nün rakımı, 2000 m .’dir. Köy dediğimize
bakmayın 3–5 haneden oluşan küçük bir yerdir. Köyde içilebilecek güvenilir bir
su kaynağı bulunmamaktadır. Daha yukarıdaki küçük bir su birikintisinden
hortumla taşınıp bir tankerde depolanan su kullanılmaktadır. Eli Köyü daha önce
bahsettiğimiz Ahmet Çokdin’in (Ahmet Ağa) köyüdür. Dağa tırmanışta eğer
yüklerinizi katırla taşıtacaksanız katırları buradan kiralayabilirsiniz. Bunun
için Ahmet Ağa ile görüşmeniz gerekmektedir. Tabi ki, katır kiralayabileceğiniz
başka yerel kaynaklarda bulunabilir. Bizler bu gezimizde 4200 m . kampına kadar
çıkışta ve inişte yüklerimizi katıra taşıttık ve bu iş için adam başı 50 milyon
TL ödedik. (katır diyoruz ancak burada at kullanılıyor ve bir at iki kişinin
yükünü taşıyabiliyor) Eli Köyü’ne kadar olan yol toprak olmakla birlikte binek
otolar da gelebilir. Köye yaklaştıkça tırmanış biraz artıyor. Bizler bu
gezimizde bir minibüs ve bir kamyon ile köye kadar geldik. Ağrı Dağı’na
tırmanış, Eli Köyü’nden başlar. Buradan itibaren kabaca 3000 m . tırmanılarak zirveye
ulaşılmaktadır. Bu 3000 m .lik.
bölüm, biner metrelik 3 etap halinde ve 3 günde tamamlanmaktadır. 3200 m . ve 4200 m .’de birer gün kamp yapılır.
I. KAMP YERİ (3200 m )
Eli
Köyü’nden sonraki ilk durak, 3200
m . de yer alan ve Yeşil Kamp adı ile de bilinen kamp
yeridir. Buranın bir adı da Avdi Hasan Yaylası’dır. Buraya kadar araba yolu
devam ediyor. Son 10 yıldır dağa çıkış yasak olduğu için yol, kullanılmamaktan
dolayı biraz bakımsız. Ancak iyi bir jeep zorlanmaksızın 3200 m . kamp yerine kadar
ulaşabilir.
Askerler
Eli Köyü’ne kadar gelen ekiplerin araçlarına eşlik ediyorlar. Eli Köyü’nden
sonra ekiplerin araçla devam etmelerine izin verilmiyor. Köyden itibaren
yürüyerek devam edilmesi gerekiyor. Ancak askerler geri döndükten sonra,
ekipler tekrar araçlara binip gidebildikleri yere kadar araç ile devam etmeyi
tercih ediyorlar. Özetle yasak bir şekilde delinmiş oluyor. Askerlerde bu
durumu bilmekle ya da tahmin etmekle birlikte fazla üzerinde durmuyorlar.
Eğer
Eli Köyü’nden itibaren yürümeniz gerekseydi, bu yol, kamp yükünün katırlarca
taşınması durumunda 5 saat kadar sürerdi. Köyden itibaren kuzey yönünde dağa
doğru yönelen yol, hafif tırmanış şeklinde devam ediyor. 2800 m .’de İbrahim Kara
Yaylası olarak bilinen küçük bir yeşillik alan var. Burada yaz sezonunda
yaylacıların çadırları kurulu oluyor. Daha önceki dönemlerde bu yayla, dağa
çıkanlara hizmet veren bir düzenlemeye sahipmiş. Burada soğuk içecek vs bulmak
mümkünmüş. Buradan itibaren 1 saat kadar daha yüründüğünde 3200 m . kampına
varılmaktadır (Bizler bu gezimizde 2650 metreye kadar kamyonla geldik. Bu
noktadan yüklerimizi katıra taşıtarak, 1 saat 45 dakika süren bir yürüyüşten
sonra kamp yerine ulaştık).
II. KAMP YERİ (4200 m )
Kamp
yerinde su ihtiyacı gene eriyen kar sularından karşılanmaktadır. 4200 m . kampının üsteki
bölümünün biraz yukarısındaki kar bloğundan eriyen karın oluşturduğu su, ip gibi ince bir şekilde akmaktadır. Buraya
çıkıp sabırla su doldurmak gerekmektedir. Bu kaynak da hava sıcaklığına bağlı
olarak donmakta ve kar eritmekten başka çıkar yol kalmamaktadır. Bir başka su
kaynağı da Öküz Dere Vadisi içindedir; eğer buraya inip çıkmaya üşenmiyorsanız
akar halde su bulabilmek mümkündür. Tırmanış sırasında genellikle kar suyu
içildiği için, vücudun tuz ve mineral dengesini korumaya özen gösterilmelidir.
Kar suyu hiçbir mineral ve tuz içermediği gibi, içildiğinde vücuttaki tuzu
emerek tuz eksikliği yaratır. Buna bağlı olarak vücutta, aşırı yorgunluk,
kramplar ve tansiyon düşmesi meydana gelebilir. Bunun için kar suyunu direk
içmek yerine, çay yapmak ya da meyve tozları ile karıştırarak kullanmak daha
uygundur.
ZİRVE ÇIKIŞI
Kamp
yerinin hemen üstündeki sırtı takip ederek tırmanış sürdürülür. Belirgin bir
patika mevcuttur. Ancak volkanik kaya döküntülerinin arasından geçilen kısa bir
bölümde patika gözden kaybolmaktadır. Bizim tırmandığımız dönemde bir gece önce
yağan kar, 4650 m .’den
sonra patikayı kapattığı için yürüyüş hattı çok belirgin değildi. 4650 m .’de rotayı belirlemek
için dikilmiş bir “baba”nın başında ilk molamızı verdik. Bu noktada
gerektiğinde bir iki çadır kurulabilecek bir alan var. Daha sonra sırt hattını
izleyerek devam eden tırmanış 4750
m .’de gene ufak bir kamp yerinin yanından geçerek devam
ediyor. 4900 m .’de
Ağrı Dağı’nın sürekli buzulu ile karşılaşılıyor. Buzulun başlangıç yeri bayrak
dikilerek işaretlenmiş. Buraya kadar olan tırmanış teknik bir zorluk
içermemektedir. Buraya kadar ortalama 4-5 saat süren bir tırmanışla
ulaşılabilmektedir.
Buzul
geçişinden sonra, Büyük Plato adı verilen geniş bir düzlüğe çıkılmaktadır. Bu
bölümde yer yer derin buz çatlaklarına rastlanabilmektedir. Yağan kar bu
çatlakların üzerini kapattığından yürürken dikkatli olunması gerekmektedir.
Platodan sonra hafif eğimli az bir tırmanışı takiben zirveye ulaşılmaktadır.
Zirvenin hemen altında bir metre yükseklikte buz setleri geçilmektedir. Batı
zirvesi de olarak adlandırılan zirvenin en son yapılan ölçümlere göre
yüksekliği 5165 m .’dir. Buzul
geçişinden itibaren ortalama 1 saat 30 dakika sonra zirveye ulaşılabilmektedir.
4200 m .
kampından itibaren zirve tırmanışı ortalama 6-7 saat sürmektedir. Burada
verilen tüm süreler ortalama değerler olup, ekiplerin kondisyonlarına, kişi
sayısına, hava durumuna ve mevsime göre çok değişebilmektedir (Bizler bu
tırmanışımızda II. kamptan 6 saat 30 dakika içinde 21 kişi ile zirveye çıktık).
Ağrı Dağı’nın zirvesinden ve daha önceki kamp yerlerinden cep telefonu ile
görüşme yapılabilmektedir. Ancak görüşme yapılamadığı zamanlar da yaşanmaktadır.
Zirvede zirve defterini göremedik.
GERİ DÖNÜŞ
Geri
dönüş rotası, çıkış rotası ile aynıdır. Kabaca çıkışta harcanılan sürenin
yarısı kadar, iniş için harcanmaktadır. İniş sırasında ekipler hayli yorgun
oldukları için ve zirveye çıkmış olmanın getirdiği gevşeme ile dikkat
azalmaktadır. Bu durum olası kazalara davetiye çıkartmaktadır. İnişte,
özellikle buzuldan sonraki bölümde taş düşmeleri fazladır. Bu bölümü, kask
takarak inmekte yarar vardır.
Zirveden,
4200 m .
kampına kadar 3-4 saat arasında inilmektedir (Bizler, 3 saat 20 dakikada II.
kampa geri döndük). Kampta bir gece kaldıktan sonra, ertesi gün öğleden sonra
Eli Köyü’ne doğru hareket ettik. 4200
m . kampından Eli Köyü’ne iniş ortalama 5 saat kadar
sürmektedir.
4200
kampından 3200 kampına iniş ise en çok 2 saat almaktadır (Bizler yükümüzü
katıra taşıtarak 1 saat 5 dakikada oldukça hızlı bir tempo ile indik). 3200 m .den Eli Köyü’ne kadar
olan mesafe ise ortalama 3 saat kadar sürmektedir. (Bizler yükümüzü katıra
taşıtarak 2 saat 20 dakikada oldukça hızlı bir tempo ile indik) Eli Köyü’nden
Doğubeyazıt’a ulaşım araba ile yapılmaktadır. 17 km .lik bu yol araba ile 1
saat kadar almaktadır. Dönüş sırasında da askerler köyden itibaren
Doğubeyazıt’a kadar ekiplere eşlik etmektedirler.
TIRMANIŞIN ZORLUĞU
Ağrı
Dağı’na güney batı klasik rotasından çıkış, teknik bir problem içermemektedir.
Ortalama bir kondisyona sahip olan herkes çıkabilir. Ağrı Dağı’nda karşılaşılan
ve teorik olarak kısmen bildiğimiz ancak pratik anlamda yabancısı olduğumuz
asıl sorun yüksekliğe uyumdur. 5000
m .’lik bir dağa çıkarken, yükseklik hastalığına ilişkin
belirtileri yaşamamız kaçınılmazdır. Yükseklik hastalığı, basit sağlık
sorunlarından ölümcül rahatsızlıklara kadar değişiklik gösterir. Hepsinde
hastalığa neden olan temel olay, düşük hava basıncı nedeni ile havadaki ve
dolayısı ile de kandaki oksijen miktarının azalmasıdır.
Ağrı
Dağ’ı tırmanışımız sırasında ekipteki hemen hemen herkeste yükseklik
hastalığına ilişkin belirtilerin olması, konunun ciddi olduğunu ve üzerinde
durulması gerektiğini göstermektedir. 1989 yılında Ağrı Dağı çıkışı sırasında
ölen Halil Yeniçıkan’ın ölüm nedeni, dağa çıkış sırasında akciğer ödemi
(şişmesi) sonucu dinlenme ihtiyacı ve bunu izleyen hipotermi (donma) olarak
belirlenmiştir.
Bu
nedenle ekiplerin iyi aklimatize (yüksekliğe uyum sağlamak) olmaları şarttır.
Ağrı Dağı tırmanışı öncesi yapılacak 3000 m .’nin üzeri çıkışların yararı olacaktır.
Ağrı Dağı tırmanış programının yapılırken, yavaş yavaş yükselmeyi dikkate
alacak şekilde düzenlenmesi ve gerekirse 3200 m . kampında 2 gece kalınıp ikinci gün 4200 m .’ye aklimatizasyon
çıkışı yapılmalıdır. Bütün bunlara dikkat edilmesi halinde yaşanacak zorluklar
en aza indirilebileceği gibi tırmanış da riske edilmemiş olur.
YÜKSEKLİK
HASTALIĞI ( AKUT DAĞ HASTALIĞI )
Yükseklikten
kaynaklanan hastalıklar, birçok kaynakta “yüksek irtifa hastalıkları” adı
altında ele alınmaktadır. Yükseklik ve irtifa aynı anlama gelen kelimeler
olduğu için bu kullanım tarzını doğru bulmuyorum (Aynı kavram, “yüksek irtifa
ayakkabısı” şeklinde de karşımıza çıkmaktadır). Burada tıp literatüründe, “Akut
dağ hastalığı” adı altında incelenen yükseklik hastalığından kısaca bahsetmek
istiyorum.
Akut
dağ hastalığı, bir günde tırmanılan yüksekliğe, tırmanış sırasında harcanan
efora ve kişinin özelliklerine bağlı olarak değişik seyirlerde karşımıza
çıkmaktadır. Hastalığa yakalanabilecek yeterlikte bir yüksekliğe çıkıldıktan 8
ile 24 saat arasında belirtileri ortaya çıkmaya başlar. Orta yükseklikte yani 3000 m . civarındaki dağlara
çıkan dağcıların % 30’unda, 4500
m .’nin üzerine çıkan dağcıların ise ortalama % 75’inde
görülmektedir.
Hastalığın
karakteristik belirtileri, baş ağrısı, iştahsızlık, mide bulantısı ve kusma,
halsizlik ve çabuk yorulma, nefes alma güçlüğü, hırıltılı solunum, çok çabuk
soluk soluğa kalma hissi, uykusuzluk, yüzde, ayaklarda ve göz çevrelerinde
şişmeler, idrar miktarında azalma, gözün ağ tabakasında küçük çaplı kanamalar,
dengesizlik ve bilinçsel yeteneklerde zayıflama, baş dönmesi olarak
özetlenebilir.
Hastalığın
temel nedeni, yüksekliğe bağlı olarak hava basıncının düşmesi ve buna bağlı
olarak, havada ve kandaki oksijen miktarının azalmasıdır. Havadaki bu oksijen
azalması, zaten yorucu bir fiziki aktivite içersinde olan ve oksijene olan
gereksinimi artmış bulunan dağcının karşısındaki en önemli sorundur. Hava
basıncı yaklaşık her 13 m . yükseklikte bir milibar
düşmektedir. Deniz seviyesinde 760 milibar olan hava basıncı, 3000 m .’de 523 milibara
düşmektedir. Ağrı Dağı’nın zirve yüksekliği olan 5165 m .’de hava basıncı
deniz seviyesinin yaklaşık yarısına düşmektedir. Bu düşüş, akut dağ
hastalığının temelini oluşturur. Vücut daha az oksijenle idare etmek durumunda
kalır. Vücut dokularının yetersiz oksijen almasına “Hipoksi” adı verilmektedir.
Hipoksi sonucu, solunum ve kalp atış temposu da hızlanır. Buna bağlı olarak
solunumla kaybedilen karbondioksit miktarı artar ve kandaki karbondioksit
miktarı azalır. Bu duruma “hipokapni” adı verilmektedir. Bu gelişmenin bir
sonucu olarak, kandaki alyuvar miktarı artmaya başlar. Bu artış, deniz
seviyesine göre iki kat daha fazladır. Kan, daha yoğun bir kıvam alır. Kanın
yoğunlaşması, kalp krizi riskinden, akciğer ve beyin ödemine kadar başka bir
çok rahatsızlığın nedenini oluşturur. Kalp krizi geçirmiş kişilerin hastalığa neden
olabilecek yükseklikteki dağlara çıkmaları ancak doktor kontrolünde
gerçekleştirilir. Akut Dağ Hastalığı’nın daha ilerlemiş şekillerinde, akciğer
ödemi ve beyin ödemi ile karşılaşılabilir.
TEDAVİ: Bütün
dağ hastalıklarında temel tedavi şekli irtifa kaybetmektir. Akut dağ
hastalığında eğer rahatsızlıklar ciddi boyutta değilse irtifa kaybetmeksizin
ilaçlarla tedavi şekli uygun olabilir. Ancak hasta düzelene kadar yeniden
yükselmemelidir. Eğer ilaç tedavisine karşın rahatsızlıklar 24 saat içinde
düzelmemişse irtifa kaybetmek gereklidir. Baş ağrıları için Aspirin tavsiye
edilmektedir. Doktor tarafından verilecek olan “Asetazolamid” ve “Deksametazon”
etken maddeli ilaçlarla yapılan tedavilerin olumlu sonuç verdiği gözlenmiştir.
Önemli bir nokta da Akut dağ hastalığına yakalandıktan sonra alkol alımından
kaçınmak gerektiğidir (4200 m .’de
Tekirdağ’ı götüren arkadaşlara duyurulur).
YÜKSEKLİKTE
YAŞANAN AKCİĞER ÖDEMİ
Akciğer
Ödemi, akciğere sıvı dolması sonucu nefes almanın zorlaşması durumudur. 2500
ile 3000 m .’nin
üzerine ani çıkışlar yapanlarda birkaç gün içinde gelişebilen bir durumdur.
Nedenleri ve gelişimi Akut dağ hastalığının aynıdır. Vücut dokularının yetersiz
oksijen alması (hipoksi), akciğer damarlarında refleks bir daralmaya yol
açmaktadır. Bu daralma akciğer damar sisteminde, bir tansiyon yükselmesine
neden olmaktadır. Bu durum yüksekliğe bağlı akciğer ödeminin gelişmesine neden
olur. Damarlar içinde artan basınç, damar içindeki sıvıyı, damar dışına
sızdırır ve akciğerlerdeki alveoller (hava keseleri) sıvı ile dolmaya başlar.
Özetle vücut kendi sıvısı ile boğulmaya başlar. Ölümcül olabilen ciddi bir
sorundur. Ölümler 6 ila 12 saat arasında gerçekleşebilir. Aniden ortaya çıkan
ve gittikçe şiddetlenen kuru bir öksürük ve nefes darlığı ile hastalık kendisini
gösterir. Yüzde, ellerde ve ayaklarda morarmalar görülür. Hırıltılı solunum
oldukça belirgin bir hal alır. Öksürükle birlikte beyaz köpüklü bir balgam
ortaya çıkar.
TEDAVİ: Yapılacak ilk iş, süratle
hastayı aşağılara indirmektir. 300
m .’lik bir iniş bile hastanın durumunda belirgin
düzelmeler sağlayabilir. İrtifa kaybı, hastalığın tek tedavisidir. İniş hemen
mümkün değilse, hasta sıcak tutulmalı, sıcak içecekler verilmelidir. Hastanın
solunumunu rahatlatmak için varsa oksijen takviyesi yapılabilir, yoksa hasta
domalmış bir vaziyete getirilir (en uygun anlatım şekli buydu kusura bakmayın)
ve hastanın arkasına geçen bir kişi belinin üzerinden hafifçe ve sürekli
bastırarak hastanın solunumunu kolaylaştırmaya çalışır. Bu konumda solunum daha
rahattır ve akciğerlerdeki sıvı, balgam yolu ile daha kolay dışarı atılabilir.
Bu uygulamaya, 5-10 dakika süre ile ve
yarım saatte bir tekrarlayarak devam edilmelidir. “Nifedipin” etken maddesine
sahip ilaçlar doktor tavsiyesine göre Akciğer Ödemi için dil altı pastili şeklinde
kullanılmaktadır.
YÜKSEKLİKTE
YAŞANAN BEYİN ÖDEMİ
Daha
seyrek görülen bir durum olmakla birlikte, aynı akciğer ödemi gibi, dağ
hastalığının ölümle sonuçlanabilen bir türüdür. Vücut dokularının yetersiz
oksijen alması (Hipoksi) sonucu beyin kan damarlarından dışarı sıvı sızar ve
beyin hücrelerinde şişme meydana gelir. İlk belirtileri, kusma, baş ağrısı, baş
dönmesidir. Daha sonra yürümede zorluk ve denge kaybı ve hafıza kaybı başlar.
Kısa zamanda hasta temel ihtiyaçlarını karşılayamaz duruma gelir.
Halüsinasyonlar görür.
TEDAVİ: Varsa oksijen desteği
sağlanmalıdır. Hastanın süratle irtifa kaybetmesi gerekmektedir. Yoksa hasta
komaya girer ve arkasından da ölüm gelir. İlaç olarak, “Asetazolamid” ve
“Deksametazon” etken maddeli ilaçlar doktor tavsiyesine göre kullanılmalıdır.
YÜKSEKLİĞE BAĞLI
OLARAK KENDİMDE GÖZLEDİĞİM RAHATSIZLIKLAR
Tırmanış
ekibimizdeki herkes ile bu konuda görüşme yapmamış olmakla birlikte, gördüğüm
kadarıyla ekibin hemen hemen tüm üyelerinde Akut dağ hastalığına ilişkin
çeşitli rahatsızlıklar bulunmaktaydı. Burada daha çok kendimdeki belirtileri
aktaracağım.
Uykusuzluk: 3200 m .
kampında bir gece, 4200 m .
kampında iki gece olmak üzere dağda toplam üç gece kaldım. Üç gece de doğru
dürüst uyku uyuyamadım. 4200
m .’de iki gece hiç uyumadım denebilir. İşin kötüsü dağa
çıkmadan önceki gece Doğubeyazıt’ta otelde de uyuyamamıştım. Buna karşın dağda
gündüz kendimi aşırı yorgun hissetmedim. Benzer bir uykusuzluğu şehirde
yaşasaydım oldukça bitkin düşerdim. Ankara’ya döndükten sonra uzun uzun uyuyup,
uykuya doyamamak şeklinde bir duyguya kapıldım.
İştahsızlık: Böyle bir şey benim yaşamımda bugüne kadar hiç
görülmemiştir. Dağda özellikle 4200
m .de kendimi zorlayarak yemek yiyordum. Gene kendimi
zorlayarak sıvı tüketmeye çalışmakla birlikte normale göre çok az su içtiğimi
fark ettim. Zirve çıkışı ve inişi sırasında tükettiğim sıvı 1 litreyi geçmez.
Çabuk yorulma ve nefes nefese kalma: Özellikle 4200 m . kampında çok az efor sarf edilen işleri
yaparken bile soluk soluğa kalıyordum. Nefes alıp verme tempom oldukça
hızlanmıştı. Bu durum çabuk yorulma ve sık dinlenme ihtiyacını doğuruyordu.
Vücutta su tutulması (Ödem): Zirve dönüşü, 4200 m . kampında sabah
kalktığımda yüzümün ciddi şekilde şiştiğini fark ettim. Kırgız ve Moğol
karışımı bir görüntü alan suratım, günün ilerleyen saatlerinde biraz normale
döndü. Daha sonra Doğubeyazıt’a otele döndüğümüzde ayaklarımın özellikle
bilekten aşağı kısımlarının ciddi şekilde şiştiklerini gözledim. Bu arada idrar
miktarımda artma vardı. Ankara’ya döndükten sonra yüzümün şişliği büyük oranda
geçmişti. Ancak ayaklarımdaki şişlik devam ediyordu. Tartıldığımda 2 kg . fazlam vardı.
Özetle
Ağrı Dağı’na gidip tırmanmış ve o kadar efor sarf edip kilo vermeyi umarken 2
kilo alıp Ankara’ya dönmüştüm. Bu kilo fazlam iki gün sonra kendiliğinden (buna
idrar yolu ile de denebilir) kayboldu ve normal kiloma geri döndüm. Tabi ki
ayaklarımdaki şişlik de geçti.
Yaşadığım
bütün bu rahatsızlıklar, Akut dağ hastalığının klasik belirtilerini
oluşturuyor. Her ne kadar ciddi bir sorunla karşılaşmamış olsam da, bütün
bunlar dağa çıkış sırasında iyi aklimatize olamadığımı gösteriyor. İşin ilginç
ve vahim yanı, durumun böyle olduğunu, yani aslında dağ hastalığına
yakalandığımı Ankara’ya geldikten sonra kavramam. Dağda iken, bütün bu rahatsızlıkların
farkında olmakla birlikte üzerinde durmamak ve geçer gibi kolaycı bir çözümle
geçiştirmek nedense işime gelmişti. Hele zirve çıkışı öncesi kendimi son derece
iyi hissediyor ve hem ruhsal hem de fiziksel anlamda hazır ve yeterli
buluyordum.
GEZİ GÜNCESİ
6 TEMMUZ 2001
Saat
15.00’da Lüks Ağrı Dağı Turizm firması ile Ankara’dan Doğubeyazıt’a hareket
ettik. 22 kişilik tırmanış ekibinin büyük bir çoğunluğu uçak ile Ağrı üzerinden
gelmeyi tercih etmişlerdi. Tırmanışa birlikte katıldığımız İstanbul’dan iki
arkadaşım, Levent ve Emre, otobüsle gelmeyi planlıyorlardı, ancak Levent son
anda aslında beklemekte olduğum bir sürpriz yaptı ve otobüse yetişemeyeceğini,
Ağrı uçağında da yer olmadığı için Van uçağı ile bir gün sonra gelebileceğini
bildirdi. Emre ise benimle birlikte gelecekti. Ancak otobüs kalkmak üzereydi ve
Emre hala ortalıkta yoktu. Nitekim otobüs Emre’siz olarak hareket etti.
Sonradan öğrendiğime göre Emre’nin de acil bir işi çıkmıştı ve o da Levent’le
birlikte Van uçağındaydı. Otobüste benimle birlikte, aynı ekipten olduğum ancak
tanımadığım 6 arkadaş daha vardı (Kürşat, Aslı, Mehmet, Ahmet, Mustafa,
Alptekin). Neyse ilk molada tanıştık. Yolculuk 18 saat sonra sabah 8.00’da
Doğubeyazıt’ta sonlandı.
7 TEMMUZ 2001
Bizi
garajlarda bekleyen servis aracımıza binip İsfehan Otel’e ulaştık. Odalarımıza
çıkıp çantalarımızı yerleştirdik. Ahmet ve Mustafa otelde kaldılar. Bizler
karnımızı doyurmak üzere çarşı içine çıktık. Manolya Pastanesi’nde kahvaltı
yaptık. Biraz tur attıktan sonra dinlenmek üzere otele geri döndük. Bir süre otelde
dinlendikten sonra akşamüzeri İshak Paşa Sarayı’nı gezmek üzere taksi ile
saraya gittik. Sarayı gezerken Levent’ten telefon geldi ve Doğubeyazıt’a
ulaştıkları haberini aldım. Levent ve Emre de sarayı gezmek üzere taksi ile hareket
ettiler. Sarayı birlikte bir daha gezdik.
Bu
arada Ertuğrul’la birlikte uçakla gelecek olan ekibin diğer üyeleri de
Doğubeyazıt’a ulaşmışlar ve ayaklarının tozu ile sarayı gezmeye gelmişlerdi.
Biz kendimizi gezme işine epeyce kaptırmış olmalıyız ki, ekibin geri döndüğünü
fark etmedik. Neyse oradaki minibüslerden biri ile anlaşıp Doğubeyazıt’a geri
dönmeyi becerebildik. Biraz sonra ekip olarak akşam yemeği yiyecek olmakla
birlikte karnımızın sesine daha fazla dayanamadık ve otelin karşısındaki köfteciden
birer köfte yedik. Daha sonra ekiple birlikte, İshak Paşa Sarayı’nın hemen
altında taverna kılıklı içkili bir lokantaya gittik. Burada üç kişi bir ufak
rakı ile birlikte hem karnımızı doyurup hem de biraz içki içtik. İlk kez bütün
ekip 22 kişi bir araya gelebilmiştik. İşin ilginci bütün ekip içiyordu !. Levent
ve Emre’nin Ağrı tırmanışını hayli ciddiye alıp bir aydır içki içmedikleri
düşünülürse, dağa çıkmadan bir gece önceki bu içki alemi oldukça anlamlıydı (!)
Gece otelde Mehmet ile aynı odayı paylaştık. Yemeği biraz abarttığım için
oldukça dolu mide ile yatmak durumunda kaldım. Bu nedenle iyi uyuyamadan sabahı
ettim.
8 TEMMUZ 2001
Sabah
otelde ekiple birlikte kahvaltı yaptık ve ardından bizi Eli Köyü’ne götürecek
olan kamyona doluştuk. Ancak kamyonun arkası çantalarımızla birlikte tüm ekibi
almadı. Bunun üzerine ekibin bir kısmı da ayarlanan minibüse bindi ve saat
11.00’da yola çıktık. Ana yol üzerindeki bir benzinciden, benzin ocaklarımız
için benzin aldıktan sonra, Jandarma Komando Bölüğü’nün önünde bir süre bize
eşlik edecek askerlerin hazır olmasını bekledik. Daha sonra askerlerle birlikte
yola koyulduk. Eli Köyü’nde bir süre mola verdik. Askerlerin geri dönmesinden
sonra, tekrar araçlarımıza binerek 3200 m . kampına doğru hareket ettik. Köyden
çıktıktan az sonra minibüs ilk yokuşta kaldı ve devam edemedi. Minibüsteki
arkadaşları kamyona alıp yola devam ettik. 2650 m .’ye kadar kamyonla
çıktık. Burada kamyondan inerek bizi bekleyen katırlara çantalarımızı yükledik.
Kısa bir moladan sonra saat 15.50 de kamp yerine doğru yürümeye başladık. Saat
17.35’de ilk kamp yerimize ulaştık. Altimetrem 3250 m . gösteriyordu. Kamp
yerinin sol yanından güçlü bir dere akıyor. Dereye yakın bir noktaya çadırımızı
kurduk. Akşam yemeği ve arkasından çay ve pasta servisinden sonra uyumak üzere
çadırlarımıza çekildik. Alerjik nezleme bağlı olarak gelişen burun akıntım
bütün gece boyunca devam etti. Tabi ki bana uyku yok.
9 TEMMUZ 2001
Sabah
7.00’da Ertuğrul’un bütün kampı inleten “günaydın” nidasıyla kalkmamız
gerektiğini anladık. Kahvaltı hazırlıklarına başladık. Dün akşamüzeri gürül
gürül akan derenin yerinde yeller esiyordu. Tamamen kuru bir dere yatağı ile
karşı karşıyaydık. Neyse ki 12 lt.’lik. su bidonumuzu dün gece doldurmuştuk.
Güzel bir çay demledik. Arkasından kendimizi zorlayarak epeyce bir şeyler
yedik.
Kahvaltıyı
takiben çantalarımızı toplama girişimlerinde bulunuyorduk ki, sayıları sonradan
yaptığımız saptamaya göre 4 tane olan çoban köpeklerinin saldırısına uğradık.
Direkt olarak yiyeceklerimizin bulunduğu çantaları hedef alıyorlardı. Öylesine
kararlıydılar ki, ne yaparsak yapalım yiyeceklerimizi kurtarabilmek mümkün
olamadı. Bugüne kadar birçok köpek saldırısına maruz kaldım. Arkamda kaç tane
leş bıraktığımı hatırlamıyorum. Ancak doğrusunu söylemek gerekirse ilk defa
böylesine bir olayla karşılaşmaktaydım. Yörede bulunan bütün taşları üç koldan
üzerlerine yağdırıyorduk, ancak bana mısın demiyorlardı. En son tombul salamın
üzerine kaşar peynirini eritip yemelerini yaşlı gözlerle seyrettik. Bu arada
ekibin bazı hayvan sever üyeleri ise gelip yardım edeceklerine, köpeklerden
yana saf tutup, ‘yazık değil mi, ne taşlıyorsunuz ?’ diyerek acımızı daha da
derinleştirmişlerdi. Taş atmayı bırakmıştık.
4 günlük yiyeceğimizin 4 köpek arasında paylaşılmasını çaresiz gözlerle
izliyorduk. Yiyecekler bittiğinde (zaten köpekler de doymuştu) olay mahalline
yanaşabildik.
Hasar
gerçekten büyüktü. Tüm kahvaltılığımızdan geriye sadece bir kavanoz reçel ile
bir kavanoz zeytin ezmesi kalmıştı (bu zeytin ezmesi kavanozu ise aynı gün
yüklerin katırla taşınması sırasında kırılacaktı). Bütün ekmeğimizden sadece 1
tanesini, her nedense bırakmışlardı. Köpeklerin taşlanması sırasında, olay
mahallinde bulunan, Emre’nin plastik bardağı ve kaşığı da isabet aldığı için
kırılmıştı. Daha sonra 4200 m .
kampında fark edeceğimiz üzere, isabet alan plastik bidonumuz da delik vardı.
Artık olan olmuştu yapacak fazla bir şey yoktu “kol kırıldı, yen içinde kaldı”.
Olaydan yıllar sonra Ertuğrul, anılarını tefrika ettiği bir yazısında bütün bu
yaşananları, “ilahi adalet” olarak yorumlayacaktı (!)
Saat
9.00’da kamp yerinden ayrılarak bir üst kampa doğru yürümeye başladık. 4000 m . civarına gelmiştik
ki, yavaş yavaş başlayan dolu yağışı, saat 12.45’de, 4200 m . kamp yerine
ulaştığımızda kar tipisine dönüştü. Bu aslında hepimiz için bir sürprizdi. Tipi
altında çadırlarımızı kurduk ve kendimizi içine zor attık. Bir süre yattıktan
sonra dışarıdan, tipinin geçtiği yolunda duyumlar almamız üzerine çadırdan
çıkıp yemek hazırlıklarına giriştik.
10 TEMMUZ 2001
Saat
sabahın sanırım 4’ü idi. Ertuğrul kendine has günaydını ile tüm ekibi kaldırdı.
Yanılmıyorsam zirveye çıkacaktık. Kahvaltı yapmadan olmazdı. Çay demlendi ve
zorlanarak bir şeyler yenildi. Saat 5.25’de zirveye doğru yürüyorduk. 4650 m .’de bir mola, 4750 m .’de bir mola derken 4900 m . buzulun başına kadar
geldik. Ekip kask takmamıştı. Bizler ise mağaracı ekolden geldiğimiz için
olacak 4200 m .’den
beri kaskla tırmanıyorduk. Ekibin yürüyüş temposu yavaş denebilecek bir tarzda
idi. Böylece hiç zorlanmaksızın buraya kadar ulaştık. Buzul geçişi öncesi,
kuşamlarımızı kuşandık. Tozluk ve krampon taktık, kazmalarımızı çıkarttık.
Rahat bir şekilde buzulu geçip, saat 12.05’de zirveye çıktık. 25 dakika kadar
zirvede kutlamalar ve sponsor firmaların bayraklarının dikilmesi ile oyalanıp
12.30’da inişe başladık. Buzulu geçip 4900 m . başına geldiğimizde, kuşamları, tozluğu
ve kramponları çıkartıp, kazmalarımızı sırt çantalarımıza bağladık. Burada,
ekip taş düşmelerine karşı kaskları kafalarına taktı ve inişe devam ettik. Saat
15.50’de kamp yerine geri döndük.
Zorlanmadan
zirve yaptık dediğime bakmayın aslında hepimiz yorulmuştuk. Çadıra çekilip bir
süre yattık. Uyuyanlar uyudu tabi, bende gene tık yok. Akşamüzeri zar zor
kalkıp son kalan makarnamızı, bir gün önceki bulaşığı yıkanmamış çorba
tenceresinde pişirip yedik. Daha sonra uzun ve uykusuz bir gece daha geçti.
11 TEMMUZ 2001
Sabah
kendimizi zorlayarak bir şeyler yedik. İştahım iyi değildi. Baştan beri
Ertuğrul’un hazırladığı programa bakıp kendi kendimize sorduğumuz soruyu,
sanırım Ertuğrul’a sorma zamanı gelmişti. Ertuğrul, havanın kötü gitme
ihtimaline, ya da başka olumsuzluklara karşı önlem olması açısından zirve için
3 gün ayırmıştı. Ancak ilk gün zirve yapılması durumunda kalan günlerde ne
yapacaktık? Doğrusunu söylemek gerekirse, 4200 m . kampında 2 gün daha
beklemek, ya da tekrar zirve yapmak bana hiç de mantıklı görünmüyordu. Neyse
ki, Ertuğrul sabah çadırımıza uğrayıp hem sağlık sorunlarımızla ilgilendi, hem
de biz ona sormaya fırsat bırakmadan sorumuzun cevabını verdi. İsteyenler
Doğubeyazıt’a geri dönebilecekti.
22
kişilik ekibimiz, 11-11 ortadan ikiye ayrıldı (Dağda kalan 11 kişi, sonradan
öğrendiğimize göre canları sıkıldıkça zirve yapmışlar) Doğubeyazıt’a dönen 11
kişi ise, 7 ve 4 olarak bölündüler. 7 kişi bir minibüs kiralayıp Van ve
çevresini gezmeye giderken, içinde benim de bulunduğum 4 kişi Ankara’ya dönmeye
karar verdiler.
12 TEMMUZ 2001
Sabah
otelde kahvaltı yaptıktan sonra 12.15’de kalkacak olan Meteor Turizm’in otobüsü
ile 4 kişi Ankara’ya hareket ettik. 18 saatlik kötü bir yolculuktan sonra, 13
Temmuz sabahı Ankara’ya ulaştık.
Yazan:
Yavuz İşçen / Ankara
Temmuz
2001
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder